Latife Tekin’in Hınk Deyicileri / Alper Erdik
İşçiler, emekçiler yok mu küfürcülerin kitaplarında peki; var elbette: Birer suret olarak fazlasıyla hem de. Tabii ki bütün sınıfsal özelliklerinden soyutlanmış, groteskleştirilmiş, böcekleştirilmiş halleriyle.
Yalçın Küçük’ün, 1986’da Ahmet Altan ve Latife Tekin için ürettiği ve 12 Eylül sonrası dönemin “yenilgi edebiyatı”nın tüm mensuplarının çalışmaları için kullanılan “küfür romanları” kavramı maalesef artık istisnaların değil genelin yönelimi oldu. Hayatının bir bölümünde, az buçuk da olsa solla haşır neşir olup ilk darbede saf değiştirip küsen ve eli kalem tutan herkes, dönüp önce sola, sonra solculara öfke kusuyor. Bu kişilik bozukluğu bu düzlemde de kalmıyor elbette; sistemin başını tutanlardan ziyade, sisteme soldan dâhil olanlar, “hizmet”leri karşılığında bu kişilere para, fon, şöhret, ödüller sunuyor. Bunu anlayabiliriz, bizde değil sadece, dünyada da böyledir bu. Ancak bütün bu rezilliğin hâlâ solcu olma, kalma iddiasıyla yapılıp meşrulaştırılmasına ise bir türlü alışamadık. Evet, zaafları, hataları, anlamsızlıkları var, çok fazla hem de, kabul ediyoruz; ama bu topraklardaki devrimci mücadelenin tarihine, geleneklerine, anılarına hoyratça küfretmek ve bunu da, edebiyat gibi iddialı bir uğraşının gerektirdiği estetik çabaların arkasına gizlenerek sinsice yapmak, alçaklıktır. Kabullenmemiz söz konusu olamaz. Bu ideolojik boyut bir yana, küfürcülerin hunharca saldırdığı alanlardan biri de modern edebiyatın toplumcu ve gerçekçi niteliklerine ki, bu da diğerinden daha hafif bir suç değil. Romanı anlatıyı kimliği belirsiz “anlatıcı”ların sayıklamaları üzerinden düşlere, fantezilere, hayallere, cinlere, perilere teslim edip hiçbir şey söylememek olarak gören postmodernist yazın anlayışının gönüllü kulluğudur artık zamanın ruhuna uygun olan. Olmayan ise sadece yazar değildir bu metinlerde; karakter, kurgu, nedensellik aramak da boşuna artık bunlarda. İşçiler, emekçiler yok mu küfürcülerin kitaplarında peki; var elbette: Birer suret olarak fazlasıyla hem de. Tabii ki bütün sınıfsal özelliklerinden soyutlanmış, groteskleştirilmiş, böcekleştirilmiş halleriyle. Bugün edebiyat şebekeleri bu kitaplarla ayaktalar. Şebekelerin üyeleri ise, Can ve İletişim Yayınları gibi karşı devrimci karargâhlardan, seri biçimde küfretmeye devam ediyorlar. Öğretmenler atanmıyor, şeker fabrikalarında çalışan işçiler kapının önüne konuyor, sandıklar patlatılıp oylar çalınıyor, KİT’ler satılıyor, bankalar boşaltılıyor… Küfürcüler solla, solcularla uğraşmayı sürdürüyor. Başka hiçbir dertleri yok. Ödül lobilerinde, gazete eklerinde, edebiyat dergilerinde güçlendirilip büyütülen kirli ittifakların üyeleri “eleştirmen”ler, küfür yazıcıları, sanat sevicilerden oluşan birkaç yüz kişilik bir çete aslında bunlar; çok büyük bir nicelikleri de yok. Ama burjuvazinin gerici ideolojisine yaslanarak edebiyatımızın içini boşaltmayı, kitap okuyan az sayıda insanı da cahilleştirip mürtecileştirmeyi becerdiler maalesef. Bütün bu süreçte bir direniş mevzii yaratamadık. Solun toplumsal ve politik alanda olmadığı bir süreçte, kültürel alana devrimci müdahale olası değildi. En acısı, buna gönüllü yoldaşlar da yoktu. Bugün ise en dipteyiz ve herhalde artık çöküşün sonuna gelindiği için, umutluyuz. Reddeden ve başka türlü bir şey istediğini söyleme cesaretine sahip bir kuşak yola düştü. Eleştireceğiz, diye bağırarak gençleri peşine takan ama