İstasyon romanı: Geçip giden bir hikâye üstüne / Özkan Ali Bozdemir
Birgül Oğuz’un Metis Yayınları’ndan çıkan ve yayınevlerimizin ibretlik 'ben bastım oldu' yayın anlayışını gösteren kitabını, eleştirel bakışla Özkan Ali Bozdemir değerlendirdi.
Birgül Oğuz’un Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı İstasyon, arka kapak yazısında belirtilen 'Yalnızlık, güven ve arkadaşlık üzerine uzun bir hikâye' önermesini karşılasaydı belki başka bir yazı çıkacaktı ortaya ama ne yazık ki öyle olmadı. Uzatmadan girelim konuya: Kırklı yaşlarda olan, yirmi küsur senedir üniversitede edebiyat dersleri veren ve yakın zaman önce görevinden uzaklaştırılmış Deniz, adı ‘nedense’ kitapta verilmeyen bir ‘ilçe’den ayrılıp, ‘başkent’teki adada yaşayan arkadaşının evine gitmek üzere apar topar hazırlanıp tren garına doğru yola çıkmıştır. (Parantez açalım, hikâye boyunca ilçenin, adanın ve başkentin adını öğrenemeyeceğiz.) Bu acelenin sebebini anlayamıyoruz tabii, karakterin kendisi de bilmiyor ve tren hareket etmeye başlayınca o da bunun üzerinde düşünmeye başlıyor. Bu sayede onun geçmişte yaşadıkları hakkında genel bir izlenim edinme şansı yakalıyoruz. KARAKTERİN KARAKTERİ Bir zaman önce kovuşturmalar oluyor üniversitede ve Deniz’in akademisyen arkadaşlarının birçoğu toplu şekilde işlerinden ihraç ediliyor. Ama Deniz için böyle bir tehlike yok o sırada, bu toplu ihraç sonrasında onun sözleşmesi yenilenmeyecek ve bir şekilde o da işinden edilecektir. Şimdi bunları düşünmenin sırası geliyor ve böylece bu yolculuk sırasında derin bir iç hesaplaşmaya girişiyor karakterimiz. Hani bir yolculuğa çıkarken insan içinde de bir yolculuğa çıkıp kendiyle yüzleşir ya, işte o klişe. Neyse, bu hesaplaşmalar sırasında ihraç olayının yaşandığı dönemde neden ilçeden kaçmadığını sorgulamaya başlıyor akademisyen Deniz. Neden her şeyden vazgeçip orayı terk etmediğini de birkaç cümle sonra itiraf ediyor zaten: “… durumun en azından benim için değişeceğine dair bir umudum vardı. Bölümün benden kolay kolay vazgeçmeyeceğinden neredeyse emindim. Orada değilse başka bir yerde mutlaka bana ihtiyaç duyacaklardı.” Burada elbette karakterin ‘karakteri’ne ilişkin bir izlenim edinmemiz kaçınılmaz. Nedir o? Çalıştığı üniversitede birtakım hukuksuz kararlar alınıyor ve arkadaşları yok yere işlerinden ediliyor ama kendisi tüm bunlar yaşanırken sesini çıkarmıyor, itiraz etmiyor. Neden? Çünkü içten içe inanıyor ki bölümü ondan vazgeçmeyecek, orası olmasa bile bir başka bölümde mutlaka ona ekmek kapısı aralanacaktı. Ancak işler tahmin ettiği gibi gitmiyor ve bölümdeki isimler değişiyor, birçoğu kapanıyor, yani kendisine beklenen teklif bir türlü gelmiyor. Durum böyle olunca karakterimizin duygu dünyasında nasıl bir çalkantı cereyan ediyor dersiniz? Evet, arkadaşları haksız yere işten atılınca sesi çıkmayan –çünkü kendisine dokunmayan yılan bin yaşasındı- karakterimiz, plânları suya düşünce aksi, öfkeli birine dönüşüyor. Bunu ilerleyen cümlelerde kendi itiraf ediyor, hem de büyük bir samimiyetle. Okuyalım: “Ama hiçbir şey beklediğim gibi olmadı; kadrolar hızla değiştirildi, bölümlerin içi boşaltıldı, bazıları kapatıldı. Hesapta olmayan şeyler başıma geldiğinde hep olduğu gibi sinirlerim hızla yıprandı. Başkalarının zayıflığı ve beceriksizliğine tahammülsüzlüğüm iyice arttı.” Ve tabii sonrasında gelen itiraflar da okununca karakterin karakteri iyice şekilleniyor kafamızda. Aynen alıntılıyorum: “Zaten hiçbir şey olduğundan kötüye gitmemişti, kaybettiğimiz maaşları saymazsak. Hatta üniversitenin bitmek bilmeyen idari işlerinden, başkalarıyla sürekli dirsek teması olma zorunluluğundan, sızlanmaktan başka bir şey yapmayan vasat öğrencilere katlanmaktan, vasat ders notları hazırlamaktan, vasat sınav kâğıdı ve ödev okumaktan kurtulduğum için seviniyordum bir bakıma… Soğuk, umursamaz, küstahtım. Ee? Param vardı, kira derdim yoktu, ev benimdi, ister atar ister satar ister kocardım içinde.” Bu itiraflarla da artık öğreniyoruz ki hocamız zaten işinden ziyadesiyle bıkkın bir kimsedir. Sızlanıp duran vasat öğrencilere vasat ders notu hazırlayan, sınav kâğıdı okumaktan illallah eden hocamızın da zaten ‘haksız yere’ işten atılan arkadaşlarına destek çıkacağını düşünmek safdillik olurdu öyle değil mi? Gerçi kime ne, parası var, kira derdi yok, kendine ait bir evi bile var onun… Ortada başka mesele kalır mı hal böyle olunca? Bütün bu olanlardan sonra karakterimizin kibirli olduğu sonucuna varabilir miyiz bilmiyorum ama öğrendiğimize göre arkadaşları onun hakkında böyle düşünürmüş. Açık açık kibirli demeseler bile bunu ima ederlermiş. O zaman da karakterimiz ne cevap verirmiş dersiniz? Bakalım: “Arkadaşlarım beni hep kendinden fazlasıyla emin olmakla suçlamıştır, bana kibirli dememek için de epeyce çaba göstermişlerdir. Ben de şöyle demişimdir onlara: Özsaygı kalbime iyi geliyor. Bunu söylerken işaret parmağımla bir kalbime bir şakağıma dokunurdum, tap tap, ikişer kez.” Bu kitabî cümlelerin artık gerçek hayatta karşılığı var mı bilmiyorum. Yani en azından benim gözlemlediğim kadarıyla yok. Birisine kibirli olduğunu ima ettiğinizde “Özsaygı kalbime iyi geliyor” cevabı alır mısınız, lütfen almayın. Hele o işaret parmağı, aman ha… ‘MUAMMALI HUMMALI’ BİR HİKÂYE BU Kitaba adını veren ‘istasyon’ ev 'mevzu'na gelelim artık. Şimdilik öğrendiğimize göre adadaki bu istasyon eve Deniz’in üniversiteden yakın arkadaşı Nihal göz kulak oluyor. Bu ev adada, çiçekler içinde, sanki kasıtlı olarak ‘gizlenmiş’ büyücek bir yer. Yaklaşık yirmi yıldır faal. Gelenler gidenler, kalanlar, belki yüzlerce kişi. Kirası yıllık ödeniyor, tüm faturalar otomatik ödemede. Yeter ki açık kalsın ev deniliyor. Ne ki bu allasen, dediğinizi duyar gibiyim. Bir yorumda bulunmak için belli ki erken, bekleyelim de görelim… Adadaki istasyon evin şu anki sakini Nihal demiştik. Nihal de Deniz’in oraya varmasından bir gün sonra istasyonu terk edecek. Bir devir teslim töreni sanki. Nihal bu istasyon evi Deniz’e bırakıyor ve yurt dışına gidiyor. Fakat ne için gidiyor, burası bir muamma. Öyle alengirli ki karakterimizin ya da yazarımızın ifadeleri, neler olup bittiğini anlamak mümkün değil. “Sabah erkenden ayrılacaktı adadan. Yurt dışına gidiyordu. Bir durum varmış, ona ihtiyaç varmış… Orada en az iki ay kalacağı kesindi, aynı bunun gibi bir istasyon evde, sonrasını o da bilmiyordu.” Gerçi söylediğine göre karakterimiz de bu istasyon evin giderlerini kimin karşıladığını ya da tam olarak hangi amaca hizmet ettiğini bilmiyor: “İrtibatı kim sağlıyor, giderleri kim ya da kimler karşılıyor, böyle kaç ev var, neredeler, bunlarla ilgilenmediğimi söyledim ona.” Deniz artık istasyon evde yalnızdır iki ay boyunca. Uzun yürüyüşlere çıkar, kendiyle baş başa kalır. Bu sıkıcı karakterden gına geldiği ve artık okumaktan sıkıldığım bir noktada bir köpek dahil oluverdi hikâyeye. Okurken içimizin şiştiği bir öykü ya da romanda aniden ortaya çıkan bir kedi ya da köpeğin, herhangi bir hayvanın içimizi nasıl ısıtıverdiğini tahmin edersiniz. Ancak bu sıcaklık duygusu bir iki cümle sonra yerini tekrar buz gibi bir soğuğa bıraktı. Neden mi, Deniz Hanım’ın bu köpek hakkında da kesin ve doğrudan yargıları var da onun için. Okuyalım: “Müşfikti ama korumacı değildi, mağrur köpeğin teki sanmıştım onu, oysa güçlü bir özsaygıyı yorulmuş bir gururun peşi sıra sürükleyip duruyordu yalnızca.” Evet, sokak köpeğinden söz ediyor… Deniz, adada kalacağı iki aylık süre zarfında dolaşmak, istasyon eve bekçilik etmek dışında başka neyle meşgul olacaktı peki? Elbette birincil işi bir kitap yazmak. Üniversitedeki ders notlarından oluşan bir kitap hem de. Birkaç gün sonra bu niyetle, yani kitabını yazmaya başlamak üzere istasyon evdeki koltuğuna oturuyor ve açıyor dizüstü bilgisayarını. Fakat o da ne, bir türlü internete bağlanmayı beceremiyor. Evet, yirmi küsur senelik bir akademisyenlik kariyeri olan ve bir kitap yazma hazırlığındaki karakterimizin bilgisayarla imtihanını okuyoruz şimdi: “Nihal’in bir kâğıda özenle yazıp buzdolabının kapağına yapıştırdığı wi-fi şifresini defalarca girdim. Şifre yanlış değildi, her seferinde ekranın sağ üst köşesinde internet bağlantısının sağlandığına dair o küçük im beliriyordu, ama sonrasında hiçbir sayfa açılmıyordu, onun yerine bilgisayarımın bilmem neyiyle ilgili bilmem neyini kontrol etmemi salık veren bir bildirim çıkıyordu. Modemi resetledim, bilgisayarımın ağ ayarlarıyla oynadım, ne işe yaradığını bilmediğim pencereleri açıp kapamaya, şunu bunu kurcalamaya başladım, en sonunda da cihazı kanepeye fırlattım.” Bir yazınsal metinde karşılaştığım wi-fi, modem, reset gibi sözcüklerin sakil duruşunu, nahoş tınısını ayrı tutup başka bir şeye dikkat çekmek isterim. Yirmi küsur senedir üniversitede edebiyat üzerine dersler veren ve bu derslerdeki notlarından bir kitap hazırlama girişiminde bulunacak bir akademisyenin internete bağlanamaması, dahası ne işe yaradığını bilmediği pencereleri çok uzak bir dünyadan gelen sinyaller gibi algılıyor olması biraz tuhaf değil mi? Elbette bilgisayara tümüyle hakim olmasını beklemiyoruz burada ama şunu bunu kurcalamak, ne işe yaradığını anlamadığı pencereleri izlemek biraz gerçeküstü kaçıyor sevgili dostlar. Sıkı durun, esas bomba patlamadı henüz. Cihazı kanepeye fırlattıktan sonra karakterimizin aklından hangi cümleler geçiyor dersiniz? Yani Nihal olsa şimdi ne derdi ona? Ve tahmin edin buna karşılık bizim özsaygısı kalbine iyi gelen karakterimiz nasıl yanıtlardı onu? Evet, tahmin eder gibi oldunuz sanırım. Hadi hep beraber okuyalım: “… cihazı kanepeye fırlattım. ‘Bizler gibi olmaya tenezzül edip bir akıllı telefon edinseydin böyle dertlerin olmazdı,’ derdi şimdi Nihal olsa. Ben de ona bunu dert falan etmediğimi, bilgiye erişmenin tek ve en iyi yolunun akıllı telefon olmadığını söylerdim.” Bu sonuç vermeyen girişimin ardından gene adada yürüyüşe, alışverişe çıkıyor karakterimiz. Sonrasında da dükkanlardan birine girip bozuk olan bilgisayarı için yakınlarda tamirci olup olmadığını soruyor. Ama tamirci demiyor elbette, tamirci olur mu? Peki ne olur onun yerine? Tahmin edemediğinizi sanıyor gibiyim: “Kasadaki kadına aradığım dosyayı bulamadığımı söyledim ve yakınlarda bir bilgisayar hastanesi olup olmadığını sordum.” Bunun gerçek hayattaki karşılığını artık sorgulamaktan vazgeçip devam ediyorum. Biraz sonra hastaneyi buluyor karakterimiz. Ve tamirci –gerçi bilgisayar doktoru mu demeliyiz– sorunun ne olduğunu anlatıyor kendisine ama internet dünyasına fersah fersah uzak olan karakterimiz elbette bu söylenenlerden hiçbir şey anlamıyor: “Bilgisayar hastanesi iki dakika içinde önümde belirdi ama artık çok bitkin hissediyordum ve yağmur başlamıştı. Bilgisayarımla ilgili sorunu elimden geldiğince ayrıntılı bir biçimde anlattım ve yanıtı, dikkatimi çok da veremeden dinledim; herhalde bir şey güncellemesini ihmal etmiştim, bu yüzden bir şeyler olmuştu, şimdi de artık internete bağlanamadığıma göre bilgisayarı hastanedeki bir şey birimine getirecektim.” Bir şey güncellemesi de ne ola dostlar? Yani ne olabilir? Aklında kalmayan, anlamadığı o güncelleme en fazla ne olabilir? (Bence kesin Office’in lisans sözleşmesinin tarihi filan dolmuştur ya neyse…) Ayrıca hastanedeki o bir şey biriminin ne olduğunu artık hiç sorgulamıyorum bile dikkat ettiyseniz. İtiraf edeyim, birazdan bilgisayarın o birime getirildikten sonra öleceğini –pardon ex olacağını– ve hemen bilgisayar morguna kaldırılacağını düşündüm. Öyle olmadı ama. Öyle olmaması için hiçbir sebep oldukça vardı oysa… Neyse… 'YASAL MERMİSİYLE BİR KOMİSER YAKLAŞMAKTA' Geliyoruz beşinci bölüme. Bu bölümle birlikte bir gizem daha çıkıyor karşımıza sevgili dostlar. Bir polis gizemi. Evet evet, yanlış okumadınız. Onsuz olmazdı zaten değil mi? İlerleyen sahnelerde birkaç kere daha rastlayacağımız üzere polis arabaları geçiyor adada ve gereksiz bir gerilimin malzemesi edilerek. Karakterimiz uykudayken sabaha karşı beşte yoldan biri yokuş aşağı koşmaktadır ve sonra bir polis arabası gelip istasyon evimizin önünde durur. Bir süre bekler orada ve sonra geçip gider. Neler olup bittiğini anlamaya imkân yok. Bu muğlaklığın kasıtlı olarak yer ettiğini düşünmek durumundayız artık çünkü sabaha karşı beşte koşar adım kaçan biri var ve polis arabası neden gelip istasyon evin önünde duruyor? Günler sonra, adada kar fırtınası başladığında, kavanoza doldurduğu konyakla kendini dışarı atıyor Deniz. Soğuk havada, üşüdükçe bir yudum alıyor konyağından ve devam ediyor adadaki özgür kadın yürüyüşüne. Bu yürüyüş boyunca iki kere polis arabasına denk geliyor, toplasanız yarım saat filan yürüyor zaten. Karakolun civarında turluyorsa demek ki… Neyse. Şöyle anlatıyor karakterimiz: “Lastikleri zincirli, camları film kaplı, daha önce görmediğim büyüklükte cip tipi zırhlı bir polis arabası yanımdan geçip soldaki yokuşa girdi. Konyaktan bir yudum aldım ve karnımdaki ateşi uyandırdım.” Bu betimlemelerle neyi işaret ediyor anlatıcımız, anlamamak, daha doğrusu sezmemek mümkün değil. Kar fırtınasının ortasında nedense lastikleri zincirli mi zincirli, üstelik camları film kaplı, kırk küsur yaşındaki birinin o yaşına kadar görmediği büyüklükteki zırhlı bir polis cipi mi? Kim bilir ne heybetli olmalı… Birazdan bir tanesine daha denk gelecek. Okuyoruz: “Kavanozu başıma dikmiştim, polis otomobili yanımda durdu. İskele caddesini dikine kesen çınarlı sokağın köşesindeydim. Film kaplı otomatik cam inerken otomobilin içinden sıcak hava dalgasıyla birlikte ağır bir tütün ve lavanta kokusu geldi. İki erkek polisin gözünden kendime bakınca yürüyen bir kar tümseği gördüm.” Betimlemelerdeki detaya bakarsanız anlatıcının –ki bence yazarın– niyetini bütün çıplaklığıyla okuyabilirsiniz, inanın hiç zor değil. Otomobil camlarına film taktıran, içerdeki klimayı kökleyen, arabanın içinde deli gibi sigara –belki başka bir tütün mamulü– içen, büyük ihtimal ‘avantadan lavanta’ hesabı bir koku sürünen iki erkek polis… Erkek vurgusunun yersizliğine değinmiyorum bile. Dönelim hikâyeye. Şimdi Deniz ve Nihal dışında başka biriyle daha tanışıyoruz: Bahar. Adadaki bir marketi işleten ya da orada çalışan gene gizemli bir kadın. Deniz alışveriş için o markete gittiğinde Bahar, Deniz’in o istasyon evde kaldığını ima eder bir tonda konuşuyor. Bu üç kadın arasındaki sırlar perdesi hiç kalkmıyor zaten. Nihal telefonla Deniz’i arıyor ve gene bir gizem, okuyalım: “Biri bizi dinliyormuş gibi konuşuyorduk ve konuşmalarımızın hiç değilse kendine göre bir doğallığı olsun diye karşılıklı çaba gösteriyorduk.” Yalnız Nihal mi, Bahar’da da gizemler gizemler… “Bahar da tıpkı Nihal gibi birilerinin bizi dinleyebileceğine içtenlikle inanıyordu. Bazen ben konuşurken başını hiç hareket ettirmeden, yalnızca gözlerini sağa sola kaydırarak iskele meydanını ya da marketteki müşterileri işaret ediyordu.” Yahu neler oluyor? İnanın hikâye boyunca sorup durduğum, kafamda dolanan tek soru bu oldu. Nedir bu istasyon ev? Nihal yurt dışına kendinin bile bilmediği ne işler çevirmeye gitti, niye telefonda dinleniyormuşsunuz gibi konuşuyorsunuz? Sen söylemediğin halde Bahar senin o istasyon evde kaldığını nerden biliyor ve bilmesindeki sakınca ne, niye o da Nihal gibi gizemli konuşuyor? Polis arabası niye durduk yerde sabahın beşinde sizin istasyon evinizin önünde duruyor? Başkent neresi? Ankara değil o kesin, neyin, nerenin başkentindesiniz siz? O sisi meşhur olan, sis çöktüğünde gözün gözü görmediği o başkentiniz neresi? Tek paragrafta üç gizem daha geliyor birazdan, bakın: “Sulusepkenin başladığı gece iki kadının yokuş aşağı koştuğunu gördüm, bir yandan da kabanlarını giymeye çalışıyorlardı… Polis hemen her gece devriye geziyordu,… Bazen sabaha karşı uzakta birkaç el silah atılmış gibi sesler duyuyordum,…” Sanıyor musunuz ki ilerleyen bölümlerde gecenin bir yarısı bir yandan kabanlarını giymeye çalışıp bir yandan haldır huldur koşturan kadınların gizemi ortaya çıksın? Elbette çıkmıyor, çıkamıyor. Çünkü böyle bir ada yok ve hiç olmadı. Olmayacak… 'YÜZÜNÜ DÖKME KÜÇÜK KIZ' Derken soğuk bir akşam vakti istasyon evin kapısı çalınıyor. E tabii, kahramanın sonsuz yolculuğunda Aristoteles’i yarı yolda bırakmak olur muydu, neyse… On iki-on üç yaşlarında bir kız çocuğu kapıda öylece dikilmektedir. Karakterimizle göz göze gelir ve Deniz? deyip o kişinin ‘o’ olduğundan emin olunca teklifsizce evden içeri girer. Bu gizemli çocuk iki gün boyunca evin bir odasından çıkmıyor. Kendisine verilen kahvaltıyı, yemeği yiyor ve hiçbir şekilde Deniz’le muhatap olmadan odasındaki yatağında öylece oturuyor, telefonuyla oynuyor! Düşünün ki bu istasyon eve bir kız çocuğu geliyor, yani reşit bile olmayan, on üç yaşında filan bir çocuk geliyor, orada onu bekleyecek kişinin adını biliyor ve orada günlerce konuşmadan yaşıyor, ama Deniz Hanım hiçbir şekilde ne için oraya geldiğini, neler olup bittiğini sormuyor kıza. Habire devriye gezen polise haber vermek de olmaz tabii. Sonunda Deniz, yurt dışındaki Nihal’e bir mektup yazarak durumu izah ediyor. Nihal de şöyle diyor tabii: “Şaşıracak bir şey yok. Tembihlemişlerdir kızı. Seninle konuşmadığı sürece onunla konuşmaya çalışma. Çok konuşursa da konuşma.” Derken birkaç gün sonra Bahar çıkageliyor eve. İçerde kızın yaşadığından haberi varmış gibi bir tavırlar. Amacı evi kontrol etmek belli ki. Sonra çıkıp gidiyor. Birkaç gün sonra Deniz evden çıkıp bir lokantaya gidiyor ve sarhoş oluncaya kadar içiyor. Eve döndüğünde –ayrıntıları geçiyorum artık– gizemli kızın Bahar’la mesajlaştığını görüyor ve çıldırıyor tabii. Kızın telefonunu yanlışlıkla su dolu bir tencereye düşürüyor, sonra kız evden kaçıp gidiyor. Deniz aramaya çıkıyor onu, adada bakmadık delik bırakmıyor, sonra viran bir kulübede buluyor onu, özür dileyip eve getiriyor. Küçük kız dili bir anda çözülmüş gibi hikâyesini anlatmaya başlıyor. Baba şiddeti sebebiyle bu istasyon eve gönderildiğini öğreniyoruz. Bir zaman sonra kızın teyzesi geliyor oraya ve onu evden alıp götürüyor. Deniz'imiz gene yalnız kalıyor, çekiliyor kendi kamburuna. Günler gene geçiyor ömrümüzden, kayıp zaman geçip gidiyor sayfalardan… Nihal dönüyor sonra yurt dışından, Deniz Hanım kitabına bir türlü başlayamıyor. Ve günler böyle geçip gidiyor. Ve böyle geçip gidiyor kitap, inanın başka da bir şey olmuyor sevgili dostlar… Özkan Ali Bozdemir
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR