Halk Tiyatrosu üzerine / Özdemir Nutku
Naşit'ten sonra can çekişen tulûat sanatının son ustalarından İsmail Dümbüllü(1), 1917 yılında, Kel Hasan'ın yanında sahneye çıkmıştı.
Son elli yıl içinde bir kenara itilmiş olan ve gücünün azaldığı son yıllarda birden anımsanarak jübilesi dolayısıyla apar topar halk karşısına çıkarılan sanatçı, ölmeden önce takkesin(2), kendinden sonra yerini alacak bir ustaya bırakmıştı: bu Münir Özkul'du. Şimdi de bu takke Ferhan Şensoy'a geçti.
Naşit'e göre, tulûatın ölmesinin başlıca nedenlerinden biri, hatta ilki, bu sanatın değerbilmez tiyatro yöneticilerinin elinde kalmasıdır: "Onlar zorla halk sahnesini katlediyorlar. Artistlerin ihtiyaçları, istikballeri temin olunmuyor. (…) Bu işte kırk paranın otuz dokuzu patronun, bir parası artistin! Zavallı bizim işçimiz esnaf kahvelerinde birbirini tırtıklamakla geçiniyor"(3). Devletin elini uzatmadığı, patronların sömürdüğü bu halk sanatı böylece tarihe karışmış oluyor.
Tulûat sanatının giderek yozlaşmasında, bu sanatın başıboş bırakılması kadar, yetenekli, zeki ve hazırcevap tulûat ustalarının da bilgi ve kültürle işlenmemiş oluşları bunda rol oynamıştır.
Tiyatro tarihimiz içinde saygıyla anacağımız bu ustaların gidişleri ile, kalıplaşmış, dondurulmuş ve değişime uğramadığı için eskimiş bir halk tiyatrosu anlayışını çağdaş anlayışa oturtma çalışmaları ve denemeleri ancak onlar aramızdan ayrıldıktan sonra başlayabilmiştir.
Ancak bugün bile tiyatronun geleneksel kültür birikimini yanlış değerlendirme eğiliminde olanlar var; bunun bir nedeni artık bugün işlevini yitirmiş ve bugünün seyircisi için mizah gücünü kaybetmiş bir öz-biçimin nostaljik bir marazlıkla, durmadan önümüze sürülmek istenmesidir.
Bir yüzyıl öncesinin kalıbını bugünkü seyircinin önüne sürmekten başka bir şey değildir ve devinimi olmayan durağan bir anlayıştır.
Evrensel mizahın dışında kalan ve bir sentez düşünmeden, geçmişin özlemiyle beslenen geleneksel gösterim sanatlarımızın yeri müzedir.
Bu sanatı, yalnızca bir kültür mirası olarak saklamak, ama çağdaş bir senteze erişebilmek için de bunun estetiğinden yeni bir içerik ve biçim içinde, yararlanmak gerekir.
Tiyatrolarını geliştirmiş tüm uluslar, bu güçlerini kendi halk tiyatrolarından almışlardır. Büyük oyun yazarları halk tulûat tiyatroları ile beslenip büyümüşlerdir. Molière, Lope de Vega, Nestroy, Goldoni ve daha birçokları…
Büyük Sovyet yönetmeni Meyerhold, halk tulûat tiyatrosunun estetik öğelerinden yararlanarak örnek çalışmalar yapmış ve dünya tiyatro tarihine adını büyük harflerle yazdırmıştır.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa tiyatrosuna egemen olan Max Reinhardt, halk tulûat tiyatrosundan yararlanarak mucizeler yaratmıştır.
Commedia dell'Arte olmasaydı İtalyan tiyatrosu kendine özgü kişiliğini kazanamazdı. Avusturya halk tiyatrosu olmasaydı bir Raimund, bir Nestroy olamayacağı gibi, çağdaş bir Avusturya tiyatrosundan söz etmek mümkün olamayacaktı.
Evrenselliğe giden yol, dinamik anlayıştaki ulusallıktan geçer; yoksa geçmişte olanları tek değermiş gibi alıp bunları bugünün değerleri önüne getirmeye çalışmak Sisifos'un(4) boş ve sonuçsuz uğraşına benzer. Başka deyişle, sürekli değişimin içinde olan ve kültür birikimini, bulunduğu çağın gelişimine ve yorumuna uygun biçimde uygulayan bir ulusal tiyatro bütün insanlığın tiyatrosu olur. Bu noktada, ellili yılların sonunda birçok oyun yazarımıza hocalık etmiş olan Grant Redford'un bir sözünü anımsamadan geçemeyeceğim: "Sanatın olağanüstü yönü şudur: sanat bir ulusu ve o ulusun yaşamını yeterli derecede içtenlikle ve doğru bir biçimde anlatıyorsa, bu toplumsal ve ulusal sanat, tüm insanlık adına konuşuyor, demektir "(5).
Her sanatın, kendi kaynağının özelliklerini taşıması doğaldır. Kaynaktan fışkırdıktan sonra, çevresine göre, biçim ve içerik değiştiren su nasıl bazen sığda bazen derinde, ama hep ileriye doğru akıyorsa, kaynaktan çıkıp gelen sanat da çağların profillerine ve halkların birikimlerine göre yepyeni yollara ve anlatım biçimlerine dönüşür.
İşte ülkemizde bu akış ve daha da önemlisi gerekli dönüşümler, daha çok siyasal nedenlerle engellenmiştir. Bizde halk tiyatrosu durmadan köşeye kıstırılmış, aşağılanmış ve batıya yönelişte batı tiyatrosu ile kendi tiyatromuzun çağdaş sentezi yakın zamanlara kadar var edilememiştir.
Halk tiyatrosunu çağdaş özelliğine oturtabilmek için yazarlarla sanatçıların toplumsal rollerinin bilincine iyice varmalarında büyük rolü olan estetik kaygıyı taşımaları gerekir.
Sanat, dünyayı yansılamanın bir yolu, bir toplumsal bağ, insancıl bir varsıllaşma, bir bilince varış, bilmeye erişmedir. Çağımızda estetik, artık keyfi bir şey, güzellik duygusunu, güzellik düşüncesini, güzellik kurallarını tanımlamaya çalışan toplumdan soyutlanmış bir kuram olmaktan çıkmıştır.
Estetik, somut bir bilim olmuştur; gelişimini tarihe yaslanarak açımlar. Sanatın, toplumun oluşumlarına sıkı sıkıya bağlı olduğu unutulmamalıdır.
Toplumsal koşulların değişmesiyle birlikte insanların estetik beğenileri ve bunun sonucu olarak sanatçıların ürünleri de değişir. Belirli bir toplumsal çağda yaşıyan kişi, hep bu çağın birikimini yansıtan sanat ürünlerine yönelir.
Öte yanda, gelir dağılımındaki dengesizlikler içinde yaşıyan, sınıflara bölünmüş bir toplumda belli bir çağa özgü birikimler, daha çok toplumu ortaya çıkaran sınıflara göre bölünür.
Böylece, sanat ölçütleri gelişen yaşam düzenine ve toplum içindeki insan ilişkilerine koşutluk kurarak gelişir; bu ölçütler de değişmez değildir.
Tarihle ve toplumla olan ilişkilerinde, sanat, insanlar arasındaki bağın düzeltilmesine, iyileştirilmesine katkıda bulunacaktır; çünkü sanat, toplum yararına olan ve yaşamı ileri götüren bir itici güçtür.
Prof. Dr. Özdemir İnce
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR