Kaan Eminoğlu ile Yalnızım Türkiye Kadar kitabı üzerine
Şair Kaan Eminoğlu'yla Pankuş Yayınlarından yayımlanan şiir kitabı Yalnızım Türkiye Kadar üzerine, öykü yazarı Erdinç Gültekin konuştu. Eminoğlu, 'Yaratıcılığın ve samimiyetin koşulu yalın ve yalnız olmaktır' diyor.
Ben bir kitaba uzanırken kitabın ismi de o kitaba uzanmama neden olur. İstersen kitabın isminden başlayalım. Yalnızım Türkiye Kadar. Seni bu isme götüren neydi? Özellikle şiir kitaplarına isim koymak daha zordur. Yalnız ve yalın olmak. Yaratıcılığın ve samimiyetin koşulu hâller. Üstelik bu yalnızlık ve yalınlık hâli estetik bir motivasyondan ulaşılan bir düzlem değil, politik ve poetik yalnızlığın ulaştığı bir zirveyi imliyor. Şairlerde doruk, yenilginin ulaşabileceği en üst derecedir. Ben de doruğa doğru yaklaşırken seçtim bu adı. Doruk, aynı zamanda bir uçurum kenarı. Adım atacak yer yok. Çığlıklarım kesik kulaklılar arasında anlamsız bir imdat çağrısı. Kaderimi ülkemin kaderinden ayrı görmüyorum. Kabul ediyorum suçumu. Ülkemi sırtımı dönüp gidebileceğim biri gibi göremiyorum bir türlü. Kaderimi şiirimle yazmak iddiasındaysam da olması gereken bu. Dudağımda iyimserliği utandıran Bir yaşam tiryakiliği Biliyorum bu kadarı bana zarar Yalnızım, Türkiye kadar Şiirde sık dile getirilen bir duygudur yalnızlık. Şairin kendini yalnız hissetmesi de doğal görülür. Fakat Türkiye kadar yalnız olmak sanırım çok büyük bir duygu yoğunluğu. Buna kapsamlı bir yanıt verebilir misin? Okuyucu bu psikolojiyi birkaç pencereden aynı anda görebilir mi? Bütün büyük buluşlar yalnızken ortaya çıkmıştır. Bütün dinler peygamberlere yalnızlık anlarında vahyedilmiştir. Büyük eserler yalnızlığın soylu çocuklarıdır. Büyük idealler kalabalıkların arasında değil, kalabalıkların arkasındaki yalnızlıktan doğmuştur. Yalnızlıktan daha güçlü bir motivasyon tanımıyorum. Kalabalığın sesini susturamayanın bu çağda şair olabileceğine inanmıyorum. Yalnızım ama şiirle yaşamı aşıyorum. Yalnızım ama şiirle yaşıyorum. Her tenhalıkta şiir yazıp yalnızlıktan taşıyorum. Tek başınalığı işaret ettikçe uçarılığımın, sivriliğimin, keskinliğimin sebebini anlatmış oluyorum. Yalnızım Türkiye Kadar'ı okurken küçük bir Anadolu gezisi yapmış gibi oldum diyebilirim. Sanırım sokaklarla arası iyi bir şairsin. Şehirlerin, sokakların, yüzlerin şaire katkısı nedir? Sokakların şairin öncelikli gereksinimi olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben bir kent şairiyim. Ankara, Şanlıurfa, Samsun ve İstanbul hayat repertuvarımdaki önemli yerler. Yine de bir şehirle özdeşleştirmem gerekirse kendimi o şehir Ankara’dır diyebilirim. Bütün sokaklarını bildiğim, yürümediğim caddesi kalmayan, borçlu olmadığım sahafı bulunmayan bu şehir beni önce doğurdu sonra da yoğurdu. Kalabalığın içindeki ıssızlığı da oradan öğrendim, aykırılığın yadırganışını da. Yaş değil yaşantı tükettim, yediğim çelmeleri de tecrübe defterime yazıp geçtim. Şanlıurfa ise aşımı ve eşimi bulduran beni onduran şehir. Türkiye’yi tüm çıplaklığı