İstanbul Cihangir’deki -eski-, Kaldırbacak Sokağı’nın anısına...


Bütün bir yılın, gebe kalmış yeni gelin güzelliğindeki nisan-mayıs ya da tüm bitkinliğiyle doyuma ulaştığı dingin eylül ayı varken, İstanbul Kitap Fuarı’nı en çok yağmur indiren ekim sonunda düzenlemek, kim bilir kimin düşüncesidir?

 

Kitap Fuarı için İstanbul’a gelen yabancı yazarları, bu yedi tepeli eski Bizans’ta tepelerinden şarıl şarıl denize dökülen sel suları ile karşılıyoruz. Arabalar çıkamasın diye, ince bir zevk belirtisiyle neredeyse yarım metre yüksekliğinde yapılmış kaldırımlardan, taksiye ulaşmak için caddeye, “Ya Allah!” diyerek cup diye atlamak gerekiyor.

 

Dar sokakların birinde yol tıkandı. Takside uzun süre bekledikten sonra, şoför yarım dönerek: “Yol açılmaz artık. İnseniz iyi olur, taksimetre boşuna para yazmasın” deyince, parayı ödeyip dinmek bilmeden yağan yağmura karşı dışarı çıkmak zorunda kaldım. Daracık, yüksek kaldırımlardan hoplaya zıplaya, Cihangir’deki Cihangir Yokuşu’na, iniş aşağı yürümeye başladım.

 

İkinci kata çıktığımda sinirden çıldırıyordum. Günlük güneşlik olan havaya uygun, açık bej pantolonum, kahverengi file ayakkabılarım, keten gömleğim, çantam, cebimdeki kâğıt paralar bile ıslanmıştı. Mine, beni karşılarken gülmekten kırılıyordu. Daha da sinirlerim bozulunca, yirmi bir yıldır yurtdışında kalmanın, kırk yedililer kuşağının en belirgin özelliği olan, aykırılıklarla dopdolu olmanın hıncıyla, yurdumuzu yönetenlere, İstanbul Belediye Başkanına, İstanbul’a, “Şok güzeel” diyen yabancılara, bağıra bağıra sövdüm.


Mine, her zamanki serin gülümsemesiyle:


“Uçak geç gelmeseydi, ıslanmadan evde olacaktın. Yalnız sen değilsin, bağırıp durma! Şerafettin bile sırılsıklam olmuş.”


Benim, hırsla:


“Şerafettin de kim...” dememle, sözümü kesmesi bir oldu:


“Sen gelmeden birkaç gün önce, küsüp gitmişti. Az önce geldi baksana” diyerek, Galata Kulesi’ni gösteren pencereye çevirdi başını. Pencerenin dışındaki alt uzantıda, uzunca gagası kanadının altına saklı derviş gibi kımıltısız, bitkin bir martı duruyordu. Başka bir an olsaydı, kahkahalarla gülerdim. Kuşkuyla martıya baktım.


“Başka bir ad veremez miydin?”


Mine soruma aldırmadı, üzgünce:


“Ulviye’den ayrıldığından beri yabancılaştı, sık sık alıp başını gidiyor. Belki de eşini bulma umudunu sürdürüyor” dedi.


Üçüncü öykü kitabımın okuyucuya ulaştığını görmek, İstanbul Kitap Fuarı’na ilk kez katılmak için gelmiştim. Çok özlediğim Mine’nin, denize yukardan bakan kocaman evinde kalacak onunla özlem giderecektim.


Mine evin anahtarını verdi, bana ayırdığı odayı gösterdi. İki kapılı odanın bir kapısı salona, bir kapısı banyoya açılıyordu. Yerden bir karış yukarda başlayan pencereler, neredeyse tavana kadar yükseliyordu. Sağ yandaki duvara düşen pencereden, Galata Kulesi, yatağın karşısındaki geniş pencereden, Sultanahmet Camisi, Topkapı, Kızkulesi, Boğaz Köprüsü, Anadolu yakasındaki Kadıköy görünüyordu. Kameraya sığmayacak denli, böylesine geniş bir görüntüye yukardan bakmak, bana masalsı duygular veriyordu.


Geldiğimin ertesi günü, Kitap Fuarı’nın açılışına yetişmiştim. Yeni kitabımı görmek için, gergin bir sabırsızlık içindeydim. Yayınevi yönetmeni, ağustos-eylül derken, son telefon konuşmamızda: “Hiç endişe etmeyin, kasımda fuara yetişecek kitabınız” demişti.


Yayınevi’ni bulmak oldukça kolay oldu. Yorgun yazarların erkenden buluştuğu U-Bar’a çok yakındı. Kendi de yazar olan, romanları çok satan yayınevi yönetmeni ile tanıştım. Çok içten karşıladı. Yayınevi sahibiyle, eşini tanıştırdı.


Benim aklım fikrim kitaptaydı. Sınırlı bir sabırsızlıkla:


“Nasıl olmuş kitap, bir aksaklık yok ya...” diye mırıldanarak ağzını aradım. Yayınevi Yönetmeni, bağcıklı okuma gözlüklerinin üstünden bakarak:


“Hangi kitap?” diye sordu.


“Benim kitap... Kaldırbacak Sokağı” dedim korkulu bir fısıltıyla. Benden çok genç olmasına karşın, yayın yönetmeni olmanın verdiği olgunlukla elini omzuma koydu:


“Haaa... Ciltçide... Biz de bekliyoruz. Meraklanma şimdi gelir” dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Sesim titreyerek sordum:


“Şimdi gelmiş olmadığına göre, ne zaman gelir?”


“Bozma kafanı, şimdi gelir dediysem... Az sonra gelir. Sen buranın durumunu bilmezsin, imzaya ilk defa mı geliyorsun?”


Daha beş dakika olmuştu tanışalı. Yayın yönetmenim bana, senli benli bir muhabbetle, ahbapça davranıyordu. Bu kez koluma girip: “Hadi gel, tanışmamıza bi kadeh parlatalım” diyerek, bara kadar eşlik etti. Ne içeceğimi sormadan, barmene:


“İki buzlu rakı, tuzlu leblebi!” komutuyla, seçme yetkisini kullandı.


Barda, edebiyat dergilerindeki fotoğraflarından tanıdığım birkaç yazar, yayın yönetmeni, yayınevi sahibi vardı. Elbette, büyük eleştirmen Timur Taşkentli’yi unutmayalım, bulgur karası yüzünü süsleyen, Özbek mavisi çekik gözlerinin, nereyi izlediği hiç belli olmuyordu. En çok kitap satan İlkiz Yayınevi’nin sahibi ile, rakı içip söz koyultuyordu.


Yayın yönetmenim gülümsedi:


“Haydi yarasın! Yabancı gibi durma” dedi, kadehini kaldırdı. Leblebileri iki parmağıyla göbeği hizasından, tek tek, ardı ardına büyük bir beceriyle ağzına atarken, ara verip: “İmzalar bugün başladı. Sen ne gün istersin? Biliyorsun Türkiye Yazarlar Sendikası’nın da imza günü var, seni oraya da yazdıracağım” dedi.


Kendi kendime konuşurcasına:


“Bugün pazartesi, perşembe yayınevinde, cumartesi sendikada imza atarım, pazara dönerim” dedim.


Bir o, bir ben ısmarlayalım derken, üçer bardak rakı içtikten sonra, yayınevinin kitap sergilediği yere döndük. Yayınevinin muhasebecisi olduğunu öğrendiğim uzun boylu bir adam, selam verip: “Hoş geldiniz” dedikten sonra:


“Otuz tane kadar geldi” diye müjdeyi verdi. Sergene yönelip üç tane, “Kaldırbacak Sokağı” getirdi. Beni yıllardır tanırmışçasına, içtenlikle gülerek kitaba baktı: “Nereden buldun bu acayip kitap ismini yav!...”


“Eski Cihangir’deki çok dar bir sokağın adıymış. Altmış beş yaşında yazmaya başlayan, Yunan yazar Maria Yordanidu’nun eski İstanbul’u anlatan, “Loksandra-Bir İstanbul Düşü” adındaki kitabında geçiyor. Sokağın adı hoşuma gitti, kim ne derse desin, umurumda değil.”


Kitabı elime alıp çevirmeye başladım. Yüz otuz sayfa olarak hazırladığım öykü kitabı elime çok ince geldi. Kapak güzel, baskısı düzgündü. Önce merakla arka kapağı, arka kapaktaki portremi yapan usta ressam, can dostum Orhan Taylan’ın adının unutulup unutulmadığını, büyük bir heyecanla inceledim. Sayfaları açar açmaz, yüzüm buruştu. Kitabın elime neden ince geldiği anlaşılmıştı. Yirmi-otuz sayfa eksiltmek amacıyla, harfleri ancak mercekle okunacak denli küçük basmışlardı. Sinirden midem bulandı. Bu ne densizlikti! İki kitap daha aldım.


Gülümsemeye çalışarak kitaplardan birini, yayınevi sahibiyle eşine, birini de kasanın başında oturan muhasebeci için imzaladım. Kitap sergisinin öteki köşesindeki, küçük yüzlü genç bir kadın umursamaz devinimlerle kitapları düzeltirken, bana doğru kaş altından kaçamak bakışlar atıyordu. Ben de ona gülümseyerek karşılık verince, salına salına geldi elini uzatarak:


“Ben Emel, hoş geldiniz” dedi.


“Hoş bulduk” dedikten sonra:


“Ben de size adınızı soracaktım” dedim, ona da bir kitap imzalamak için ilk sayfayı açtım, ne yazacağımı düşünmeye başladım. “Sevgili...” diye başlasam olmaz, “Sayın...” desem, gencecik kadın. “Emel için” yazsam, senli benli olur diye düşünürken: “Ben sizin kitabınızı okudum” dedi.


Hayretle gözlerimi açtım:


“Ne zaman, daha yeni geldi kitap!”


Alaycı bir gülümsemeyle:


“Kitabınızı ben dizdim” dedi.


Şaşkınlık ve kızgınlıkla karışık:


“Ve dizerken okudunuz” diye, homurdandım.


Hiç aldırmadan, aynı şen gülümsemesiyle:


“Çok hoşuma gitti, çok akıcıydı, dizerken çok güldüm.”


“Dizerken okuduysanız, öykülere dalıp bir sürü dizgi yanlışı yapmışsınızdır...” diyemedim.


Hafifçe yana dönerek, başka bir kitap aldım. Sıradan bir sayfasını açıp ivedi göz gezdirdim. Evet... Dizgi yanlışlarından geçilmiyordu. Korkuyla bir sayfa daha açtım. Baston yerine bostan, bale yerine bela, kibrit yerine kirbit, soğan yerine sağan, yaslı yerine yaşlı, yelek yerine elek, ham yerine... Her açtığım sayfada, hemen bir dizgi yanlışı bulabiliyordum.


Yayınevinin yönetmenine baktım. El örmesi, önden ilikli tiftik hırkasının iki ucundan çekiştirerek, kendi kitaplarıyla süslü sergenin arkasında duruyordu. Yayınevi sahibi, afiş beziyle sarılmış, bir de üstelik sütlü kahve rengindeki ambalaj bandıyla sağlamca berkitilmiş küçük imza masasında belki de emekli öğretmen olan, taşralılığı kravatının yumruk büyüklüğündeki düğümünden taşan bir yazarla oturuyordu.


Oradan, kimseye belli etmeden, içli bir öfkeyle sıvışıyordum ki, yayın yönetmeni arkamdan yetişip kolumdan yakaladı:


“Nereye hocam... Böyle erken erken...”


“Yorgunum, hava değişikliği, perşembeye görüş-...”


“Hocam ne perşembesi? Hiç olmazsa öğleden sonralarını buraya ayır! Biz yazarlarımızı her gün burada görmek isteriz. Kitabının satılması, başka nasıl olur?”


Ben ikircikli:


“Tamam. Her gün öğleden sonra buraya gelmeye çalışırım.”


O, yine koluma girerek:


“Benim karnım acıktı, gel şurdan iki tost yiyelim” diyerek bara yöneldi, tanışık bir sesle:


“İkişerden dört tane sucuklu, iki soğuk bira!”


Ben aceleyle:


“Benimkiler peynirli olsun, bira değil ayran” dedim.


Hayretle yüzüme baktı:


“Tamam, sucuklu istemezsin, ağzın kokmasın. Sen İstanbul’da böyle yerlerde ayran içilmeyeceğini bilmez misin?” diye çıkıştı.


Çelik tepsilerde soğuktan buğulanmış ayran şişelerini göstererek:


“Kapalı olduğu için, öyle bir şey düşünmedim” dedim, yran istediğimi yeniden belirtmiş oldum.


Bara dirseğini koyarak iyice bana döndü. Soluğunu yüzüme üfleyerek:


“Hocam, sizler Türkiye’den çok uzak kalmış-...” derken sözünü kestim:


“Ben günde iki gazete okuyorum, Türkiye haberlerini mutlaka her akşam izlerim...” diyordum ki, o da benim sözümü keserek, istemeden yüzüne üflediğim sigara dumanını eliyle kovdu:


“Boşver hocam oradaki gazeteleri, olayların içinde olmak zorundasın, yoksa çok yanlış yaparsın. Temiz içme suyu iki holdingin tekelinde, bir litrelik şişesi benzin fiyatına ulaştı. Bu durumda, hangi enayi ayran imalatçısı, içme suyu katarak ayran yapar da satar” diyerek, sözlerini yine yüzüme serpti. Bilmiş bilmiş, kurnazca güldü. Ben de fırsat bu fırsat diye:


“Ama siz de rakıyı buzlu içiyorsunuz, sanki buzu iyi sudan mı donduruyorlar, o da musluk suyu” dedim.


Gevrek gevrek gülerek, hırkasının uçlarını çekiştirdi, miyop gözlerini kısarak:


“Buzun soğukluğu, bütün pis mikropları kırar öldürür, zararı kalmaz.” dedi.


Sıcak tostlar, soğuk biralar önümüze sürülmüştü. İkimiz de muska böreği büyüklüğündeki tostları hap gibi yuttuk. Yönetmen, birasının son yudumundan sonra, içten bir davranışla kolumu hafifçe sıktı:


“Daha önceki kitapların ne kadar sattı bilmem. Ama sen orada kitap burada, satması çok zor. Bir hafta vaktin var, haddim olmayarak söyleyeyim önemli girişimler yapmak gerekir. İcabında çok sayıda kitabını, bizim yayınevinden satın alıp ilgili kişilere dağıtmalısın.”


Sıkıntıyla söylendim:


“Sanırım, dergi ve eleştirmenlere kitap gönderme işi, yayınevinin göre-...”


“Yayınevi, hangi birine göndersin. Çay kahve içmeye gelen eleştirmenlerin ellerine birer kitap tutuştururuz. Önemli olan senin imzalı ithaflı ve hatta şahsen takdim etmendir. Yoksa ellerine tutuşturduğumuz kitapları, katiyen okumazlar.”


“Bu iş pek bana göre değil, yapamam. Hem ben yurtdışında yaşıyorum. Şu birkaç gün içinde, dedikleriniz dünyada olmaz.”


Ertesi gün, beni yine yakaladı. Daha çok kitap imzalamak için bulduğu yöntemleri, bana yardımcı olmak için büyük bir sır verircesine anlattı. Kız kardeşi büyük bir işletmede halkla ilişkiler uzmanıymış. Geçen yıl kitap fuarındaki imza gününü, cumartesiye denk getirmiş. Kardeşi, çalıştığı işletmede ne kadar iş arkadaşı varsa çekip getirmiş. Kendi deyimiyle: “Maksat kitabım daha çok okuyucuya, daha çok kitlelere ulaşsın. İşçiler dizildi kadınlı erkekli imza kuyruğuna, bas imzayı, bas imzayı, yetiştiremedim valla billa!...”


Bir rastlantı sonunda, ben daha ince bir yöntem geliştirdiğimi anlatacağım size: Her şey, kendiliğinden oldu valla billa...


Onca kalabalıktan ve havasızlıktan yılgın, kafeteryada oturuyor, aldığım kitapların arka kapaklarını okuyor, özlediğim sanat dergilerini karıştırıyordum. İki genç kız izin istemeden, masama ilişik iki sandalyeye, yorgun ve hoyratça oturdu. Başımı kitaptan kaldırıp: “Merhaba” dedim. İkircik içinde, ikisi de gözlerini kırpıştırmakla yetindiler. Başlarını öne eğerek, aldıkları kitapları inceleyen genç kızlara masumca gülümseyerek:


“Öğrenci misiniz?” dedim.


Biri göçmen yeşili, ötekisi Kafkas karası gözlerini kırpıştırdı. İkisi birden:


“Evet.”


“Sorabilir miyim? Ne okuyorsunuz?”


“Ben sinema, ben mimarlık.”


“Çok isterdim ben de sinema okumayı. Kısmet değilmiş, daha doğrusu bizim zamanımızda...”


“Siz ne yapıyorsunuz?”


“Öykü yazıyorum. Senaryo yazmayı da çok istedim, birkaç kez denedim, ama öyküden kendimi ayıramıyorum. Belki de öykü, yanına kuma istemiyor.”


“Ay ne hoş konuşuyorsunuz, ne biçim öyküler yazıyorsunuz?”


“Kendime özgü diyebileceğim bir biçim oluşturmaya çalışıyorum. Işık, gölge, müzik, ayrıntılar, bir kameradan bakar-...”


“Hangi yayınevi?”


“Demet.”


“Hemen gidip alıyorum, imzalayacaksınız değil mi?”


Daha ertesi gün, aynı yöntemle genç bir kadınla tanıştım.


İkindiden fuarın kapanma saatine kadar, ona kitap listesi hazırladık. Zorunlu kalmadıkça kitap fuarı dışında kitap satın alamadığını, fuardaki ucuzluk yüzünden liste hazırlamak zorunda kaldığını, sınırlı satın alma gücü nedeniyle, bir gün önce yaptığı listeyi ertesi gün çize çize yarıya indirdiğini anlattı. Kapanıştan sonra birlikte çıktık.


Ona, İstanbul’a her geldiğimde kendimi daha çok yabancı saydığımı, karanlıkta bir başıma eve dönerken, içimi adlandıramadığım bir korkunun sardığını anlattım. Güldü, çok şaşırdığını söyledi. Şakayla kaşlarını çatarak:


“Yabancı biri gibi konuşuyorsunuz. Siz bu ülkede doğmadınız mı? Cihangir’e gidecekseniz, ben sizi Taksim’e kadar korurum” derken, omzunu omzuma çapkınca vurdu.


Hiç abartmıyordum. Gece karanlık sokaklara çıktığım zaman, elektrik kısıntısı ya da karartma varmış gibi bir ürperti hissediyordum. Genç kadın bana: “Yabancı birisi gibi” demişti. Benim İstanbul’daki yabancılığım, gerçek yabancılardan da beterdi. Mine’nin evine gelip giden yabancı kadınlar, korkusuzca gezdikleri İstanbul gecelerini öve öve bitiremiyorlardı. Hangi barlara sinema oyuncularının, hangi barlara ressamların, hangi barlara eşcinsellerin gittiğini bile biliyorlardı.


Bendeki, bu karanlık gece korkusu acaba nedendi? İlk gençlik yıllarımda ilginç sokak adlarını ezberlediğim, dalga geçtiğim Çukurcuma semtiyle, “Cumanın da çukuru mu olur, çukuru ordaysa, tümseği nerde?” diye eğlenirdim. Havyar, Ahududu, Kumru, Altınbilezik, Sormagir, Pürtelaş, Kaşıbeyaz, Tavukuçmaz gibi, ilginç sokak adlarını ilk şiirlerime aldığım Beyoğlu’nda, akşamları içime giren korku, gece yarısı eve dönerken çektiğim kıpırtılı tedirginlik, eve her dönüşümde ayrı ayrı sokaklarda yolumu yitirme korkusuyla, ayrı ayrı yollardan evi araya araya bulmak, içimdeki bu güvensizlik, İstanbul’a her gelişimde daha da artıyordu. Yanımda yürüyen genç kadını neredeyse unutmuştum. Hafif bir dirsek darbesiyle uyardı beni:


“Dalıp gittiniz, bu eski şehirde, eski yılları düşünmek çok mu acı veriyor, çok mu yoruyor sizi?”


Karşıdaki yeni işhanının renkli neon reklam ışıkları, yüzüne çizgi çizgi yansımış, koyu yeşil gözlerinin beneklerini büyütmüştü. Sitemli bir serzenişle:


“Bu eski kent, eski yıllar derken, beni de çok eskitmiyor musunuz?” dedim.


Bir bardak kırılmasını andıran kahkahasını çınlattı. Yüzüme iyice yakından baktı, fısıldarcasına:


“Hadi, geç kalıyorum” diyerek koluma girdi, genç bedenini bana yasladı. Yağmur dinmiş, sokak lambalarının fersiz ışıkları, su birikintilerini, kirli aynalara çevirmişti. Erkeği bol, bakımsız bir topluluk, düzensiz bir yavaşlıkla akıyordu. Kalabalık kaldırımlarda, önümüzdekilerden hızlı yürüme olanağımız yoktu. Yürüme özürlülerini çeker gibi kolumdan kavrıyor, çekiyordu beni yol arkadaşım. Balık Pazarı’na girip İstiklal Caddesi’ne çıkacak, oradan Taksim’e ulaşacaktık.


Balık Pazarı’nda, gözlerimi kör eden parlaklıktaki ışıklar, balıkçı dükkânlarındaki gümüş rengi balıkların üstüne serpilmişti. Balıkların koyu kırmızı solungaçlarından yukarı doğru yansıyan ışıklı çizgiler, balıkların arasına dizilmiş limonların en güzel sarısı, baharat kokularının bu renk cümbüşüne katılışı, insanların ıslak küf kokulu giysilerinin üstüne sinen kekikli kokoreç kokuları, dünyanın en güzel ve en yoksul tekirler topluluğu, satıcıların çığırtkanlığını bastıran yükseklikteki Türk-Pop faciası, ilk kez bunca çokluğuna hayretle baktığım çember sakallı erkeklerin pasaklılığı, sıkmabaşlı, sürmeli genç kadınların dudak uçlarındaki meydan okuma gülümsemesi... Anlat anlat bitmez...


İstiklal Caddesi’ne çıktığımızda, saat akşamın dokuzunu geçiyordu. Her dükkândan ayrı bir müzik, ayrı bir bağırtı geliyordu. Bu dükkânlar gece yarısına kadar açık mı kalır? Hadi plak, kaset satanlar, müzik yayınlarını caddeye taşırıyorlar. Benim anlayamadığım ayakkabıcı ya da parfümcü niçin gelen geçen bütün insanların kulaklarına müzikle tecavüz eder? Dünyanın en kalabalık yaya yolu İstiklal Caddesi’nde, halkımız o bildik ağır çekim devinimlerle yürümeye çalışırken, ansızın, cıngıl-cıngıl bir tramvay sesiyle ikiye ayrılıveriyordu. Sıraserviler girişine geldiğimizde, yorgunluktan bitmiştim. Biliyorum bu yorgunluk, yalnızca bedensel bir yorgunluk değildi. Omzuma, yaslanan gencecik bir kadın bedeninin, bedenimi diriltmesine karşı koyan bir yorgunluk da değildi. Bu yorgunluk, yeniden gençleşmenin heyecanla ödenen bedeliydi.


Marmara otelinde konyaklı çay içerken, ona:


“Çok değişik bir güzelliğiniz var” demiştim. Öylesine güzel, öylesine İstanbulluydu ki... İnce bir gülümsemeyle:


“Eve ulaşmak için daha bir buçuk saat yol gideceğim” demişti. O akşam, ne o, hemen gitmek için, ne ben kalması için gayret gösterdik. Yanaklarımızdan öpüşerek öylece ayrıldık. Ne bir telefon numarası, ne bir mektup adresi...


Mine’nin evine gelmeden önce, sokağın başındaki, Osmanlılar’dan kalma caminin çimento sıvalı duvarına birikmiş çöp yığınının yanına: “Buraya Çöp Atan Türk Değildir! Eşşektir! Onun Anasını!...” yazılmıştı. Siyah yağlı boya yazı, sokak lambasından yağan ıslak sarı ışıklar altında, çini mürekkebiyle yazılmış kaligrafik bir sanat eseri gibi parıldıyordu. Mine kapıyı açınca, onu görmezcesine acı acı gülümseyerek, pencereye doğru yürüdüm. Sanat eserine, bir de yukardan bakacaktım.


Fuarda kaldığım sürece, kitap satışını arttırma oyunumu sürdürdüm. Sanat ve edebiyat dergilerini karıştırırken masama ilişen kim olursa olsun, yöntemim hiç değişmiyordu. Bir zahire toptancısı bile, gelip karşıma oturmuş olsa, ona da aynı yöntemi uygulayabilirdim. Sözgelişi, bir hanım kızımız kibirli kibirli: “Şehircilik okuyorum, okul bittikten sonra, mastırımı yurtdışında yapacağım” derse, ona kendi yazdığım öyküleri anlatmak yerine, benim gibi yurtdışında yaşayan, gönüllü-sürgün bir meslektaşımın, İstanbul’un izbe sokaklarını yazmakla yetinmeyip dünya edebiyatında iz bırakan kentlerin sokaklarını da yazmayı sürdürdüğünü, yine de hep İstanbul hasretiyle yanıp tutuştuğunu, bu kağşamış kente her gelişinde: “Bu son, kesin döndüm” dedikten sonra, bu eski kentin, eski sokaklarını çabucak aşındırıp yaşadığı kente geri döndüğünü anlatıyordum. Sonuçta o yazarın, romanları çok merak uyandırıyor, hemen satın alınıyor, ben de bir kitabımı daha kafeteryadaki imza masamda imzalamış oluyordum.


Fuarın kapanma saatine yakın, tanıdık kimseye görünmeden dışarı çıkıyor, eski sokaklardan geçiyor, gece yarısına kadar açık duran bakkallardan, özlemini çektiğim hazır mezeler alıyor, ayak bileklerime kadar, şapur-şupur sulara batıp çıkarak, sevgili İstanbul’a yeniden uyum sağlamanın verdiği mutlulukla, Mine’nin kapısına ulaşıyordum.


Uyandığımda, altıya yirmi vardı. Yavaş yavaş kendime gelirken pencereye baktığımda, karşı kıyı görünmüyordu. Karanlık gri deniz, sis içindeydi. Yeniden uyumayı denerken, karşımdaki büyük pencereden, sis yoğunluğunun içindeki, büyük yük gemilerinin yüzlerce küçük ışığını görebiliyordum. Küçük yük motorlarının yüzlercesi, ateş böceklerini andıran ışıklı uçuşlarıyla, deniz üstünde birbirlerine dokunmadan hızla kayıp gidiyordu. Yattığım yerden karşıya baktığımda, saraylar, camiler, Galata Kulesi, sol yana baktığımda, süzgün bir yalnızlıktaki Kız Kulesi, uzaklardan bana doğru ağır ağır yaklaşıyormuşçasına kendilerini gösteriyordu. Hava ağardıkça, denizdeki koyu gri gölgeler açılıp kendi renklerine dönüyordu. Sis açıldıkça, küçük takaların birbirini izleyen ateş böceği ışıklarının aydınlatma parlaklığı gitgide azalıyordu. Akşamdan kalma yarı körlüğün verdiği yorgunluk yüzünden mi, böyle sisli puslu görüyorum diye yeniden saatime baktım, altıyı on geçiyordu. Duman rengi sisin içinde, canlı renkler, yarı matlıkta kendilerini göstermeye başladı. Norveç gemisinin mavisi, İngiliz gemisinin bayrağındaki kırmızı, yolcu vapurlarındaki isli baca sarısı, daha sonra Sultanahmet’in minareleri, Topkapı’nın güneş ışıklarıyla parlamaya hazırlanan kurşun kubbeleri, işte güneşin ilk ışınları geliyordu karşıdan... İşte, içinden deniz akan tek kent, İstanbul...


Tekrar uyandığımda, korkuyla saate baktım, on ikiye geliyordu. Ben daha önce uyanmamış mıydım? Yeniden mi uyumuştum? Öğle güneşi tüm parlaklığıyla odaya dolmuştu. Deniz, turuncu yansımalarla yanıp sönüyor, ayna gibi düz, durgundu. Gözlerim kamaşıyor, bakamıyordum karşı yakaya. Yarı kapalı gözlerle banyoya ulaştım, duşa girip soğuk suyu açtım. Tıraş olup çabucak giyindikten sonra salona geçtim. Büyük yemek masasının bir köşesine gazete, bir tabak börek ve bir bardak süt konmuştu. Mutfağa girdiğimde, Mine yaprak sarıyordu.


“Can sıkıntısı işte” dedi, yüzünü yapmacık bir kızgınlıkla pencereye çevirdi:


“Sen geç kalmadın mı, hadi çabuk ol!” der demez ayağa kalktı, çabukça odasına girdi.


Ben elimde çay bardağı, salondaki pencereden uzaklara bakarken, arkamdan gelip elini omzuma koydu. Öteki elinde, siyah beyaz bir masa örtüsü vardı:


“Tokat işi taş baskı, bakarsın sana uğur getirir” derken, iyice yaklaşarak kucakladı, başını göğsüme yasladı. Elleriyle sıkıca bastırdı kendine. Uzun süre, aramızdaki masa örtüsüyle kımıldamadan durduk. Dizleri dizlerime değiyor, tüm bedeni titriyordu. Neredeyse sarsılmaya varan bir titremeydi, elleri yavaşça gevşedi, yüzüme bakmadan başını göğsümden ayırdı. Örtüyü, çantamın üstüne bırakıp gitti.


Belirsiz bir ikircikle, masa örtüsünü çantama koydum. Elime geçen küçük bir çanak küllüğü, ekledim. Küçük bir cin şişesini, masa örtüsünün altına enlemesine sıkıştırarak sanki sakladım. Mine’ye: “Ne olur, bi taksi!” diye bağırarak kapıyı açtım. O, her zamanki serinkanlılığıyla:


“Ona buna kapılma, dolduruşa gelip çok içme, erken gel! İmza gününü beraber kutlayalım, biliyorsun akşama Berlinli konuklarım gelecek...” derken, ben kapıdan çıkıyordum.


Fuara girdiğimde saat biri geçiyordu. Hızlı hızlı yayınevine yaklaşırken, yayın yönetmenim beni görür görmez:


“Nerde kaldın hocam! Tezgâh boş kaldı.”


Yayınevi muhasebecisi on tane kitap verdi, sigara kâğıdı küçüklüğünde bir makbuz parçasını önüme uzatıp: “Lütfen bir imza, bunlar masada tanıtım için duracak. Okurlar, satılacak kitabı gelir benden alırlar” dedi.


Kirli imza masasının üstündeki, tomurcuklarla dolu küpe çiçeği, koyu yeşil yapraklarının arasından, küçük kırmızı bir kartviziti bayrak gibi dalgalandırıyordu. İki gün önce telefonla konuştuğumuzda: “Mutlaka geleceğim, ama uzun kalamam” diyen, yeniyetme işadamı yeğenimdi bu şık çiçeği gönderen.


Çiçeği dikkatlice sandalyenin üstüne koyup örtüyü söktüm. Deri çantamdan çıkardığım taşbaskı siyah masa örtüsünü serdim. Çiçeği sol, küllüğü sağ köşeye, kitapları ortaya yerleştirdim. Yerime oturup bir sigara yaktım.


Kitaplarımı tanımayan, kitaplarımla ilgili belki de hiçbir tanıtma yazısı okumayan, sıkışıklık yüzünden birbirine sürtünerek önümden geçen insanlara bakmamaya çaba gösteriyordum. Yüzümü bir utangaçlık ateşi kapladı. Okurların, bir vitrinin ötesinden içeri bakarcasına, önce kitaba sonra bana baktıklarını, göz ucuyla izliyordum. Yapacak başka bir şey olmaması, -sözgelimi, gazete, kitap okuyamazdım- beni müthiş bunaltıyordu. Amsterdam’daki küçücük vitrinlerinde, yarı çıplak kitap okuyarak müşteri bekleyen kadınlardan da çaresizdim. Ancak on beş yirmi dakika dayanabildim. Hemen yakındaki bara gidip buz dolu bir bardak, bir de soda şişesiyle döndüm. Oturduğum yerde arkamı dönerek, derince olan çantamın içinde, bardağa cin doldurdum, kalemin yanına yerleştirdikten sonra, azıcık soda ekledim. İlk büyük yudumu almıştım ki, önümde iki delikanlı belirdi. İlkin, hiçbir şey söylemeden gözlerini bana sertçe dikmiş olanın yüzüne baktım. Ceketinin kol uçları yıpranmıştı. Bakıyor, bakıyor gözlerimin içine, tek söz söylemiyordu. Gözlerinden ayrılıp, ayılırcasına:


“Buyurun” dedim.


Yüzü gerildi, zorlukla konuşurcasına, -ama çabuk çabuk- bu kez yere bakarak:


“Ben, Doğulu bir öğrenciyim. Parayla kitap alamam. Bana kitap imzalayın, teşekkür ederim!”


Bir çırpıda, belli bir çekingenlikle konuşmasını bitiren genç, rahatlamış, yine gözlerini dikmişti gözlerime:


“Adınız?”


“Mikail. Kürdüm... Oradaki olaylara dair bir şeyler yazın!”


İlk imzayı atmak kolay da, ne yazacaktım? Yazacağım metin bile dayatılmıştı.


“Olur Mikâil... Mikâil’in şapkası var mı?”


Şaşırdı, ne diyeceğini bilemez bir kızarma geçti yüzünden:


“Ne şapkası!”


“Adınızı yanlış yazmak istemiyorum. Mikâil’in, a’sının üstünde şapkası var mı, uzatma işareti var mı demek istedim.”


“Yoktur. Ben yazmam. Mikail!” derken k’yı inceltmeden, a’yı uzatmadan adını tekrarladı. Ne yazacaktım? Kimilerine göre, sıcak savaş, soğuk savaş, kirli savaş, şanlı savaş sürüp gidiyordu. Aklıma hemen geliveren:


“Doğudaki kirli savaşa son!” yazsam, birilerinin sloganını yinelemiş mi olurdum? Ter içinde kalmıştım. Slogan mı yazacak, kitap mı imzalayacaktım? Yanındaki yakışıklı, şık delikanlı da gülümseyerek, hınzırca bakışlarla sonucu bekliyordu. En iyisi şiire yaslanmaktı. Yazarını anımsayamadığım bir şiirin birkaç dizesini yazabilirdim:


"biter bir gün biter, bu zulüm da biter

avuçlarımızda bir bahar sıcaklığı

yanık aydınlık türküler söyleriz...”

Mikail arkadaşa dostlukla.


Yazdıklarımı ilgiyle izleyen Mikail, belirsiz bir gülümsemeyle: “Sağol” sözünü mırıldanırken, arkadaşı neşeyle:


“Bi tane de bana imzalayın, adım Berke!” dedi.


“Size kitap armağan edemeyeceğim...”


“Niçin?”


“Ceketiniz çok şık...”


Ben bu iki delikanlıdan birisiyle söz yarıştırırken, birkaç genç kız ilgiyle izlemeye başlamıştı. Onlar ayrılırken, kızlar fısıl fısıl konuşarak muhasebeciden kitap alıp gelmeye başladılar. “Şu için dostlukla, bu için içtenlikle” diye imzalamaya başladım. Yol açılmıştı. Genç bir kadın, “Kızım Fulya için”, orta yaşlı bir kadın, “Torunum Ilgın için” diyerek, önüme kitap koyuyordu. Deneyimsizliğim geçtikçe rahatlıyor, gösterilen ilgi karşısında için için seviniyor, neredeyse şımarıyordum. İmzalarken her yeni ada uygun, bir tümce yazıyordum. Söz gelişi, adı Bahar’sa: “Yaşam boyu tüm mevsimler, size bahar olsun” gibi, sol arabesk bir yöntem geliştiriyordum. Bu böyle, tam iki buçuk saat sürdü.


İmza atarken, ilk anlarda yaşadığım mutluluktan yorulmuştum. Son anlarda, imza atarken verilen isimlere takılmış, yavaş yavaş sinirlerim bozulmaya başlamıştı. Selin, Haktan, Türkcan, Hansın, Tuba gibi adları, ne hakla koyarlar bu garip insanlar zavallı çocuklarına... Böyle düşünerek, sevdiğim sevmediğim adlara güzel sözler yazmayı sürdürürken, yayınevi sahibi sessiz bir gölge gibi omzumun üstünden yaklaşıp kulağıma eğildi:


“Efendim sizi şöyle alsak...”


“Nasıl... Neden?...”


“Efendim, Vera Hanım, dört buçukta imzaya başlayacak. Size, öteki uçta yer hazırladık... Oraya geçseniz...”


Kızgınlıkla ayağa kalktım. Kabaca:


“Haaa! Anladım... Anlaşıldı!” diyerek, kalemimi cebime koydum. Yine hoyrat bir sesle, sinirlendiğimi belli ederek:


“Çiçek sizin olsun. Armağan etmiş olursunuz. Masa örtüsü kaybolmasın, benim değil.” diyerek, küllüğü çöp kutusuna silkeleyip çantamın içine, tenis topu gibi fırlattım. Yayıncımın arkam sıra, beni izleyerek: “Ama efendim, bir yanlış anlama oldu, size şu köşeyi hazırlamıştık...” gibi sözlerini, duymazlıktan gelerek bara doğru yürüdüm.


Evet, az önce imza üstüne imza atarken, ses yükselticilerinden: “Büyük şairimiz Nazım Hikmet’in, sayın eşi Vera Tulyakova, ilk defaa, yurdumuzdaa! Kitaplarını Demet Yayınevinde imzalayacak!...” benzeri bir anons duymuştum. Ama bu yüzden, benim yerimin değiştirileceği hiç aklıma gelmemişti. Birkaç yıl önceki Moskova gezisinde, Nazım Hikmet’in mezarından sonra evini gezdirme önerisini geri çevirmiş, büyük şairimizin yaşlılığındaki, ‘saman sarısı saçlı’ son eşini ziyaret etmeyi içime sindirememiştim. Çehov’un evini keçe terliklerle gezmek, o büyük yazara sessiz bir hayranlık sunmak, bana daha anlamlı bir dinginlik vermişti.


Bara doğru yürürken, benim için hazırladıkları, “öteki uç” dedikleri köşeye, yan gözle bakmayı savsaklamamıştım. Kocaman bir sandalyenin önüne, tavla sehpası küçüklüğünde bir imza masası hazırlamışlardı. Leylek bardağı diye adlandırabileceğim, bardaktan ince, sürahiden uzun, tabanı ağır bir cam borunun içine kırmızı bir karanfili, dibine kadar kama gibi saplamışlardı.


Bar, ikindi rakısı içenlerin baskınına uğramıştı. Yapışkan bira kokusuna, anason ve pipo tütünü kokusu eklenmişti. Onca kalabalığın arasından ilk rakı bardağımı itina ile çekerken, dirseğimi candan ve coşkun bir hanım elinin tutmasıyla, elimdeki bardak yalpalayarak içindekinin yarısını dışarı atıverdi. Kızgınlıkla başımı çevirince, ne görsem?... İlk tanıştığı kişilere, ikide birde: “Ben Fransız Edebiyatı’ndan geliyorum, Türk Edebiyatı’nı sonradan öğrendim” diyen, Suzan Ten’di. Yaptığı roman çevirilerinden sonra, yazmaya başladığı öykülerle, çevirmen kimliğine, usta yazar kimliğini katmayı başarmıştı. Çemberine dahil olduğu, en iyi beş kadın yazarca tartışmasız beğeniliyor, yazınımızın en nitelikli yazarlarından biri sayılıyordu. ”Merhaba” demeye fırsat vermeden, azarlarcasına: “Senin için geldim bugün buraya! Hani, yeni kitabın nerede?”


“Hemen getireyim” dedim. Koşarcasına yayınevine gittim. Alıp getirdim. Suzan Ten ben gelene kadar, o bilinen aristokrat kibarlığıyla kendine iki kişilik yer açıvermişti. Hemen çabucak imzalayıp verdim. Elimdeki yarılanmış içki bardağını görmemiş gibi, barmene: “Beye bi rakı, benden!” diye seslendikten sonra, bana dönerek:


“Bi dakka canım, önce bi çin-çin yapalım. Ne zaman geldin? Niye doğrudan bana gelmedin? Mine’nin gelen gideninden hiç rahat edemezsin sen! Ne var ne yok oralarda? Herkese anlatıyorum valla. Sizin oralarda gözümü tutan bir sen varsın, bir de o, fotoğrafçı çocuk... Adı neydi?..”


Suzan, her karşılaştığımızda anlattıklarını yeniden anlatıyor, daha doğrusu öyküleştiriyordu. Benim yaşadığım ülkedeki yurttaşlarımızın çok sığ olduğundan, hiç kitap okumadıklarından, oradaki yazarlarımızın Türkçe’yi bilmediklerinden, okuma yapmak için geldiğinde, kendini Anadolu turnesine çıkan çadır tiyatrolarındaki şarkıcılar gibi hissettiğinden... Anlatıyor da anlatıyordu...


Ben içimden: “Bugün çağırsalar, yine yarın yola çıkarsın” diyordum ki, barın öteki yakasında Berlin Senatosu Kültür Dairesi Başkanını gördüm. Yanında, yalnızca Almanca yazabilen, ikinci kuşak genç bir şairimiz vardı.


Suzan Ten, usandırırcasına sürdürüyordu konuşmasını:


“Uğurlamak için havalimanına kadar Mersedesle getiriyorlar, ona eyvallah! Ama havaalanında, bir konyak bile ısmarlarken, elleri titriyor. Amaan boşver, seninle oralarda olmak, senin Mersedesle şehir şehir gezmek başka bir güzellik...Karın Melek nasıl, çocuk-...”


Sözünü kestim. Başımla barın karşısını gösterdim:


“Bak Suzan, şu uzun boylu gözlüklü adam, Berlin Senatosu Kültür Dairesi Başkanı, sağındaki iri yarı genç, şair Mesut Kar. Gelecek bahara, “İstanbul-Berlin-İstanbul” adında bir edebiyat haftası düzenleyecekler. Belki de o haftanın hazırlıkları için buradalar...”


Rakıyı genzine kaçırdığı için midir nedir, yüzüme karşı öyle bir hapşurdu ki, gözlerim yaşlarla boğuldu, elindeki bardağı yarılanma pahasına kurtarabildim. Çabukça bir kâğıt mendil verdim. Burnunu bir iyice sildikten sonra, kızaran gözlerini kırpıştırarak: “Aaa! Öyle mi...bi dakka canım, hemen dönerim, sen yabancı değilsin kusura bakmazsın, hemen gelicem, unutma bu akşam beraberiz, bendesin...” diyerek, ince bedeniyle sıyrılırcasına, bir anda barın öteki yakasına ulaştı. İki uzun boylu Berlinli’nin arasına demir attı.


Suzan, konuklarla koyu bir söyleşiye dalmıştı. Yalnızlığın tadını, uzun süre sürdüremedim, sıkıldım bar kalabalığından. Hesabı öderken, Suzan’la göz göze geldik. Elimle, “Hoşça kal” demek istedim. Gözlerini cilveyle kırpıştırarak, “Güle güle” derken, “anlarsın ya” anlamında sinyal vermeyi unutmadı.


Yayınevinin kitap sergisine geldiğimde, Vera Tulyakova’ın önünde uzun bir, -Nazım Hikmet hayranı- okuyucu kuyruğu birikmişti. Dizinin dibinde, neredeyse eteğine yapışmış, ününü evlilik dışı aşk ilişkilerini cüretle yazmasına borçlu, mini mini minnacık bir kadın yazarımız oturuyor, konuk yazarımızın açık mavi gözlerindeki ışıltıya gözlerini dikmiş, ibadet edercesine onun yüzüne bakıyordu. Hemen yanında iki eski tüfek yazarımız, Vera Hanım’ın akşam yemeğinde nerede ağırlanacağını, birbirine kabul ettirmek için, biri: “Ada’ya!” diye bağırırken, öteki: “Kumkapı’nın nesi var!” diye, daha yüksek perdeden bağırıyordu.


Amacım kimseye sezdirmeden sıvışmaktı. Masa örtüsünü katlayıp çantama koyarken, yayınevi sahibinin eşi ile burun buruna geldim. Yakalanmış gibi yüzüne baktım, başımla selam verdim. Dudaklarında, senli-benli geniş bir gülümseme:


“Nereye böyle, erken erken?”


“Yorgunum, eve”


“Biliyor musunuz, bugün ben sizden yeni bir şey öğrendim.”


Sıkıntıyla:


“Rica ederim...”


“Yazarlık da tip işiymiş.”


“Nasıl... Anlayamadım, affedersiniz ben...”


“Biliyor musunuz, iki buçuk saatte kaç kitap imzaladınız?”


“Hayır... ama siz benim eski öykülerim, sanırım okumadınız.”


“Evet. Okumadım. Onun için böyle söylüyorum ya. Siz yurt dışında yaşıyorsunuz. Burada hiç tanınmıyorsunuz. İki buçuk saatte, altmışın üstünde kitap sattık. Geçtiğimiz günlerde satılanları, saymıyorum.”


“Bilmiyorum, muhasebeciniz daha iyi...”


“Evet biliyorum. Siz burada yaşasaydınız, bu bizim kitap, iki üç ayda biterdi. İsmi de enteresan, ama kapağı biraz solgun, ihtiyar yüzlü...”


“Efendim, kapaktaki resim, Ciagametti’nin ‘Oturan Anette’ adındaki tablosudur. Ben öyle istemiştim. Ressamın en solgun, daha doğrusu en gösterişsiz, tüy gibi hafif, ama o ölçüde eşsiz bir yapıtı...”


“Dedim ya, tipinize bakıp aldılar. Tipinize bakıp imzalattılar. Yazarlık da tip işiymiş...”


Al sana bir kaya, nerene dayarsan daya...


Taksi evin önünde durduğunda, sanki hâlâ kitap fuarındaki olayların kıskacındaydım.


Anahtarı cebimden çıkarırken, Mine kapıyı en sevecen, en aydınlık gülümsemesiyle, neredeyse taşkın bir sevinçle açtı.


“Biliyorum, imza günün çok başarılı geçti. Baksana, Ulviye de döndü” diyerek sarıldı bana.


Özgen Ergin

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)