ilk fırsatta yazıları sansürleyen, bazen hiç yayımlamayan abi’ilerin dönemi kapanıyor, kapanmalı. “Orada olamadığı için burada olan”ların maskeleri düşürülmeli. Başlarken de saflar netleşmeli. Dostu düşmandan ayırmakta ustalaşılmalı. Solda olduğunu iddia eden, solda olmayanı da sola dâhil etmeye çalışan, kendini, ama en çok da solu tüketenlerden uzak durulmalı. Asıl tehlikenin, bunlarla aynı yolda yürümek olduğu fark edilmeli. Asıl tehlikeyi resmetmek için güzel ve güncel bir örnek belki de: yeni e dergisi. Kapatılan Evrensel Kültür’ün ardılı olarak hazırlanan, iddialı dosyalar ve kapaklarla raflara konan; ama her sayıda, kültürel düzlemde solun, bizzat solcu olma iddiasındakilerce nasıl dirhem dirhem yok edildiğini bizlere gösteren bu dergi, soldaki kafa karışıklığının, acizliğin de bir ifşası aslında. Derginin Aralık 2018 nüshasının dosya konusu “Latife Tekin’in işçileri” idi. Yazar, Kasım ayında eş zamanlı olarak Marves City ve Sürüklenme adlarıyla iki roman yayımlamıştı; Can Yayınları’ndan. Kitaplar tabii büyük heyecan yarattı hem burjuva yayın organlarında hem sol matbuatta. Cumhuriyet, BirGün, Evrensel, EK-Eleştirel Kültür ve pek çok yayında, eleştirmen sıfatlı övgücüler öve öve bitiremediler Tekin’i ve kitaplarını. Şaşırmadık elbette. Küfredilenler, küfredene âşık bizim ülkemizde. Ne buluyorlar peki bu solcular Latife Tekin’de? O kadar çok şey söylüyorlar ki onun hakkında, izlemek bile güç. Onlara göre yazar büyülü gerçekçi, aynı zamanda toplumcu, tabii ki de feminist, ekolojist, eşitlikçi, yeni bir dil inşa eden… bir edebiyat devi. Romanları Türkçede ve Türk edebiyatında (onlara göre Türkiye edebiyatı) çığır açıyor. Özetle ve bizce, yeni dönem zırvalamalarından oluşan ölçüsüz bir övgü demeti sadece, yazılanlar. Kitaplardan aklınızda kalan bir paragraf var mı, diye sorsak yanıt alamayız, Latife Tekin hayranlarından. Ama yine de güzel, şahane romanlar bunlar. Bunlar bir yana, Hürriyet’te yazan biriyle, BirGün’deki köşe sahibinin beğenisi nasıl olur da kesişir, bunu çözmek işte en zor olan. Dönersek, bu güzellemelerin doruğu yeni e’deydi ve hem de yirmi sayfaya yayılmıştı. Perdeyi “büyük üstad” Aydın Çubukçu açıyordu tabii ki de. “Küfür Romanları” idi yazarın metninin başlığı. Nereye gönderme yapacağı aşikârdı Çubukçu’nun. Bugün Tekin’i parlatmanın mantıksal zeminini teşkil edebilmek için, önce yazarın kendisi ve geçmişi aklanmalıydı. Şöyle başlıyor yazar: “Latife Tekin adı geçince, yeni romanları üzerine konuşurken, geçmişte uğradığı saçma sapan saldırıyı hatırlamadan olmuyor. Bugün hakkını verirken, o gün söylenenleri atlayamayız.” Evet, böyle söylüyor Aydın Çubukçu. Latife Tekin saçma sapan bir saldırıya uğramış. Yalçın Küçük, ilgili kitabında, Tekin ve Altan’ın isimleri ile bir derdi olmadığını söyler, derdinin yeni dönem romancılığının ideolojik temelleri olduğunu anlatır ısrarla. Ama Çubukçu için bir önemi yoktur bunun. Eleştiri saldırıdır, onun sözlüğünde. Peki, neden saldırıdır, bunu anlatıyor mu yazar bize, hayır. Kendisi kıdemli bir sosyalist ve kültür sanat otoritesi olduğu için bunu sormak gereksiz. Biz kim oluyoruz ki? “Ne yapmıştı Latife Tekin? Bugünden bakınca görülen şudur: 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, her sol örgütün kendi içinde kapalı kalarak yapmaya çalıştığı özeleştirileri, dertlenmeleri, ‘keşke’leri yıkılmış bir militanın ağzından edebiyatın diliyle ortaya döktü.” Ne kadar da masum, naif bir uğraşmış Latife Tekin’in yaptığı, sadece Aydın Çubukçu fark etmiş bunu. Küfür değil özeleştiriymiş yazarın eseri. Tabii, Çubukçu ve ekibinin, vaktiyle kendi yoldaşlarını öldüren, sol etiketli, etnik milliyetçi örgütün peşine takılmasının da böyle pek makul açıklamaları olduğundan, kendisinin, Tekin’in romanında boncuk bulması şaşırtıcı değil. 12 Eylül’ün en büyük etkisi de budur zaten sola. Hapis yatmak, işkence görmek, yersiz yurtsuzlaştırılmak falan basit hikâyelerdir. Darbe, solun belleğine, zihnine, yarınına yapılmıştır. Kendini küçük gören, kendinden nefret eden, kendinden tiksinen ve acizliğini, basitliğini, örgütleri falan geçtim, sola mal eden dönek tipleri yaratmasıdır darbenin en büyük başarısı. Bunu da pek insani gerekçelerle mantığa bürümek, ne yazık, Deniz Gezmiş’in çocukluk arkadaşına düşmüştür. “En insaflı eleştiriler, ‘zamanı mıydı yani?’ biçimindeydi. Eserin edebi özellikleri, yenilikleri silindi gitti.” diye devam ediyor Çubukçu. Edebiyatın modernist evresinin postmodern darbeyle sonlandırılmasının neticesinde Türk dilinin yapısal ve estetik özelliklerinin yazar sıfatlı kişilerin elinde tüketilmesi, yok edilmesi; edebi özellik ve yenilik oluyor, Çubukça’ya göre. Her şey ne kadar basit ve anlaşılır aslında, bir tek biz anlayamıyoruz. Denklemi böyle kurunca, çıkan sonuçlar, ürünler de haliyle birer başyapıta dönüşüyor, dönüşmeli okurun gözünde. yeni e’nin telaşı bu: Daha kimse okumadan, Latife Tekin’in kitaplarını kutsamak; geçmişte ve bugün, buna itirazı olanlara da gözdağı vermek. Üstadın mukaddimesinin ardından, sıra gençlere geliyor. Yelda Eroğlu, “Latife Tekin’de İşçi Gibi İşçiler” başlıklı yazısıyla sahneye çıkıyor. Yazarın Marves City adlı kitabına övgüler başlıyor: “Tekin, belki de Türkiye edebiyatındaki en gerçek, işçiye benzer işçileri yaratır Marves City’de. Bunlar, beceriksizliği kötü niyete varan yazarların eline düşen işçi karakterler gibi sadece üretim sürecinde ya da üretim sürecinin dışına atıldıklarındaki feci kaderlerinde (fahişelik, hırsızlık, açlıktan ölme ve dahi) gösterilmez.” Eroğlu’nun azıcık cesareti olsaydı, kim bu beceriksiz yazarlar, bunu açıkça söylerdi, söyleyemiyor. Günümüzde işçilerin hayatını anlatan kaç yazar var, bu bile tartışmalı bir konu iken yazar, oldukça iddialı bir tez öne sürüyor. Yelda Eroğlu’nun derdinin ne olduğunu anlamaksa zor değil. İşçilerin, işsizlikle ve çalışsa da yoksullukla imtihanının sonuçlarını edebiyatımızda en iyi Orhan Kemal anlatır. Sinemada en iyi Yılmaz Güney gösterir. Doğrudur, hırsızlıktan orospuluğa giden bir süreçtir bunlarca işlenen. “Estetik değildir” ve aşırı gerçekçidir. Üstelik, Yılmaz Güney, filmlerinin sonunda bir de çıkış yolu gösterir: Eşit bir düzendir işçiyi insanlaştıracak, bu düzen için öncüler gereklidir savaşacak. İşte bu toplumculuk ve gerçekçilik rahatsız ediyor yeni e yazarı Yelda Eroğlu’nu, kendisi bunu açık açık söylemese de. Latife Tekin’in işçileri nasıl işçilerdir peki Marves City’de? Bu abartılı ve gerçekdışı övgülerden soyutlarsak, elimizde ne kalır? Aslında, bir "Yeni Türkiye" anlatısında olması gerektiği gibi çiziliyor kitapta işçiler. Kendilerini sömürenlere gizli, bazen açıkça hayranlık duyan, sendikacıları, işçi arkadaşlarını bir kalemde silen, küçük çıkarları için dostlarını satan, birbirlerine hep yalanlar söyleyen işçiler bunlar. Bu anlamda Latife Tekin’in hakkını teslim etmeliyiz. Kendisi gayet başarılı ve doğal karakterler yaratmış. Ancak sorun şurada ki, bu sadece işçilerin değil, ülkemizdeki mevcut insan profilinin resmidir. Bu çerçeveleme, genel olarak doğru; ama bir işçi havzasına hapsedilmiş işçilerle sınırlandığında yanlıştır. Burada Latife Tekin açısından çelişkili bir durum yok. Kendisi zaten, eylemli mücadeleden, değiştirme ve dönüştürme iddiasından vazgeçtiği gün yazar olmaya karar vermiştir. Onun derdi işçiler değil, anlatılarına, fantezilerine zenginlik sunacak, birey dahi olamayan insancıklardır. Yoksullara borcunu ödediğini söylüyor yazar, bir yerde bu kitapla ilgili olarak. Bunu anlamak ise zor. Umut veren, yoksula yoldaşlık edilen tek bir satır yok kitapta. İşçilerin olduğu anlatıda patronlar buharlaşmış, uçmuştur. Kötülüklerin onlardan geldiği sezdirilir okura usulen; ama asıl kötülüğün işçinin işçiye ettiği söylenir. İktidarın, tahakküm ilişkilerin bütün bireysel ve toplumsal ilişkilerde saklı olduğu savlanır alt metinde. Foucault’dan girip Negri’den çıkacak piyasa eleştirmenleri için bol malzeme vardır Tekin’in eteğinde. yeni e’nin editörü C. Hakkı Zariç’in yazarla yaptığı ve Latife Tekin’in dahi şaşıp kaldığı anlamsız övgü ve analizlerle süren dosya, Kayhan Geyik imzalı yazıdaki cilayla sona eriyor. Geyik, Marves City ve Sürüklenme’de, toplumsal hayatın derinden sarsıldığının, çelişkinin derinleştiğinin işaretlerini görmüş; öyle diyor. Üstelik Tekin, bireysel öfkelerimizi birleştirip sınıf kinine dönüştürmemiz gerektiğini, söylüyormuş. Şu satırları Latife Tekin’e okutun, eminim gülecektir. Örgütlü solculuğun birinci vazifesinin Hdp’ye oy devşirmek olduğunu düşünen ve sınıf kinini, 1 Mayıs için Taksim’e çıkma mücadelesi verenlerden ayrılıp sağcı sendikacılarla Kadıköy’e gitmek olarak anlayan bir teşkilata mensup bu yazıcıların, hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Marves City bir yana, kısa tanıtım yazısında, “Sürüklenme'nin isimsiz anlatıcısı görünüşte sivil toplum örgütü gibi işleyen bir oluşumun destekçisidir… Örgüte kaynak temin etmek için Türkiye'deki büyük şirketlerin yuttuğu beldelerde ve Rusya’dan İngiltere’ye, Yunanistan’dan Almanya’ya yolculuk eden anlatıcı, bir taraftan örgütün kuruluş amacı konusunda, lideriyle derin bir hesaplaşma içine girer.” diye takdim edilen ikinci kitap; Latife Tekin’in zihinsel karmaşasını, solla hesaplaşmasını, sadece kendisinin anlayabildiği fantezilerini anlatan bir çalışma iken, nasıl oldu da buradan mücadele çağrısı çıkardılar acaba bunlar? Edebiyatta değil ama satış pazarlama konusunda ustalaşan Can Yayınları’nın, kitapların arka kapağına, yeni döneme uygun olarak #işçi #mücadele #çevrekirliliği #kadınmücadelesi gibi etiketler koymasından kaynaklı mı acaba yeni e yazarlarının kafa karışıklığı? Artık önlerine sunulanı, eleştirel bir okuma zahmetine dahi girişmemelerinden mi bu gerçekdışı tahlilleri? Yalçın Küçük, Küfür Romanları’nda, yeni solun, evet yeni olduğunu ancak solla alakası olmadığını, yeni romanın da romanı ortadan kaldırdığını söyler. Otuz iki yıl önce yapılan tespitler, Latife Tekin’in şahsını bir kenara bırakalım, doğrulanmıştır. Bugün doğru düzgün ne sol ne de edebiyat kalmıştır. Her şeye rağmen… Bu çöküşün önce adını koyup sonra yeni bir ülke, yeni bir sol, yeni bir edebiyat mücadelesi vermeye hazır yoldaşların artması ve bu mücadeleye zemin olacak ortamların çoğalması da şarttır. Bu da yeni yıl temennisi olsun. Alper Erdik GERCEKEDEBİYAT.COM AYDIN ÇUBUKÇU!
YORUMLAR