Son Dakika



I.

Bilim Tarihi Uluslararası İkinci Kongresi 1931 yılında Londra’da toplandı. Bu toplantıya Rusya’dan gönderilen sekiz kişinin altısı bunu izleyen birkaç yıl içerisinde öldürüldü ki, aralarından üç tanesi son derece önemli ve sosyalizme son derece inanmış bilim adamlarıydı: Fizikçi Boris Hessen, büyük genetik alimi N. I. Vavilov ve bildiğiniz Bukharin.

 Katledilen milyonlarca ve milyonlarca masum adam arasından bu üçünün hikayesini kısaca anlattığım zaman, insanlığa daha iyi bir gelecek vaat eden ve yerine konacak yeni bir görüşün henüz ortaya çıkmamış olduğu sosyalist ideolojinin nasıl kirletildiğini göreceksiniz. Sekiz kişi içerisinde öldürülmeyen ikisine gelince, onlar diğerlerini kollamak için gönderilen parti adamlarıydı ki birisi o yıllarda azılı Stalinst olup sonradan nedamet getirmişti.

Boris Hessen, Rusya’daki Fizik bilimini partinin şerrinden korumaya çalıyordu. Bolşevikler relativite ve kuantum mekaniğini reddediyor, bunun Marksist materyalizmin temelini yok ettiğini öne sürüyorlardı. Fiziği diyalektik materyalizme göre yeniden inşa etmek gibi saçma bir gayretkeşlik içersine girmişlerdi. Stalinciler, Einstein’ın, Lenin’in Materyalizm ve Ampiriyokritisizm adlı kitabında polemik yaptığı Mach’ın takipçisi olduğunu söylüyordu. Bu nedenle Einstein’ın adını ağza almak bile idam için itirafname sayılırdı. Hessen’in Londra’ya gönderilmesindeki bir amacın da orada yeni teorileri savunarak suçlu duruma düşmesine zemin yaratmak olduğu söylenir ama bu konuda belge, ıslak imza filan yok.

Şimdi bu işin teorik cephesine bir göz atalım. Marksizmi ilkel ve mekanik bir şekilde kavrayanlara ait bir ikilem vardır. Altyapıya, yani üretici güçlere, üretim ilişkilerine filan fazla önem verilirse ekonomik determinizme düşülür ki bu, değişimin sadece maddi koşullara bağlı kaldığı gibi bir kaba materyalizmdir. Bunun zıddını ifrata götürürseniz tarihi dahilerin ve liderlerin yaptığı gibi bir şey çıkar. Stalin dönemi ideoloji memurları, determinizmden en ufak bir sapmayı ihanet olarak görüp sansür ediyorlar, bunu sübjektivizm ve tesadüflerin rolünün abartılması olarak niteliyorlardı. Halbuki kendilerini kainatı düzenleyen “demiurgos”un muğlak statüsüne çıkartarak dokunulmaz kılıyorlardı ve gene dokunulmaz ustaların sözde yanılmazlıklarını temsil eden halifeler olarak yorum hakkını uhdelerinde tutuyorlardı. Devrim yıldönümleri ve 1 Mayıs’larda uzak ve yüksek balkondan aşağı bakan devrim uluları…

   

Boris Hessen   

Hessen böyle bir ortamda ne yapabilirdi? Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. “The Social and Economic Roots of Newton’s Principia” (Newton’un Principia’sının –yani temel eserinin- Sosyal ve Ekonomik Kökleri) başlıklı bir tebliğ kaleme aldı.

Burada, 17. yüzılda burjuvazinin ticaret, denizcilik, askeri teknoloji ve diğer alanlardaki gelişmesini anlatıyor ve Newton’un çalışmasının, burjuvazinin özellikle teknik sorunlar konusundaki ihtiyaçlar ve isteklerinin giderilmesi için yaratılmış olduğunu savunuyordu. Bugün hepimiz bunu kaba materyalist bir görüş addederiz ve okumak bile istemeyiz. Ama Hessen burada ince bir denge peşindeydi: Hem fiziği savunmak, hem de kendisini korumak istiyordu. Stalinci fizikçiler Newton fiziğini koşulsuz savunduklarına göre, burjuvazinin istekleri için meydana getirilmiş bir şeyi savunuyor olacaklardı.

Çok ilginçtir. Makale Rusya’da tartışılmadı. Sadece partiye aykırı konuşmadığını rapor ettiler ve birkaç yıl daha yaşadı. Batıda ise ilgi gördü. Öncelikle, o dönemde “dahilere” dayandırılan bilime bakışın sorgulanmasına yol açtı. Ayrıca, ekonomik gelişme ile bilim arasında kurduğu bağlantı pek önemsenmedi ama, bilim ile savaş sanatı arasında kurduğu ilişki üzerinde ayrıntılı olarak duruldu. Bilim-ideoloji ilişkisinde ima yoluyla değindikleri ise sonraları daha iyi anlaşıldı.

 Sergei Kirov                                                         

1920 ve 30’larda bilime ve yeni kurulmakta olan bilim tarihi disiplinine bakış çok şematik şekilde iki zıt kutupta toplanmaktaydı. “Internalist” diye adlandırılan bakışın sahipleri bilim tarihinin sadece bilimin rasyonel bilgi ve yöntemlerin gelişmesiyle açıklanabileceğini savunuyorlardı. “Externalist” olarak adlandırılan kesim bilimlerdeki değişim ve gelişmenin bilimsel olmayan (sosyo-ekonomik) faktörlerle birlikte incelenebileceğini öne sürmekteydi, ki Hessen in tebliği bu anlamda parti çizgisine ve bu görüşe uygun görünüyordu.

Çoğunuz Alexander Koyre adını duymuşsunuzdur. Internalist görüşü savunuyordu ve 1939 yılında yayınladığı “Galileo Etütleri”nde  bilginin gelişmesini, biliminin entelektüel içeriğini, metafizik varsayımları ve onun akılcı yaklaşımını anlatmıştı. Bu ikilem Koyre’nin takipçisi olan ancak giderek externalist görüşe farklı şekilde yaklaşan T. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı (1962) kitabıyla söndü. Onun bir paradigmanın yerini diğerine bırakması şeklindeki açıklamasının konuyu çözümlediği genel kabul görmüştü.

İşte geldik Bukharin’e. O devrimin en has önderlerinden birisiydi. Partiye devrimden önce katılmış, bütün kademelerinde görev almasının yanında birçok teorik çalışmaya imza atmıştı. Ne var ki siyasette yalpaladığı zamanlar oldu ama o dönemde kimin olmamıştı ki. En büyük hatası Stalin’in Bolşevikleri öldürmekte ne kadar kararlı olduğunu üç dört yıl geç anlamasıydı. O anlayıncaya kadar Stalin bütün parti örgütünü ele geçirmişti.

Lenin ölünce, Kamenev-Zinovyev ve Stalin ile birlikte Troçki’yi tasfiye etiler. Sonra da Bukharin ile Stalin bir olup Zinovyev ve Kamenev’i tasfiye ettiler. Bu sırada yaptığı hataları görmeye başladı ama iş işten geçmişti. Stalin ile boşuna uzlaşmaya çalıştı, eski bolşeviklerin hepsi öldürülecekti. Bu sırada üst parti örgütlerinden uzaklaştırılmıştı ama bilimsel çalışmalara iştirak ediyor, gazetecilik yapıyor ve 1936 Anayasası’na en büyük katkıda bulunuyordu. Öte yandan ağın daraldığını, ölümün yaklaştığını hissediyor ama bir şey yapmıyordu. Zaten artık yapamazdı. (Örümcek ve kurbanı).

