Son Dakika



Toplumbilimde kadının, erkeğin, çocuğun, ihtiyarın, kısaca insanoğlunun tüm sorunlarının ortadan kalktığı, herkesin eşit ve özgür olduğu, bireyin ötekine egemenliğinin sona erdiği o, özlenen çağ “altın dönem” diye tanımlanmış.
 
Birileri, bu tanımlamaya itiraz etmiş midir acaba? Bu tanımda 'altın' sözcüğü olumlu anlamda kullanılmış, ama maddi bir içeriğinin bulunması, bir değişim aracı olarak kullanılıyor olması nedeniyle itici bir yanı da var gibi görünüyor. Çünkü altın, kısaca para; dolayısıyla ekonomik farklılaşmalar; bütün kötülüklerin anası değil mi?
 
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, inanoğlunun (kadının, erkeğin) toplumsal konumu üretim ilişkileriyle (ekonomiyle) belirlenmiştir. Böyle olmasına karşın, özellikle büyük savaşımlar sonucu anaerkil toplumsal yapıyı yıkıp babaerkil döneme geçildikten sonra kadın-erkek çelişkisi yeni bir boyut kazanmış; kadınla erkek karşıt uçlarda yer almak durumunda bırakılmışlardır.
 
Ne yazık ki bu yanılgı, 21. yüzyılda da en olumsuz şekliyle varlığını sürdürüyor. Şimdilerde kadın, ekonomik yapının ürettiği eşitsizlikle olduğu kadar erkek egemen anlayışla da savaşmak sorunda. Kadın sorunun anlaşılıp çözüm yollarının bulunabilmesi için, öncelikle toplum sorunlarının giderilmesi gerek. Bu bütünsellikle bakarak bir çıkış aramak, kaçınılmaz görünüyor.
 
Tarih boyuncu yaşanmış hangi olay ve olguya bakılırsa bakılsın; toplumsal sorunların, giderek nasıl kadın sorununa dönüştüğü kolayca saptanabilecektir. Bu konuda sonsuz örnek bulunabilir: Mal sahibi olmak erkeğe özgüdür örneğin. Türkiye'de kadının miras hakkının olmadığını düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Gene kadının dinle ilişkilendirilmesi açmazlarla doludur. “...6. yüzyılda Mason meclisinde, kadının canı var mı yok mu diye ciddi bir şekilde tartışılmıştır.” (1)
 
Bu yaşanmışlığı anımsamak ve günümüze bakmak, durumun pek değişmediğini gösterebilir. Bugün, kadının kimliğini yeniden tanımlamak gerekiyor. Gerçekte, kimdir kadın? Toplumdaki kadın fotoğraflarına bakın. Ev kadını, hizmetçi, öğretmen, işçi, avukat, doktor, plot, otobüs şoförü, dişçi, kimyager, biyolog, jeolog, tezgahtar, postacı, hizmetçi, sekreter, fahişe, aktrist, şair, yazar, gazeteci, ressam, karikatürist, heykeltraş, yayıncı; ahırda, evde, tarlada çalışan köylü kadın, belki milletvekili... olarak karşımıza çıkacaklardır. Bu konumdaki kadınların hiçbiri sorunsuz değildir. Yüzlerce yıl verilen savaşımlarla, milim milim özgürleşen kadınların çok azı, az da olsa, kabul edilir bir noktaya gelebilmiştir. Çünkü iş hayatına giren kadın erkeğin konumunu sarsmaya başlamış; kadın erkek arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanmasını neden olmaya başlamıştır.  Bir işe girebilmek için genç-ihtiyar çelişkisine, kadın-erkek çelişkisi de eklenmiştir. Bu durum üretim araçlarına sahip olanların işine gelmiştir elbette.
 
Çünkü kadını hep küçük gören anlayış, onun daha az bir ücretle çalışması gerektiğini de dayatmış ve benimsetmiştir. Böyle olunca da, daha az ücret ödeyip aynı işi yaptırabileceği kadını seçmek, işveren için öncelik kazanmıştır. Bu toplumsal ekonomik işleyiş, kadın-erkek çelişkisine dönüşmüş; asıl  ezici gücün (egemen sınıfın) gözden kaçırılmasına neden olmuştur. Kadın ve erkeğin birlik olmasının, birlikte örgütlenmesinin önüne geçilmiştir.
 
Günümüzde yaşandığı gibi...
 
Uygarlık (gelişmişlik) düzeyi;  kadınların toplumsal konumlarına bakılarak tanımlanabilir. Böyledir ama 21. yüzyılda, bu emperyalist, kapitalist çağda topluma, toplumsal konumları içerisindeki kadınlara bakıldığında, bir gelişmişlikten (uygarlıktan) söz edilemeyeceği açıktır. Kadın üzerinden yaşanan ürkütücü olaylar; nitelik değiştirerek, bugün de varlığını sürdürüyor. Parlamentoda üç beş kadın millet vekilinin olması, yanıltıcı olmamalı. Şimdilerde, kısıtlı biçimde uygulamada olan bu hakkın alınabilmesi için başını verenler olmuştur. 1793 Paris Komünü'nde kadın haklarını savunan Rosa Lacombe “Mademki kadın sehpaya çıkabiliyor, kürsüye de çıkabilmelidir.” diyerek sesini yükseltecek, ama bir süre sonra da giyotine gönderilecektir. Anlaşılacağı üzere suçta, ölümde, idam edilmekte kadına sunulan eşitlik, yaşamın diğer alanlarında kesinlikle işlerlikte değildir.
 
Kadın-erkek ayrımı yapmadan ekonomik, kültürel, siyasi, toplumsal, bireysel özgürleşme ve bağımsızlaşma top yekûn kurtuluşun anahtarı gibi görünüyor. Bunun sağlanabilmesi için öncelikle ahlâkta, dinde, evlilikte, toplumsal yaşantıda, bütün iğrençliğiyle kendini gösteren ikiyüzlülükten kurtulmakla işe başlama zorunluluğu var. Kadın ve erkek toplumsal çevrenin, dış gerçekliğini kendilerini belirlemesine izin vermemelidir. Yaşanılana, kendine sunulanlara eleştirel bir gözle bakarak; yanlış olana, kendi değerlerini yok eden etkenlere karışı çıkarak geleceğini kurmaya çalışmalılar. Yoksa, toplumsal kuralların dışına çıkarak düşünemez olur insan. Böyle olunca da hiçbir zaman özgürleşemez. Bu, yanlışın, yanılgının yeniden üretilip yaşanması olur. Bu, toplumsal geriliğin kader gibi yaşanmasına dönüşür. Değişmek ve değiştirmek bilinci oluşmaz. Egemen sınıf bütün sömürü aygıtlarıyla kadını ve erkeği ezmeyi sürdürürken; baba erkillik de kadını ezen bir güç olarak işlerlikte kalır. Kadını ezen erkek, kadınla birlikte ezilen olduğunu da fark etmez nedense. Bu aşılsa kadın ve erkek karşıt ve çelişen iki güç olmaktan çıkacak; aynı tarafta yer alacaklardır. Nâzım Hikmet'in şiirlerinde önerdiği gibi, aynı amaç için dövüşen iki kavga arkadaşı olacaklardır.
 
Her insan olağanüstülüklerle doludur. Bu nedenle insanların duyguları, düşünceleri, birbirlerine sunacakları, birlerinin yaşamlarını kolaylaştıracakları birçok özelliğin bulunabileceği düşünülebilir, düşünülmeli de. Bu, birinin diğeri kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu gösterir. Bu nedenle, bir insan, diğerinden vazgeçmemelidir aslında. Kapitalist toplum bu bilinci yok etmiş olmalı ki insanlar kolayca birbirlerini yok sayabiliyor. Söz konusu kadın olunca, daha da kolay çizilebiliyor üstü. Ne yazık ki şimdi varılan nokta da bu değil mi? Kant “Erkekle kadın, ancak birlikte tam bir insan olurlar.” görüşündedir.
 
Bu sava karşı çıkanlar olabilir mi bilmem. Çünkü çırılçıplak bir doğru bu. Hem, kadın ve erkek; biri diğerinin varlık nedeni değil mi? Birinin diğerini yok etmesi, aslında kişinin kendini yok etmesinden başka bir şey olamaz. Demek ki doğal olanın fark edilmesi ve benimsenmesi gerekiyor. Bunu fark eden kadın, doğanın kendine verdiğini ve günümüzde toplumsal yapının kendinden aldığı şeyleri geri istiyor haklı olarak. Bu kendinin kurtuluşu olacaktır, ama erkeğin kurtuluşunu da içerecektir. Böyle düşünerek, kadınla erkeğin ayrışmaktan daha çok birleşmenin, bütünleşmenin, aynı tarafta olmanın olanaklarını aramak ve yaratmak zorunda olduklarını görmeleri çok önemli. Zaten gereksinilen de budur. Toplumsal konumu ne olursa olsun (şair, yazar, aktris, doktor, tezgahtar...) tüm kadınlar; kendilerinin varlık nedeni olarak bir bilinç geliştirmeleri, aynı tarafta olmaları ve bütünleşmeleri için ideolojik ve politik örgütlülük içerisinde olmalılar. Gereken bu.
 
Şair olmak, bu gerçeğin tam da göbeğinde olmayı, sonuna kadar sorumluluk almayı gerektiriyor. Böyle olunca sanatçı yapıtında, belirlemeye çalıştığın açmazları giderecek bir temayı öne çıkarmaya çalışacaktır. İzleklerini bu amaçla seçecektir. İnsanı gözetecektir. Elbette bunu yaparken yazdığı şiirin, romanın, hikâyenin... estetik değerlerinden kesinlikle ödün vermeyecektir, vermemelidir.
 
İnsanoğlunun o ütopik döneminin gerçekleşmesi için yazmaya ve hayatı değiştiren toplumsal bir özne olmaya devam etmek gerekiyor. Evet, nerede olunursa olunsun...
 
 
Gökben Derviş
 
Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)