ile tanıdığım yer. Benim için kerpiç bir lahit. Ölümle üç defa burun buruna geldiğim yer. Aşka yapmış olduğum en başarılı sefer. Yanılgıları ve yenilgileri keşfettiğim yer. Samsun yeni bir arkadaş. Huzur limanına demir attığım, kendimi Cumhuriyet aşkını yaşatmaya adadığım yer. Prometheus’un çaldığı ateşi insanlığa armağan etmek istediğim, bana oğlumu veren benden oğlumu alan yer. Böyle bir hayatı şiirden başkası kurtaramazdı. Şehirlerse o hayatın lirik zindanı. Kaan, ben şiirde anlaşılır bir soyutluktan yanayım. Bırakalım bir köylüyü ya da gurbette kapıcılık eden kasabalıyı, binlerce kitap devirmiş bir aydının bile anlam veremediği şiirler çıkıyor karşımıza sık sık. Sanat fayda ilişkisini göz önüne alırsak bu tür şiirler insan gelişimine ne katkı sağlayabilir? Bir katkı sağlayabilir mi? Anlam İkinci Yeni’yle birlikte bir hayli yıpratıldı Türk şiirde. Şairlerde sevdi bu anlamsızlık modasını. Kimi şamarladı anlamı, kimi sövgü resitali sundu anlama karşı. Bana kalırsa bu anlam karşılığı bir tür derin görünme endişesinin tezahürü. Sığ bir bilince sahip şair yüksek sanat iddiasıyla derin anlaşılmazlık denizine yol almayı bir saygı devşiricisi olarak görüyor. Elbette tüm kabahati İkinci Yeni’nin öncülük ettiği bu modaya bağlamıyorum. Türk şiirinin tarihi bir bakıma anlamla anlamsızlığın çatışmasının da tarihidir. Bu çatışmada bir dönem anlam ön plana çıkarken bir dönem anlamsızlık ön plana çıkmıştır. Yeni Türk edebiyatının başlangıcını Akif Paşa’nın Adem Kasidesi kabul edersek şöyle bir çatışma kronolojisi karşımıza çıkar: Tanzimat (Anlamın revaçta olduğu dönem) – Servet-i Fünûn ve Fecr-iAti (Anlamsızlığın revaçta olduğu dönem) – Millî Edebiyat (Anlamın önem kazandığı dönem) – Garip, Toplumcu Gerçekçilik anlayışlarının etkin olduğu Cumhuriyet’in ilk yılları (Anlamın tartışmasız hükümdarlığını ilan ettiği dönem) – İkinci Yeni ve ondan itibaren günümüze gelen postmodern dönem (Anlamın tartışmasız yenilgiyi tattığı, anlamı savunan şairlerin ayaklarına zincir bileklerine kelepçe vurulduğu dönem) Elbette böylesi dehşet verici bir tabloda ben yenilenlerin ve ezilenlerin tarafında belirledim safımı. Anlamı anlamsız bir cesaretle savunan bir şiir neferi olmamı başka türlü açıklayamam. yürüyoruz uzun uzadıya nafile bunca çaba biliyoruz ama yol deniyor buna Nizip Semalarından Bırakılan Güvercinler adlı şiirinden aldım bu sözcükleri. İçinde önemli sorular barındıran dizeler gerçekten. Örneğin, Öğretmen Kaan Eminoğlu ile Şair Kaan Eminoğlu'nun görevleri nelerdir? Hangi görev daha çok yorgunluk veriyor Kaan'a? Şairlik öğretmenliğin kan kardeşidir diyebilirim. Her ikisinde de bir sınıfa ders verirsin. Elbette öğretmenlikteki sınıfla sosyal aidiyetimizin bulunduğu sınıflar arasındaki ses uyumuna karşın anlamsal farklılıklar var. Ben Devrimci Şiir adını verdiğim şu an için manifestosunu hazırladığım bir şiir anlayışına sahibim. Şiirin devrim yapma idealini korumaya çalışıyorum hâlâ. Bunun içinde toplumun gerçekliklerini yazmam gerektiği inancı içerisindeyim. Nizip Semalarına Bırakılan Güvercinler şiirin Gaziantep’in Nizip ilçesinde çok yaygın olan güvercin yetiştiriciliğinin bir ritüeline ilişkin bir izlenim şiiridir. Güneydoğu’daki birçok emekçi insan için sosyalleşme denilince akla ilk gelen eylemler “Starbucks’ta latte içmek, AVM gezisi, gece kulübüne gitmek” değildir. Güvercin yetiştiriciliği ile uğraşıp en fazla takla atan güvercine sahip olmak gibi biz kentlilere ilginç gelen bir sosyalleşme yöntemi vardır Güneydoğu’da. Bu güvercinler sayesinde insanların bir araya geldikleri güvercin pazarları, güvercin festivalleri ve güvercin açık artırmaları gibi farklı sosyal organizasyonlar da meydana gelmiştir. Bu şiirde anlatılan olay ise Nizip’teki güvercin yetiştiricilerinin toplu şekilde güvercinlerini gökyüzüne saldıkları bir güvercin festivalinin şiirsel olarak resmedilmesinden ibarettir. Elbette bu resmediş yöre halkının sınıfsal konumuna ilişkin gizli bir de methiyeyi içerisinde barındırır. Bu ülkede köklü bir değişim (Biri devrim mi dedi?) yaşanacaksa bu değişimi başlatacak kişiler bu emekçilerdir. Babadan çevreli, kibirlenecek bol vakti olan, holdinglerle arası iyi ve deliyi oynamayı seven bir şair tipi türedi 80 sonrası. Küreselleşmeci ağızları sayesinde kitapları da basılıyor. Attilâ İlhan da ömrünün son yıllarını bu kesimle mücadeleye harcadı. Sen bir röportajında "Attilâ İlhan medyanın yarattığı aşk fenomeni illüzyonuna gömülüp kültür dünyamızdan tecrit edilmedi mi?” diye sormuştun. Sanırım şiir de şair de tehlikede. Fakat bu durumun, sıradan ya da körpe okuyucu diyelim nasıl farkında olacak? Cevabını yıllardır aradığım bu soruyu ben de çok sordum kendime. Uzun yıllar geçse de doğru cevabı bulduğuma inanıyorum. Türkiye’de herhangi bir sorunun çözülebilmesi için o sorunu popüler hâle getirmek dışında bir çare yok. Herhangi bir sorunu popüler hâle getirmek için de popüler öznelerin o sorunu kendisine dert edindiğini göstermesi ve bu sayede kamuoyunu bu konu üzerinde düşünmeye ikna etmesi/zorlaması gerek. Elbette benim konumum için popüler olmayı bir amaç olarak gördüğümü söylemek mümkün değil. Ancak popülariteyi en işlevsel araç olarak gördüğümü inkâr edemem. Bir şair bir yazar sorunlarının çözümü konusunda samimi bir dirence ve isteğe sahipse eğer popüler olma şansını değerlendirmek zorundadır. Elbette bu şansı değerlendirmek için belli bir yeteneğin de olması gerekir. Bu yetenekten mahrum kişilerin devrimci karakterlerini kaybetmiş silik özneler olduğunu sanatı da ruhsal bir gezinti olarak addettiklerine inanıyorum. Sanatın sanattan çok daha büyük bir gücü ortaya çıkarabilme potansiyeli olduğunu görebilmek de üst düzey bir sanatçı duyarlığını ve entelektüel kavrayışı gerektiriyor. Bu yüzden popüler bir özne olarak ortaya çıkmak bir iddia taşımak benim için bir tercih değil, kaçınılmaz bir zorunluluk. Doğu toplumları şiire her zaman daha eğilimli olmuştur. Gelişmiş Batı'da şiirin kolu kanadı kırık diyebiliriz. Zaten ilk şiir örnekleriyle de Sümer’de, Çin'de, Hindistan'da karşı karşıya geliyoruz. Yaşadığımız çağın dayatması mı bu durum yoksa gelenek etkisi mi ağır basıyor şairin doğu coğrafyalarında daha çok itibar görmesine, Batı’da ise silik bir halde olmasına. Batı’nın filozofları Doğu’nun ise şairleri vardır. İlhan Selçuk’un “Türkiye Cumhuriyeti’ni şairler kurdu.” sözüne iltifat eden biriyim. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu dahi şairlerden ilhamla aldıkları fikirlerle bu devrimi hayata geçirmişlerdir. Bugün bilinçli bir ideoloji sahibi diyebileceğimiz kimseler bu ideolojiyi estetik üretimlerden edinmişlerdir. İslamcı İslamcılığı dinî kaynaklardan değil, şair ve romancıdan; devrimci ise devrimciliği şairlerden ve romancılardan öğrenmiştir. Bu öğrendiklerini hayat pratiklerine aktararak hayatın akışını güzelleştiren ya da güzelleştirme idealine sahip bir “gelenek”ten geliyorum ben de. Geleneği ve geleneksel düşünceyi yıkan bir estetik geleneğinin sürdürücüsü olmak sahip olmadığımız felsefenin yerine felsefi derinliği olan şiiri koymayı da şairane bir görev olarak üstlendiğim doğrudur. Kaan, seni geçmişe ışınlasak, tanışıp sohbet etmek isteyeceğin üç şair kimler olurdu? Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan, Ahmed Arif bir de joker Ahmet Erhan… Ben kötü şairin, kötü kalpli şairden daha iyi olduğunu düşünürüm. Senin tabirinle "banka yayınevlerinde" mevzilenen şairlere, yazarlara baktığımızda güçlünün yanında yer aldıklarını görüyoruz. Saldırganlar. Kibirliler. Bu şairlerin beslenmelerinde mi bir sorun var? Sorunun temeli nedir? Ahlakımızı kurduğumuz yer doğru-yanlış diyalektiğinden fayda-zarar diyalektiğine evrildi. Bu bir anda gerçekleşmedi. 80 Darbesi’nin ardından kültür dünyasına müdahale eden emperyalizm postmodernizm maymuncuğu ile girdi zihinlere. Girer girmez de bütün aydınlık fikirleri tahrip etti. Değer yargılarımızı katletti. Dünya tarihinin gördüğü en büyük soykırım postmodernizm eliyle hepimizin gözü önünde yapıldı. Bu kırıma alkış korosu ile destek olanlar ilerici itiraz edenler gerici olarak etiketlendi. Bu etiketi söküp atacak cesareti esaret altındaki zihinlerden beklemek hayalperestlikle eş değerdir. Devrim, kırımın katlettiği zihinlerden değil, kırıma isyan eden bilinçlerden yükselecektir. Şunu da sormak istiyorum. Kendimize yakın hissettiğimiz, en azından akraba duygulara sahip olduğumuz yazar ve şairlerin bazen çocukça alınganlıklar yaptıklarını, bütünlüğün, bir cephe oluşumunun önüne geçen basit diyebileceğimiz konulara takıldıklarını görüyoruz. Bu konuda sizin de hayal kırıklıklarınız oluyor mu? Bana yakın olduğunu zannettiğim şair ve yazarlara yakınlaştıkça onlardan uzaklaştığımı keşfettiğim an olgunluğa erişmiş saydım kendimi. Buna Stendhal’ın ifadesiyle kristalizasyon da diyebiliriz. Eserlerine bakıp kristallerle süslediğimiz insanların bir hayal kırıklığı anıtı olarak hayatımızdan silinişleri belki de şairliğin bir gereği.
Erdinç Gültekin
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR