Buna benzer hikâyeler çokça yaşanmış ve yazılmıştır ama bu Kafa kıran Osman'ı yazmamıza engel değil. Sonuçta Kafa kıran da bir talihsizliğin, kaderin ya da kadersizliğin bir zamanlar celladı, bugünse kurbanıydı.

Onu ilk kez on sene önce yeni taşındığım bugün eski mahallem diyeceğim sokakta adamın birini tokatlarken görmüştüm. Ama ne tokatlar... O sıra kahvede çay içiyordum. Ayağa kalktım. Kahvenin sahibi, sakin ha, dedi. Ona polis bile tek yaklaşmaz. Doludur, üstelik alkol de almıştır. Birini dövüyorsa mutlaka alkollüdür. Polis çağıralım öyleyse? Polisler gelene kadar o işini bitirir. Sen çayını iç. Kafa kıran yarım dakikada bir kürek gibi eliyle adama tokadı basıyor. Sonra yine hakarete başlıyordu. Tokadı yiyense tokadı yediği eli yakalayıp öpmeye çalışıyordu ağlayarak. Bu böyle devam etti. Ben bir çay daha söyledim. İkinci bardağı içerken düşündüm. Bu tokatları yiyen insanın bu durama düşmektense ölmesi daha iyi değil miydi? Bu adamın çocukları yok muydu, karısı yok muydu? Akşam onların yüzüne nasıl bakacaktı? 

Kafa kıran Osman'la tek konuşmamız, iki üç ay sonra sıcak bir yaz akşamı oldu. Gölge bir bankta oturmuş, maden suyu içiyordum. Baktım karşıdan o geliyor. Yüreğim hop etti. Neden korktuğumu anlayamadım. Belki de onun hakkında anlatılanlar beni de diğer insanlar gibi sindirmişti. Ben bacak bacak üstüne atmıştım. Bakıştık. Saatin var mı? Altı buçuk, dedim. Nereden biliyorsun altı buçuk olduğunu? Çünkü saat altı buçuk, dedim. Yüzü gözü kasılmıştı. Belli ki sırf alkol işi değildi bunun durumu; hap da atıyordu. Saatine bakmadın ki, direk altı buçuk dedin. Saate bakmadım ama güneşe ve gölgelere baktım, dedim. Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Ayağa kalktım. Kendimi onu karşısında gerçekten de güçsüz hissettim. Besili bir adamdı Kafa kıran. Niye dalga geçeyim hemşerim, bileğimi basık burnuna yaklaştırarak, al bak saat kaç, altı buçuk değil mi? Bir şey demedi, gitti. Soğumuştum sanki. Konuşmamızı anlattıklarım, aman diyordu. Herkes cümlesine amanla başlıyordu. Zaten bu ülkenin başına ne geliyorsa bu amanlardan gelmiyor muydu? Aman karışma, aman boş ver, aman sana ne, aman sana mı kalmış, aman görme, aman yazma, aman seni içeri atarlar, aman bana ne aman ben ne yapayım, aman memleketi kurtarmak bana mı kalmış, aman bak dalgana...

Sonra hapse düştü Kafa kıran. Mardinli bir genci bıçaklamış. Mardinliler ki çocuklarının kavgasına bile kamyonla giderler. Kafa kıran için en iyi yol hapisti. Zaten ertelenmiş cezası vardı. Kahvedekiler sevinç içindeydi. Şimdi hepsi atıp tutuyordu. Hepsine yürek gelmişti. Hâlleri bana çok gülünç geliyordu. İnsanoğlu böyleydi işte. Sonra ben üç yılımı geçirdiğim o mahalleden taşındım. Daha iyi bir iş bulmuştum. Daha iyi bir evi hak ediyorum, diye düşünmüştüm. Daha iyi bir ev belki de daha iyi bir eş, o da daha iyi bir yuva demekti belki de. 

Kafa kıran Osman'a dönersek, içeride şişlendiğini, ölümden döndüğünü duymuştum. Hepsi bu. Tüm bunları anlatmamın nedeniyse geçen hafta yıllardan sonra Kafa kıranı havuzlu bir kahvede görmemdir. İş için gittiğim ve yabancısı olduğum bu semtte biraz soluklanmak istemiştim. Havuzun şırıltısı beni kendine çekmişti. Oturdum. Osman'ı gördüm. Yerleri süpürüyordu. En az yirmi kilo vermişti. Saçları seyrelmiş, sağ ayağı fena halde aksıyordu. Bu o muydu? Evet, bu oydu. Onca insanı sindiren, tedirgin eden Osman'dı. Daha kırk beşinde ihtiyara dönmüştü. Kim bilir başından neler geçmişti. Mekân sahibi olduğunu sandığım yaşlıca adam, Osman müşteriye bak, dedi, beni göstererek. Osman yaklaştı, buyur abi, hoş geldin. Ne arzu edersin? Saat kaç, diye sordum. Saatine baktı, saygıyla, altı buçuk abi, dedi. Bana bir maden suyu getir, dedim.

Erdinç Gültekin
Gercekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)