1934 Aralık ayındaki Kirov suikastı dönüm noktasıydı. Stalin bunu kim vurduya getirip terör kampanyası için vesile yaptı. Kirov katı bir Stalinciydi ama iki büyük suçu vardı: Birincisi, Merkez Komite seçimlerinde Stalin’den daha fazla oy almıştı. İkincisi de eski bolşevikti ki, bunlardan sadece birkaç tanesi mostralık olarak hayatta bırakılacaktı.

1936 yılında Bukharin son defa yurtdışına gönderildi. Dönüşte öldürüleceğini biliyordu ama Rusya dışında yaşayamayacağını söyledi. Tutuklandı ve düzmece bir itirafname için aylarca işkence gördü. Ailesini kurtarmak için imzaladı. Hapiste iken Stalin’e 30’dan fazla mektup yazdı. Bir tanesinde “Kobe, niçin ölmem gerekiyor?" diye sordu. ("Kobe" Stalin’in yakın çevresinde kullanılan takma adıydı.) Stalin 1953 yılında ölünce bu mektubu masasında buldular. Düzmece mahkemede ailesini kurtarmak için imzaladığı metne bağlı kalmakla birlikte yapılanları teşhir etmeye çalıştı. 15 Mart 1938’de katledildi. (Buharin'in karısı toplama kampına gönderildi ama Glasnost’u görecek kadar yaşadı.)

*

Bukharin, bir siyasetçi olmasının yanında ekonomiden felsefeye kadar birçok alanda çok verimli bir yazar ve araştırmacıydı. Lenin, onun partinin en önemli teorisyeni olduğunu söylemişti ama anlaşıldığı kadar pratikte yeterince uyanık değildi. Öte yandan, olayların o kadar korkunç boyutlara götürülebileceğini ilk başta kimse tahmin bile edemezdi.

Sosyalizmin bugün fiili olarak ortadan kalkmasının bir numaralı nedeni ne emperyalizm, ne de başka bir şeydir. Bir numaralı faktör 1930’larda azgınlaşan akıl almaz terör ve bunun sonuçlarıdır.

O devirde, sosyalizm için koşulların olgun hale gelmediği tartışılabilir. Muhtemelen de öyleydi, ama bir geçiş rejimi sürdürülüp (ki ilk dönemde yapılan zaten buydu) daha iyi bir örnek bırakılabilirdi ve sosyalizm yenilecekse, geriye bir korku mirası değil, insanların özgürleştiği güzel bir sistemin hatıralarını bırakabilirdi. Ki muhtemelen de o takdirde sosyalizm zaten yaşamaya devam ederdi. En azından o korkunç rejim, sosyalizm ile özdeşleşmezdi.

Heyhat, olan oldu ve şimdi biz kapitalizme alternatifi yaratmak için çok daha geri bir noktadan başlamak zorundayız. Öte yandan 1917 sonrasının insanlık için büyük bir deney olduğuna da kuşku yoktur ama bununla avunamayız. Çok daha iyi ve yapıcı bir deney olabilirdi. 

*

Gelelim, benim çıkardığım derse (belki siz başka çıkarırsınız): Kaba materyalistler (ki kötü mirasları ölmüyor)  o dönemde relativizmden ve kuantum teorisinden ürktüler veya en azından rahatsız oldular. Bunun tarihi şemayı bozacağını, sosyalizmin kaçınılmazlığı iddiasını zayıflatacağını düşündüler.

Nitekim günümüzdeki post modernizm hakikaten insanların siyasi inanç sahibi olmalarını zorlaştırıyor. Bazı konular, hatta çoğu konular “ne anlamı var” a gelebiliyor. İnsan zihni gerçekten de düzenli bir şemaya inanınca rahat ediyor. Dinler bunun için etkisini yitirmiyor. Stalinciler relativist anlayışı bastırıp yerine şemalarını ve neden-sonuç ilişkilerini rahatça savunabildikleri bir pozitivizmi yaşatmak istediler. Ama korkunun ecele faydası yok. Yaptıkları her baskı çöküşü hızlandırdı. 

Hessen’in söylediği şuydu: bilim ile inancı karıştırma, bilim adamının kişiliğini hiç karıştırma. Newton da inanıyordu Einstein da. Bunlara takılmayın… Nitekim esas olan bilimin özüdür. Biz bilim adamlarının düşüncelerine göre bilimi seçecek değiliz. Bunu Hıristiyanlar buldu, şunu Yahudiler, ötekisi burjuva bilimidir filan diye başlarsak biteriz. Gerçek bilim bir bütündür ve sorun onu sahte bilimden ayırmaktır. Siyasi ve felsefi tercihlerimizdeki kıstaslarımız ise bu referanslarla belirlenmez. Kaldı ki belirlense bile kuantum mekaniğini yok edemeyiz. Tercihlerimizi başka kıstaslara göre yaparız ve ister Newton, ister kuantum, herhangi bir mekanikle değil, tarih bilincimizle yaparız. 

II.

Herhangi bir inanç veya felsefeye sahip olmak başarılı olmanın veya olmamanın garantisi değildir. Önkoşulu olduğu bile kuşkuludur. Ah! bu adam diyalektik materyalistçi, senin gibi bir pragmatisti havada harcar veya benim amcam pozitivist, senin dayını döver gibi bir şey olamaz.

Bilime en büyük katkıları yapanların inançlarını sorgulayacak olsaydık halimiz haraptı!

Aynı şeyi örneğin siyasi inanç sahipleri için de yapabiliriz ama yapmasak iyi olur, çünkü tarihin en büyük canisi ve yardakçıları sözde sosyalist bir ülkeden çıkmıştır. Ama maalesef inanç ile bilim, sanat veya siyaset daima karıştırılmıştır. Günlük hayat da bu anlamda denetlenmeye çalışılmıştır. Calvin’in Cenevre’deki püriten diktatörlüğünde gülmek bile ölüm nedeni olabilirdi. Ama ideolojiler insanları mutlu veya başarılı kılabileceklerini öne sürmüşlerdir.

20. yüzyılın hastalıklı dünyasında da rejimler böylesi iddialar ortaya atmışlardır. Örneğin bir zamanlar sosyalist ülkeler olimpiyat oyunlarına muazzam  bir hazırlık yapar ve propaganda vesilesi olarak kullanırlardı. Hitler de bunu 1936 Olimpiyatlarında yapmaya çalışmıştır. Nazi “aryan” atletlerin filmini çeken Goebbels, takipçisi Leni Riefenstahl, bize bu anlayışla ilgili önemli bir belgesel bırakmıştır ki, Nazi plastik sanatları adeta bu filimdeki figürlerden çekilen kopyalardan ibarettir.

Post modernizmden (ki bu bir felsefeden çok, bütünlüksel bir bakış veya yaklaşım olarak nitelenmelidir) korkan er meydanına çıkmasın. Akıl kuşkusuz ki sonsuz etki altındadır. Bu etkiler ve algılar biz farkında olmasak da zihnin arka planında sürekli işlemlenir. Bunlar giderek hem seçici algılamaya yol açar, hem de algılananların nasıl algılanacağını belirlemeye başlar.

Zihinde ortaya çıkan karmaşıklığı yönetmek bütün diktatörlerin ve baskı rejimlerinin en büyük amacıdır.

Nazilerin sadece basını, sineması ve hoparlörleri değil, yürüyüşleri, marşları, salonlarda oturma şekillerine kadar her şey sıradan insanların zihinlerinde etki bırakmak için tasarlanmıştı. Bir zamanların komünist partilerindeki en itici, en nefret uyandırıcı şey de oybirliğiyle seçilen (asla yanılmaz, hata yapması mümkün olmayan, hatta hata yapabileceği akıldan bile geçirilmemesi gereken) parti genel sekreterlerinin yüksek kürsüden baktıkları delegeler tarafından sonu gelmez alkışlarla ululanmasıydı.

İşte bu nedenle bunlar kuantum fiziğinden hoşlanmadılar. Aklınız karışmasın, tam tersine aklınızı tamamen bize verin, biz sizin yerinize düşünürüz dediler. Führerprenzip her iki tarafta da geçerliydi. Stalin, Hitler’i ruh ikizi olarak görüyordu. Bu nedenle ülkesini Nazi istilacılara karşı hazırlıksız yakalattı ve Kızılordu biraz toparlanıncaya kadar iki bin kilometre çekilip, ilk aylarda, sivil kayıplar ve yaralılar hariç, sadece ölü ve esir olarak yedi milyon kayıp vermek zorunda kaldı. Üç milyon Alman askeri sınıra yığılınca ve sayısız istihbarat biriktikçe, kimse bundan söz edemiyordu çünkü bu yasaklanmıştı ve bunu yapan o an provakatör olarak suçlanıp öldürüleceğini biliyordu. Akıl o kadar dumura uğramıştı ki sınırdan gelen bir telefonda “Almanlar ateş ediyor, ne yapalım?” diye soruyorlardı. Yanıt “sen de onlara ateş et sersem” şeklindeydi.

İşte akıl böylesine durumlara düşebilen bir şey. Amerikalılar ise insan aklını çok daha ince yöntemlerle etkilemenin yollarını geliştirdiler ki, bunları siz değerli okurlar zaten biliyorsunuz. O noktada şu veya bu felsefenin faydası mı olacaktı.

Şimdi, doğa ve insanlık düzenli bir şemaya uygun olarak zaman içerisinde, önceden belirlenmiş aşamalara uğrayarak akıp gidecek olsaydı ne güzel olurdu. Sanki fırtınasız bir gölde sakin iskelelere uğrayarak son durağına ulaşan bir gemi gibi. O zaman akıl da acı çekmezdi. Ama ne var ki dünya kaotik bir yer. Hiçbir şey önceden belirlenmiş değil. Kesin olan tek şey belli gerilimlerin tepkiye yol açacağıdır.

Bu tepkilerin nasıl tezahür edeceği ise günün koşullarına bağlıdır ve her türlü irade bu tepkilerin biçimlerini ve yoğunluğunu değiştirebilir. Bunlar tarifeye bağlanmış şeyler (birbirini izleyen tarihi gelişme aşamaları) değildir. Doğa olaylarının kaotikliğini bir kenara bırakalım. Toplum sayısız (aynı zamanda değişken) iradenin karşılaştığı bir arenadır. Olaylara bu şekilde bakmak sizi daha başarılı kılar ve kuantum mekaniği bu kaotik yapıyı görmenize yardımcı olacağı için Newton Fiziğinden daha yararlıdır. Tabii böyle bakmak istiyorsanız, çünkü bu da bir tercih konusudur. Yoksa kuantum mekaniğini ortadan mı kaldıracaksınız. Saçmalamayın. Doğanın böyle bir yapısı var. Kaba materyalistlerin kuantum fiziğinden duyduğu korkunun kilisenin Batlamyus kozmolojisinin yıkılmasından duyduğu korkudan en ufak bir farkı yoktur.

Öte yandan Newton fiziği de makro dünyada, büyük cisimler arasında pekala geçerli ve son derece yararlı bir fiziktir. Ama hiç kimse dünyaya bakarken “ben şimdi rasyonalist bir yaklaşımla gözlem yapıyorum” ya da “birazdan endüktif mantığa geçeceğim” demez. Ama doğru düşünmek için özel bir gayret göstermek gerekir. İnsanın zihnin etkileyen faktörlerden ve daha iyi düşünmesini sağlayacak yaklaşımlardan ve bunların unsurlarından haberdar olması gerekir.

Altyapının belirleyiciliği diye bir şeyden de söz edilebilir ama bu çok uzun vadede ortaya çıkacak bir belirleyicilik olduğu gibi, sonuçların nasıl tezahür edeceği konusunda da kesin öngörülerde bulunulamaz. Toplumlar son derece farklı yollardan ilerleyebilir. Olduğu şekilde olduğu için “zaten kaçınılmaz şekilde böyle olacaktı” diyemeyiz. Kaçınılmazlık diye bir şey yoktur.

Marksizmin içine teleolojik ve şematik unsurlar yerleştirilmesinin nedeni basit zihinler için şemalar oluşturmak gayretinden kaynaklanmaktadır. Şayet yaşasaydı bundan en ziyade muazzep olacak da Marx’ın kendisi olurdu. Benim görüşlerimin içine ettiniz diye kahrolurdu.

Ne yazık ki sosyalizm savaş içerisinde doğdu ve liderlik prensibine göre inşa edildi. Yenilmez lider hiç sual etmeden onu izleyecek kitlelerin aklı olacak, kitleler de onun formule ettiği şemalarla buna hazırlanacaklardı. Aynı dönemin ürünü olan ve birkaç yıl arayla yayınlanan “Diyalektik ve Tarihi Materyalizm” ile George Politzer’in Felsefenin Temel ilkeleri bütün dünyada, ama belki de en çok Türkiye’de birkaç nesil sosyalisti ziyan etti. Bunlar mekanik ve kaba materyalist bir görüşün yaygınlaşmasının yanı sıra diyalektiği de şemalaştırarak katlettiler. Bu dönemde şematik bir Marksizm anlayışından kurtulan esasen pek yoktu.

Kısacası, felsefi yaklaşımlar, daha doğrusu çağın entelektüel atmosferi kuşkusuz ki  her birey üzerinde ve tabii ki geniş kitleler üzerinde belirleyici bir etki yapar.

Eğer aklınıza güveniyorsanız buna teslim olmak veya buna karşı çıkmak için kaba materyalizme sığınmak zorunda değilsiniz.

Hiçbir önerimizi şu veya bu felsefeye ve o felsefeye temel teşkil eden kozmografya ve fizik anlayışına uygunluğuna göre değerlendirerek yapmayız. Aklımıza göre yaparız. Akıl inancın da, ideolojinin de, felsefenin de üzerindedir. Yoksa, şu veya bu felsefelere bağlanarak yaşamanın şu veya bu mistik inanca bağlanarak yaşamaktan bir farkı olmaz.

Ben Hıristiyanım adım Zakir…merhaba ben Şaban, Marksistim … bu da post-modernist arkadaşım Ökkeş… - Ben her nedenselliğe inanamam. - Ya hangisine inanırsın. - Bense inanmak zorundayım. - O halde “big bang” a inanamam. - Yaa, öyle mi, bense evrim teorisini kabul etmek zorundayım. - filan falan.  Böyle mi yaşıyoruz? Yoo! O halde başka şeyleri de birbirine karıştırmayın. Kendi zihninizi cenderelere sokmayın. Herkesin kendi aklı var. İlla kalıp aranmasın.

Felsefe/ideoloji/inanç bir düşünce aracı olarak değil de bir sığınma kapısı olarak görülmemelidir. Öte yandan, dünyayı aklımıza uydurmaya çalışmak kendimizi kandırmaktan başka anlam taşımaz. Nasıl dünyanın güneşin etrafında döndüğü benimsenip yeni ufuklara yelken açıldıysa, kuantum fiziğinin kaotik dünyası da düşünceyi etkiliyor.

N’oolmuş yani. Bunun için mi hala yeniliyoruz? Emperyalist kapitalizm bu nedenle mi kazanıyor?

Mehmet Tanju Akad

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM