Son Dakika



Japon yazıtlarından birinde şöyle bir uyarı vardır:

 - Bu ağaçtan tek bir dal koparanın parmağı kesilecektir.

 

 (Salah Birsel, Kurutulmuş Felsefe Bahçesi)

 

Altın ya da Demir Kazık adıyla bilinen ağaç,

 Türkler için kutsalmış;

Yer’le Gök arasında iletişim sağlayan tinsel güç, ondaymış;

 geçişi sağlarmış; varlıkla yokluk arasındaki kapıymış;

evrenlere açılan, Tanrı’ya açılan bu kapının anahtarı “çift başlı kartal”daymış;

bir zaman gelmiş, bu kartal, Selçuklu’yu imlemiş;

... ve sonsuza dek, bu anahtar, Türklük bilincine “eman”et edilmiş,

Evren(ler) korunsun!” diye...

 

Bilgeliğin en eski anlatısında geçer ağaç; “el-ma” denen bilgiyi taşır üstünde; “il-su”ya çevrildiğinde bu sözcük, yorum ağı genişler ve yurt olan “toprak” parçası ile yaşam veren “su”yu imler. Su, toprakla gök arasındadır; yeri göğe, göğü de yere gösteren bir aynadır; maddenin suya dönüştüğü anlarda, yerle gök, birdir; birbiridir; birbirine eştir; birbirindendir. O nedenle, Ana-Türklerden günümüze, Gök ve Yer-Su inancını yüklenir ağaç; Yer’le Gök arasında milyonlarca yıldır olagelse de algılanamayan ilişkiyi, duyumsanan-duyumsanmayan ikiliğine, imgeden simgeye taşır.

Tarihsel süreçte, Acun’un her bölgesine yayılmış olan Türklerin ağaca ve doğaya duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık; inanç düzeyinde olagelmiştir binlerce yıldan bugüne.

Türklerin yaşadığı her bölge, yemyeşil ve uçsuz bucaksız bozkırlara komşuluk eden, dorukları karlı dağlara, gürül gürül akıp dökülen çağlayanlara, debisi yüksek ırmaklara, suyu bol göllere, çeşit çeşit ağaca, bitkiye, yaşama (hayy, hayvan, hayat...) iyelik eden kut yüklü ormanlarla doludur; çünkü, Ana-Türklerden Göktürklere, Sakalardan Kuşanlara, Tunguzlardan Orkunlara yeşille maviyi “Tanrı’ya açılan odak”ta tutar Türkler; sığınırlar; kutsal bilip korurlar ağacı, suyu... doğayı. 8. yüz yılda diktirilmiş olan Bilge kağan yazıtındaki uyarı, Çin ulusuyla yakınlaşmanın ölümcül yanlışlığı ile kutsal sayılan Ötüken ormanının koruyuculuğuna dikkat çekilmesi bağlamında önemlidir:

Bunca yere kadar [ordu] yürüttüm. Ötüken ormanından iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok insan öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. (Ergin, 2001: 57)

Sümerlilerden bugüne ulaşan söylencelerde, kökleri yeryüzünün altına, Cehennem’e uzanan ağacın dalları, yeri gökte olan Cennet’tedir; gövdesi ise arada kalışı, Araf’ı imler. Türk kültüründe Yer’le Gök arasında yaratılmış olan kişioğlu (insanoğlu) da Araf’tadır; “iki”lem içindedir; “teklik içindeki karşıtlık”tır her bir kişi; Tamu’yla (Cehennem) Uçmak (Cennet) arasında kalmıştır. Bu yüzden, iyilik de kötülük de ondadır; hem içindedir hem de dışında; hem içindedir savaşım hem de dışında; aynanın içindeki görüntüden ve dışındaki özdendir her bir kişi; ağacın kökleriyle dalları arasında kalmış gibidir!

Kuran’da geçen Tûbâ ağacının uzaydaki konumuysa farklıdır: Cennet’e gölge olan bu ağacın kökleri gökte, dallarıyla yaprakları da yerdedir. Söylencelere göre gövdesi altın, dalları kızıl mercan, yaprakları zümrüt, meyvesi de şeker olan bu ağaçta her ruh, yeniden ve bambaşka bir yaşam bulurmuş.

Vakvak ağacına gelince... hem yakın hem de uzak tarihin izlerini taşır üzerinde; farklı kültürlerden pek çok (s)imgeyi çağrıştırır:

Vaka-yı Vakvakiye ya da Çınar Vakası denilen o kanlı olayın (1656) tüyler ürpertici görünümü de çağrıştırılan öteki imgelerin arasında yer alır. O sırada Avcı Mehmed tahttadır, sipahiler ve yeniçeriler saray ağalarından bazılarını (otuz kişi olduğu söylenir) öldürüp cesetlerini Sultanahmet’teki çınar ağaçlarının dallarına baş aşağı asarlar. Vakvak ağacı Doğu mitoslarında meyveleri küçük çocuk kafası biçiminde olan ağaçtır. Rüzgar estikçe çocukların kafası birbirine çarpar, vak vak diye ses çıkarırlar. Tarımcı kadınların kültüründe toprak-ananın metaforudur ağaç, meyveler onun çocukları ya da eşleridir. Bu mitsel öykünün kaynağında da tarımcı kadınların ağaçta bedenleşen tanrıçası vardır. Kutsal sayılan kadınların ağaca dönüştüğü mitsel öyküleri çok kişi bilir. Ağacın dalları, yaprakları tanrıçanın saçlarıdır. Hayvan yavruları gibi bitkisel ürünler de tanrıçanın çocuklarıyla özdeş tutulur tarımcıların inancında ve aynı çağrışım kümesine konulur. Örneğin Eski Mısır’da tahıl başağı ile Osiris (Mısır tanrıçası İsis’in oğlu ya da eşi sayılan Mısır kralı) özdeşti, hasatta yere düşen ürün Osiris’in kurban edilmesi ile bir tutulurdu. Yazılı olarak ilk kez VII. yy.’da bir Çin metninde geçen ‘Vakvak Ağacı’ öyküsüne göre Arap denizciler sekiz yıldan sonra, son kıyıya ulaşır ve kırmızı dallı, yeşil yapraklı Vakvak ağacını bulurlar. Meyve yerine çocuk başlarıyla birlikte tam anlamıyla dişil bir imge olan vakvak ağacı Hint konuşma tanrıçası Vac’ın adıyla ilişkilidir. Vac Sanskritçe’de sözcük anlamına gelir ve tanrıçanın bedenleştiği kuğu (bazen de kaz) ‘vak’ sesini çıkarır. Ağaca asılı çocuk başları, çocukları yiyen tanrıçanın yuttuğu çocuklar olmalıdır. Yani bu ağaç ölümle, cadı tanrıçayla ilişkilidir. Bebek ya da çocuk ölümleri olduğunda, bizdeki ‘Al karısı’ gibi tanrıçanın onları yediğine, onlardan içinde yeni bebekler yapacağına inanılıyordu. (Cıbıroğlu, 2004: 166)

Geçmiş, gelecek ve şimdiyi içine alan Türklük bilincinde ağaç demek “kişioğlunun evrensel bilinçle bağlantı kurduğu düzenek” demektir; iyi ve kötü tinsel güçlere açılan kapıdır ağaç. Bu bağlamda “ağaç” kavramı çevresinde bilgi, bilinç, kozmik geçiş, iletişim, iniş, kişi, karşıtların birliği, kutsallık, tin, Tanrı, yükseliş kavramlarının birlikteliği söz konusudur. Gök Tanrı inancından Zerdüştlüğe, Mani öğrentisinden Budist öğretiye, Şamanist inançtan Taoistliğe, Mitraizmden Tasavvufa, Musevîlikten İslam’a kadar bütün inanç düzeneklerinde korunmuştur bu bilgi; mikro ve makro evren görüşü, buna dayanır: Kişioğlu, evrenin küçültülmüşüdür. Bunun yanı sıra, sonsuz küçük ve sonsuz büyük evrenler, birbirini bütünler. Ünlü düşünür Muhammed İkbal (1877-1938) şöyle demiştir bu konuda: “Evrene sığamayana insan, insana sığabilene evren denir.”  

Kişioğlunun arada kalmışlığını, Nietzsche’de (1844-1900) de görürüz; ona göre “Üstinsana giden yol o kadar zahmetli ve o kadar dar bir yoldur ki, altında uçurumların bulunduğu ya da tek bir ipten yapılmış bir köprüyle karşılaştırılabilir: İnsan, hayvan ile Üstinsan arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.” (Chaix-Ruy, 2000: 121) 

Yazdığı dizelerde, imgeden simgeye ve simgeden imgeye “geçiş”i büyük bir ustalıkla gerçekleştiren Sait Maden (1997: 85) “ağaç” ve “ışık” unsurunu kullanarak yapar bunu; maddeyle mananın birbirine bürünüşü çıkar karşımıza birden:

Ağacın kolları yok,
ama tutar ışığı
bir öper, bir öper ki
ışık basar çığlığı.

Işık bir yavru kedi,gözleri boncuk boncuk;
bu derin ağaçlıkta
onu arıyor çocuk.

İki Nehir Arası’ndan (Maveraü’n-nehr), Uzak Doğu’dan, Sibirya’dan, Kafkaslar’dan, Avrupa’dan, Afrika’dan... Anadolu’ya gelen Türkler; çok tanrılı evren görüşünden tek tanrılı evren anlayışına geçişte, yeryüzündekileri gökyüzüne çıkarır. Böylece, gökteki yıldızlar, yerdeki tanrı ve tanrıçaların karşılığı olur... Derken, Yaz Göğü’nü betimler Sait Maden (1997: 37) başka dizelerde:

                                           Sürek avına çıkmış tazılar gibi
                                           koşup duruyor gökte
                                           büyük bir geyiğin ardından
                                           Zühre, Demirkazık, Utarit,
                                           Altınkelepçe,
                                           Ülker, Kervankıran, Sekendiz
                                           ve geyik soluk soluğa
                                           dar atıyor kendini yere
                                           aramıza,
                                           çatal boynuzları yıldız içinde. 

Mitolojiye göre, Türklerin otağı, kat kat yükselen Gök ve Yer’in karşılığıdır; Yer’le Gök arasında, geçişi sağlayan Demir Kazık’sa (ağaç, yıldız) kozmik geçit işleviyle evrenleri birleştirir; bu kat kat evre(n)ler (felek, eflak) dokuz kattan sonra, yerini, Tanrı katına bırakır. Bütün yaratılmışların bilgisi olan Levh-i Mahfuz (hıfz edilmiş levha, muhafaza edilen levha) da 7. kat gökte, Arş’tadır. İslam mistik düşünce düzeneği olan Tasavvuf’ta, Tanrısal bilginin karşılığı olan levh(a), Tanrı’nın iradesi olan “kalem”le yazılmıştır ve yaratılmışların kaderi buradan bilinir. Arş’ın sağ yanında bulunan Sidre (kiraz) ağacı “gökyüzüne yükselenlerin ulaşabileceği en son sınır” olarak geçer Tasavvuf’ta; beşeriyet bilgisi buraya kadardır. Miraç’ta, Hz. Muhammed’in Cebrail’in önderliğinde yükselebildiği en son evrendir bu düzey. Divan edebiyatında sidretü’l-münteha (sınırdaki kiraz ağacı) sözcük öbeğinde karşımıza çıkan bu kavram, sevgilinin ve(ya) padişahın görkemi, boyu posu için de kullanılmıştır ozanlar tarafından, selvi (servi) ağacı gibi. Gökyüzüne dimdik yükselen selvi ağacı, Tanrı’yı, padişahı ya da sevgiliyi imlerken, kollarını açan çınar da âşığın ve(ya) kulun simgesi olagelmiştir edebiyatımızda:

Çek nedametten göğe dud-i dili dök kanlı yaş
           Serv-i nazı terk kıl gül-berg-i handanı unut

 

(Pişmanlık/dostluk göğüne, gönülden yükselen dumanı çek; kanlı gözyaşı dök;
naz yüklü selviyi terk et; gülümseyen gül yaprağını unut.)[1]

(Fuzulî, 16. y.y.)
 

Lazım gelirdi serv ü çınar ola meyve-dar
           Fazl ü hünerde medhali olsa kıyafetin 

(Kıyafetin [görünüş] fazilet ve hünere giriş hakkı olsaydı, selvi ile çınarın meyva tutması gerekirdi.)

   (Nabî, 17. y.y.)

... ve yıllar sonra, Rindlerin Ölümü’nde Beyatlı, “bir”liğin ya da “Tanrı”nın simgesi olan “selvi”yi şöyle ekler dizelerine:

Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü, her yerde, buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher, bir gül açar; her gece, bir bülbül öter.

Kök ve Gök... yeşil, sarıyla mavi arasındaki geçiş rengidir... yılan ve kartal... Mitolojide, yaşam ağacının tepesinde yuva kurup Gök kapısını koruyan “kartal” gibi, yuvasını ağacın köklerine yapan “yılan” da yeraltı kapısını korur. İlginçtir ki yılan, kiraz ağacını sever; bu yüzden, bu ağaçların olduğu yerlerde dikkatli olmak gerekir. Ağacının dibine gelip yerleşen “yılan”, sonsuz yaşamın kaynağı olan bilgiyi taşır; o nedenle yılan, tıbbın arması olarak kullanılır günümüzde de ve Sümerlilerin Gılgamış destanından bugüne kadar “ölümsüz”lüğün (s)imgesi olarak bilinegelmiştir Türklük bilincinde, bir de “evren(ler)”in karşılığı olarak... Ölümsüzlük suyunun aktığı yerde ya da bulunduğu denizin kıyısında, hep bir ağaç olagelmiştir sözlü ve yazılı anlatılarda. İnanna’dan İştar’a, Madonna’dan Meryem’e, Afrodit’ten Diana’ya, Athena’dan Sarı Kız’a; Damuzi’den Adonis’e, Helios’tan İlyas’a, Lokman’dan Hızır’a kadar Tanrılarla kişioğlu arasındaki yarı tanrıların ölümsüzlük ya da sonsuz yaşam kaynağı, hep suyla ağacın, yeşillikle toprağın yakınında bir yerlerde betimlenmiştir. Bu inanç düzeneği, baharın yeniden gelişini, uyanışı, dirilişi, yaşamın döngüselliğini, değişimin sürekliliğini, ölümle yaşam arasındaki dengeyi, enerjinin (tin, ruh, can) yok olmayışını, tinselliğin sonsuzluğunu anlatır kuşaklar boyu kişioğluna ve bu gelenek, Yeni Gün anlamına gelen Nevruz şenlikleriyle taşınır sonraki kuşaklara Türklük bilincini koruyan bütün kültürlerde.

Japonlar da ilkbaharın gelişini, kiraz ağaçlarının her çiçeklenişinde sakura (kiraz çiçeği) şenlikleriyle kutlayıp yeniden doğup uyanışa geçen ruhları selamlarlar söyleyip yazdıkları haikularla her nisanda. Günümüzde, Japon edebiyatında 3 dize ve 5-7-5’lik ölçüyle yazılan haiku; evren(ler)i olduğu gibi algılayıp algılatabilmek için beş duyunun kullanıldığı bir anlatım biçimidir. Bir anlık süreçte algılanan gerçek, başka hiçbir söz(cük) oyunu yapılmaksızın verilmeye çalışılır haikuda. Batı’ya yapılan haiku çevirilerinde, dildeki farklılık yüzünden bu ölçü bozulsa da gerçeği olduğu gibi verme çabası, korunmaktadadır. Haikuyu, Japon edebiyatında hak ettiği yere getirdiği kabul edilen ve 17. yüz yılda yaşamış olan Matsuo Başou (Bkz. 2008) pek çok dize bırakmıştır gerçeği olduğu gibi anlamaya çalışanlara; işte, bunlardan 12’si:

Bahar yakın ya                                Gel, gör                                               Tomurcuklanan

sahneyi kuruyorlar                           çiçeklerini                                            şeftalinin yanında

ay ile erik                                          acılı dünya                                          ilk kiraz baharı

 

Yapabilseydim                                  Bırak söğüte                                       Dağ yolunda çiçek açan

düşen kiraz çiçeği gibi                      nefretini de arzusunu da                     eriğin kokusuyla birden

söylerdim şiirimi                                yüreğinin                                             güneş doğuyor

 

Ya sen kelebek                                  Eski havuza                                        Kirazın altında

ya da ben Soşi’nin                             atlıyor bir kurbağa,                             bahar çorbası

düşlü yüreği                                       sudan gelen ses                                 bahar salatası

 

Uyan kelebek                                     Yitik yılların                                         Ay batarken

geç oldu daha                                    ışıklı anıları                                         yaprak yağmura tutunur

yolumuz uzun                                     kirazlar işte                                         ağaç üstünde

Kutsal Sidre’den kutsal kiraz ve kutsal sedire... Yeryüzünde, bilinen en eski yazılı yapıt olan Gılgamış destanında, tarihteki ilk Sümer yerleşkelerinden Uruk kentinin kıralı olarak betimlenen Gılgamış’ın başından geçenler, milattan önceki 21. yüz yılda yazıya geçirilmiştir. Gılgamış; başlangıçta tek güçlü düşmanı, sonrasındaysa biricik “arka”daşı olan Enkidu’yla birlikte, sedir ormanını koruyan ve Tanrısal güçlerle donatılmış Humbaba’yı öldürerek ormandaki kutsal sediri keser. Kutsal olanı öldüren Enkidu, bu lanetli eylemin sonucunda Tanrılar tarafından ölümle cezalandırılırken, yenilmez kıral Gılgamış, büyük bir yenilgi ve arkadaşını yitirmenin acısı içinde, ölümden kurtulmanın yolunu, yani ki ölümsüzlük suyunu aramak için tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkar; ancak, başarısız olur. Yarı Tanrı olan kıral Gılgamış için kaçınılmaz son, yenilgiyi ve diğer yaratılmışlar gibi bir gün öleceği gerçeğini kabullenmek olur; çünkü, Enkidu gibi o da kutsal olana saldırıp onu yok etmiştir. Enkidu’nun kutsal olana, yani ki ormanı koruyan Humbaba’ya saldırıp onu öldürmesi sonucu, Tanrılar tarafından ölümle cezalandırıldığında, ormandaki kutsal sedirden yaptığı kapı karşısında söylediği pişmanlık ve kargış dolu sözler, ibret vericidir:

Gözcü Humbaba’yı yere serdi Gılgamış,
iki konak öteden sedir ağaçları inledi.
Onu yere serdi Enkidu yoldaşıyla bir olup,
orman uğuldadı, sedir ağaçları inledi.
Orman gözcüsünü yere serdi Enkidu,
böğürtüsünden titredi Hermon ve Lübnan,
dağlar sarsıldı, doruklar titredi.
Böyle gitti ölüme sedir ağaçları gözcüsü,
dağılıp yok oldu yedi parıltısı da.
Gılgamış, yüz okkalık bir yükü sırtına vurup
daldı ormandan içeri:
Yirmi okkalık bir ağ, seksen okkalık kılıç,
Anunnaki Tanrılar’ın gizli barınağına daldı böylece.
...
Gılgamış ağaçları keserken
Enkidu işaret koyuyordu kütüklere.
Enkidu ağız açıp konuştu, dedi ki Gılgamış’a:
“¦Kardeş, ulu bir ağacı devirdik,
“ucu göğü deliyordu, o kadar yüksek.
“Bir kapı kanadı yap ondan
“boyu doksan karış, eni otuz karış olsun,
“kalınlığı iki karış,
“ara bağlantıları, ortada, altta, üstte
“on beşer karış olsun.
“Nippur’a götürelim Fırat üzerinden onu;
“Nippur bayram eder sevinçten.”
 

[...] bir sal yapıp çattılar

ve Enkidu salın üstüne çıktı,

Humbaba’nın kesik başını getirirken Gılgamış.

 

[...]

Gözlerini kapıya doğru kaldırmıştı,

Enkidu kapıyla konuşuyordu bir insanla konuşur gibi:

“¦Hey kapı, ormandan gelen kapı,

“insan aklı yok sende elbet!

“Senin keresteni bulabileyim diye

“tam iki yüz beru yol teptim,

“buldum sonunda sedir ağaçlarının en büyüğünü.

“Sendeki kerestenin bir benzeri yok:

“boyu doksan karış, eni otuz karış,

“kalınlığı iki karış;

“ara bağlantıları, ortada, altta, üstte

“on beşer karış.

“Seni kesip biçtim, yapıp çattım, Nippur’a

“Enlil Tapınağı’na taşıdım.

“Bana vereceğin ödülün, edeceğin iyiliğin

“bu olacağını bilseydim, kapı,

“baltamla bir güzel parçalardım da seni

“bir sal yapıverirdim tahtalarından.” (Maden, 2007: 79, 94)

Türk mitolojisinde (Bkz. Beydili, 2005) “ağaç”, evliya ağaçtır; bay terektir; bay yıgaçtır; hayat ağacıdır; Dünya ağacıdır; temir kavaktır; bay kayındır; şaman ağacıdır; devletli kaba ağaçtır... ara ağaçtır ki Cennet’teki Türk tongaları (kahraman) Acun’a bu ağaçtan geçip gelir.

Hun dönemi Türk mitolojisinde, bilge ve ermiş bir kimlik olarak betimlenen Oğuz; hem bedensel hem de tinsel açıdan, üstün yetilerle donatılmıştır. Ülkesindeki ormanda, halkına saldıran ve kutsal ormana girişi olanaksız kılan tek boynuzlu, gergedan benzeri bu yaratık, Oğuz tarafından yok edilir; böylece Oğuz, karanlığı yenerek, kaostan kozmosa geçişi sağlayan önder olur babası Karahan’dan sonra:

Tam gece yarısında canavar çıkageldi,

Göz gözü görmüyorken gözleri çakageldi.

Gövdesi pençeleri kocamandı, korkunçtu...

Bir bakmayla Oğuz’un yüzündeki renk uçtu.

Dedi “Bana isterse canavarı yendirir,

İsterse yurt halkını bahtıma ilendirir;

Gayret etmek bendense yardım Göktanrı’dandır,

Göktanrı ki gücüyle her şeyi yaratandır.”

Öfkeyle kılıç çekti, bir iki nara bastı,

Ses dağ dağ yankılandı, gök yere ineyazdı.

Saldıran canavarın başı çarptı kalkana,

Oğuz’un sert kalkanı boyanmıştı al kana.

Kavraşıp ayrıldılar, gözü kararan Oğuz,

Önünden savrularak elini düşürdü uz

Canavarın boynuna kılıcı çalıverdi,

Acı bir homurtuyla öylece kalıverdi...

O kocaman başını kargısına takarak

Tan vaktinde ormanı geride bırakarak

Oymağa giden yolda toz kaldırttı atına,

Tez adımlarla çıktı Oğuz, hanın katına.

Karahan sevinç ile doğrularak yerinden

Oğlunu öptü öptü alnından, gözlerinden.

Dedi: “Kıvanç veriyor varlığın atan Han’a,

Bu gün için doğurdu seni doğuran ana!”

Hanlar hanı Karahan artık üzüntüsüzdü;

Oğuz’un şerefine zengin bir şölen düzdü.

Kadınlarla çocuklar, gençlerle ak saçlılar,

Yediden yetmişe dek bütün Günortaçlılar

Sofralar sıralanmış meydana biriktiler,

Kesik başla kargıyı orta yere diktiler,

Şen kopuz sesleriyle milletçe yiye içe

Çılgınca eğlendiler, yedi gün yedi gece... (Gocul, 2000: 9)

Gılgamış’la Oğuz’un ormana gidişleri ve oradaki canavarı öldürüşleri ortak izleklerden olsa da her iki eylemdeki “erek”in ya da “niyet”in farklı oluşu, sonucun da olumlu ve(ya) olumsuz olmasına neden olur. Ülkesinin surlarını genişletip gücüne güç katma isteği doğrultusunda, kutsal ormanı koruyan kutsal bir yaratığı öldürmüştür Gılgamış; yaptığı iş –ona göre– kendi menfaati gereğidir; halkına huzur vermeyip sürekli hak yiyerek, kendi nefsine hizmet eden Gılgamış’ın niyeti kötü olduğu için sonuçta, Tanrılar tarafından cezalandırılır. Türklük bilincinde, tek tanrılı Göktürklerden bin tanrılı Sümerlilere kadar, kutsal bilincin huzurunda (hazır, huzur, Hızır...) şu gerçek değişmemiştir: “Tanrı, her zaman doğru ve dürüst olanın yanındadır; Tanrı, Hakk olandır ve her türlü yaratılmışın haklarına saygılı olunmasını sever; yaratılmışların hakkını yiyenin, Tanrı katında yeri ve(ya) huzuru olmamıştır; her bilinçli yaratılmış, her an Tanrı’nın huzurundadır; sınavdadır.” Bu yüzden, anlatıda da bir “yarı tanrı” olarak betimlenen Gılgamış, gücünü sonsuza dek kaybeder. Buna karşılık Oğuz, kutsal ormana ve de kutsal gördüğü halkına zarar veren yaratığı öldürmek için kendini hiç düşünmeden feda eder; halkının çıkarları için öldürür ormandaki “can”avarı (ruhu alıp götüren) kendi çıkarları için değil; bu eylemiyle halkına hizmet etmiştir Oğuz, kendi nefsine değil.

Gılgamış’la Oğuz arasındaki bu niyet farkı, Firavun’la Musa arasındaki fark gibidir.  

Yine Oğuzname’ye göre, yemyeşil ormanlarla çevrili olan bu beldede, Gök kızı ve Yer kızıyla evlenen Oğuz’un Gün, Ay, Yıldız, Gök, Deniz, Dağ adındaki çocukları; evrenin de yaratılışını imler. Oğuz’un kendine eş olan Gök ve Yer kızlarıyla karşılaştığı yerlerde ışık, su, toprak, ağaç birlikteliği vardır hep. Kamu ve savaş yönetiminin kurucusu olarak gösterilen Oğuz han, kendinden sonra ilin yönetimini hangi çocuğuna bırakacağını belirlemek için düzenlettiği ilk kurultayda, sağ tarafına Bozokları (Gün, Ay, Yıldız) ve sol tarafına da Üçokları (Gök, Deniz, Dağ) alır; yeryüzüne yayılır bu 24 boy oradan öylece: Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli, Yazır, Töker, Dodurga, Yaparlı, Avşar, Kızık, Beğdili, Kargın; Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salur, Eymür, Alayondlu, Yüregir, Iğdır, Büğdüz, Yıva, Kınık.. 

Oğuz’un Gök ve Yer kızlarıyla karşılaşıp evlenmesi şöyle anlatılır Oğuzname’de (Bkz. Gocul, 2000: 12)
 

Oğuz, yalnız başına tırmandı bir gün dağa,

El açıp Göktanrı’ya başladı yalvarmağa.

Gün ortası karartı çöktü birden göklere,

Mavi bir ışık indi yakınında bir yere.

Ay’dan da Güneş’ten de parlak bir ışıktı bu!

İlerledi ışığın indiği yere doğru.

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM