Düğme / Derya Gül
Tek bir düğme, tek bir an, tek bir soluk ve ardından gerçek bir sihir… Okus pokus!
Aynı sesi duydu. Günlerdir açlığın verdiği bitkinlikle, karnından gelen gurultulara güldü. Basit bir gülümsemeyle başlamıştı her şey ama bir süre sonra kahkahalara dönüşüvermişti. Güldü Zahir, katıla katıla güldü; çünkü bu durum karşısında yapılabilecek daha iyi bir şey bulamıyordu. Yaklaşık iki yıldır işsizdi ve beş parasızdı. Geçici işler yaparak geçimini sağlamaya çalıştı, kimi zaman kitap çevirisi yaptı, kimi zaman üniversite öğrencilerinin ödevlerini yazdı. Bu geçici işlerden eline geçen para, yalnızca aç kalmamasına ve faturalarını ödemesine yetebildi. Kirasını ve borçlarını ödeyebilmek için de eline geçen parayı en verimli şekilde kullanmaya çabaladı. Her ne olursa olsun, Zahir umudunu kaybetmedi; bir yandan iş aramaya devam etti, bir yandan da yazmaya… Geçici işler bulamadığında arkadaşlarından borç para aldı. Bir şekilde varlığını sürdürmeye çalıştı. Ne var ki, işsizlik uzun süre devam ettiğinde umut denilen kelime en son akla gelendi. Yolun sonuna geldiğinde Zahir altı ay içerisinde tam on bir kilo vermişti. İki yıl önce Zahir’in başını kaşıyacak zamanı bile yoktu. Sabahın köründe işyerine gidiyor ve işyerinden çıktığında saat gece yarısını çoktan geçmiş oluyordu. Yorgun ayaklarını eve sürüklüyor, eve vardığında yıkanıp hemen yatıyordu. Ertesi sabah aynısı, ertesi gün yine aynısı… Böyle böyle, on yılı devirdi. Kedinin kuyruğunu kovalaması gibi yıllar, yılları yakalamak için uğraşıp durdu. Bu son çalıştığı kurumda birinci yılını tamamlamak üzereydi. Bir sabah Zahir, diğer sabahlar gibi, alışkanlık bulutunu da ardından sürükleyerek işyerine gitti. O sabah, son on yılın en farklı sabahıydı. Kurum, ekonomik kriz nedeniyle birçok müşterisini kaybetmiş, kurumun gelirleri düşmüş, borçları artmıştı. Kurum için en iyi çözüm küçülmeye gitmekti. Bundan dolayı da çalışanların birçoğuna yol görünmüştü. Öğlen olduğunda Zahir işsizdi. Elinde işyerindeki öteberisini doldurduğu kolisi ve cebinde kendisine çıkışta ödenen ödencesi ile evin yolunu tuttu. İlk günler çok güzeldi. Sabahları erken kalkmak gibi bir zorunluluğu yoktu. Öğlene doğru uyanıyor, kahvesini ve sigarasını içip, gazetesine göz atıyor, ardından kahvaltısını hazırlıyordu. Kahvaltısını bitirdikten sonra uzun zamandır görüşemediği arkadaşları ile buluşuyor, bir yerlerde yemek yiyor ya da bir şeyler içiyorlardı. Bu huzurlu ve sakin süreç onu kendisine getirdi. İşten arda kalan zamanlarında bölük pörçük kaleme aldığı yazılarını enikonu elden geçirdi. Çoğunu derleyip toparladı. Bu arada iş aramaya da başladı; çünkü biliyordu para suyunu çektiğinde sıkıntılar da baş gösterecekti. On yıl içerisinde hiçbir şekilde iş bulma sorunu yaşamadığından ivedi davranmadı, seçici olmaya devam etti. Bir yılın sonunda hala işsizdi ve artık seçici olmak gibi bir ayrıcalığı da yoktu. Dayanabildiği kadar dayandı Zahir. Biraz daha dişini sıkması gerekiyordu ama ne yazık ki, Zahir’de sıkacak diş kalmamıştı. Aynada kendisine baktığında kocaman, karanlık ve boş bir ağzın konuşmak için açıldığını fark ediyor ama kelimelerin bile bu karanlıktan korkarak çıkamadıklarına tanık oluyordu. Uzun süre ayna karşısında, sessizliğe açılan bir kapıyı andıran dudaklarını izliyordu. Son altı aydır ne kirasını ödeyebiliyor, ne borç bulabiliyor, ne de çalışabileceği herhangi bir iş fırsatı yakalayabiliyordu. Arkadaşlarından veya akrabalarından bulabildiği biraz parayla patates, makarna, pirinç, domates, biber, süt, yumurta, ekmek ve tütün alabilirse o gün kendini şanslı hissediyordu. Yemek seçenekleri fazla zengin değildi ama karnı doyuyordu. Bir sabah menemen yapıyordu, diğer sabah patatesli yumurta, bir sonraki sabah da yumurta salatası… Bir akşam makarna yapıyordu, diğer akşam patates salatası, bir sonraki akşam da pilav… Günler su gibi akıp gidiyordu. Kimi zaman Zahir bu yemek seçeneklerini bile bulamıyordu. Ekmeğinin arasına salça sürüp açlığını geçiştiriyor ya da bir parça sütle ekmeği mideye indiriyordu. Bazen tüm gün aç kaldığı da oluyordu. Umursamıyordu ya da umursamıyormuş gibi davranıyordu. Belki de kendisini, umursamadığına inandırmaya çalışıyordu. Dışarıya çıkıp yürüyor ya da tüm gün evden dışarı hiç çıkmıyordu. Evden dışarı çıkmadığında, bodrum katındaki evinin o güneşsiz odaları onu boğuyormuş gibi hissediyordu. Kendisini dışarıya attığında ise parklarda, cafelerde, restoranlarda yemek yiyen, kahve, çay içen, birasını yudumlayan insanlara imreniyor, evine geri dönüyordu. En son ne zaman bir cafede ya da restoranda bir bardak kahve içtiğini hatırlamaya çalışıyordu. Belki sekiz ya da dokuz aydan fazla olmuş olabilir, diyordu kendine kendine… Emin olamıyordu. Bunun için fazla üzüldüğü de söylenemezdi. Düşünecek çok zamanı vardı ve bu da diğer düşünceler gibi arada sırada aklına gelip gidiyordu. Aklına geldiğinde canını acıtan en önemli şey, dostlarıydı… İçerisinde bulunduğu bu zor durumu bilmelerine karşın uzun zamandır onu hiç arayıp sormayan dostları… Borç para isteyeceğini sandıklarından dolayı telefonlarını bile artık açmayan dostları… Bir zamanlar iş çıkışında buluştuğu, yemek yediği, rakı içtiği, sarhoş olup güldüğü, saatlerce söyleştiği, dertlerini dinlediği, aşk acılarına ortak olduğu dostları… Adeta sihirli bir değnek değmiş, okus pokus demiş ve dostları aniden ortadan kaybolmuş gibiydi. “Okus pokus”, dedi Zahir. Oysaki odada yalnızdı, kendi kendisiyle konuştuğunu fark etti. Durumu çok iç açıcı değildi. Ev sahibi beş gün içerisinde kirasını ödemezse çıkmasını istemişti. Açıkçası istemişti demek çok da doğru olmayabilir. Bunu öyle bir ses tonu ile söylemişti ki bu istemek olamazdı; bu, olsa olsa, bir emirdi. Son emir… Parası olmadığı zamanlarda kullandığı kredi kartının geri ödemesini de aylardır yapamadığı için evine haciz kâğıdı gelmişti. Buna bile üzülememişti; çünkü ödeyemediği faturalarından dolayı suyu ve elektriği de kesilmişti. Bir aydır güneşsiz evinin, elektriksiz karanlığında taşıma su ile yaşamaya çalışıyordu. Yoksa fark etmeden bir fareye mi dönüşmüştü ya da daha kötüsü Kafka’nın böceği mi olmuştu? Kesinlikle böyle bir şey olmuştu, buna benzer bir şeye dönüşmüştü. Kimsenin onu arayıp sormaması belki de bu yüzdendi ya da insanların onu yokmuş gibi varsaymalarının da tek nedeni buydu. Başka ne gibi bir açıklaması olabilirdi ki? Beş parasız kaldığı için olamazdı! Öyle miydi? Gerçekten bu yüzden miydi? Beş parasız kalmak insanların gözünde bir böceğe dönüşmekle aynı şey miydi? Bir böcek miydi artık? Paran yoksa ev yok, paran yoksa su yok, paran yoksa aydınlık yok, paran yoksa yemek yok, paran yoksa dost yok! Sen bir böceksin, dedi kendi kendine ve gülmeye başladı. Bu dönemde onu hiç yalnız bırakmayan ve ona sürekli destek olan yalnızca üç kişi vardı. Tek dostu Numan, kardeşi Orhan ve sevgilisi Maya… Ne var ki son bir aydır onlarla da pek konuşmuyordu, konuştuğunda da hep yuvarlak cümleler kuruyordu ki daha fazla sevdiği bu üç insan acı çekmesin, kaygılanmasın diye. Zaten ellerinden ne gelirse yapmışlardı. Kimi zaman çeviri yapması için geçici işler bulmuşlar, kimi zaman derdini dinlemişler ve hiç sormadan ona para göndermişlerdi. Zahir yorulmuştu. Onları da üzmenin verdiği ağırlık omuzlarına fazla yük bindirmişti. Numan’dan borç aldığı son yüz lira da bitmişti. Yalnızca bir lirası kalmıştı. Karnı delice guruldarken ve o kahkahalarıyla bu sesi bastırırken son bir lirası ile ne yapacağını düşünüyordu? Ne yapılabilirdi bir lira ile? Çok ama çok zor bir soruydu bu. Zahir’in güldüğü şey, belki de buydu. Uzun uzun güldükten sonra koltuğunun kenarına iliştirdiği kitabını okumaya devam etti. Okurken kitaptaki birkaç cümle ilgisini çekti. Romanın ana kahramanı olan Hüsnü Yusuf, kendisine öğüt vermeye çalışan bir tanıdığına şöyle diyordu: “Dirim sonsuz bir boşluktur ve biz insanlar o sonsuz boşluğu kısacık ömrümüzle sürekli doldurmaya çalışan zavallılarız. İşin açıkçası ne ömrümüz o sonsuz boşluğu dolduracak kadar fazla, ne de o boşluk dolacak kadar az. Sonuçta kazanan diye bir şey yok, kaybeden diye bir şey de yok. Var olan tek şey o an… Tek bir an…” Bu cümleler üzerine dalıp gitti Zahir ve aniden aklına seneler önce okuduğu bir kitap geldi: Kunt Hamsun’ın “Açlık” kitabı. Şimdi bu kitabı okusa ne olurdu, ne hissederdi? Buna okumak demek yanlış bir betimleme olabilirdi. Bu, olsa olsa, romanı yaşamak olabilirdi. Zahir, romanın kahramanı Andreas gibi açlığını bastırmak için hırkasının düğmesini kopardı ve emip durdu tüm gün. Akşam olduğunda ağzında düğme ile uyuyakaldı. Uyandığında her şey çok farklıydı. Zahir bir şey keşfetmişti; şu ana kadar tüm ömrü uyuyarak geçmişti, artık gerçeğe, gerçeklere uyanmıştı. Yaşamak için paraya ihtiyacı yoktu. Bu bir kurmacaydı, sanrıydı. Önce insanın insana, sonra sistemin insana kurduğu kocaman bir tuzaktı. Yaşamak için gerekli olan tek şey özgürce alınan bir soluktu. Evrenin özünü, ruhunda hissetti ve bir lirasını alıp evinden çıktı. Ağır adımlarla yürümeye başladı, her şey yanından sonsuz bir hızla geçip gidiyordu. Birkaç sokak sonra yeni budanmış bir ağacın dibine oturmuş, başını iki elinin arasına almış genç bir çocuk gördü. Çocuğun üstü başı dökülüyordu, saçları kirden yapışmış, çöpleri karıştırmaktan ötürü elleri simsiyah olmuştu. Yine de dilenmiyordu, kimsenin önünü kesip para istemiyordu. Zahir çocuğu sessizce izlemeye koyuldu. Nedense uzun bir süre Zahir’in bakışları çocuğun kemerine takılıp kaldı. Kemerin son deliği de artık pantolonu düşmekten kurtaramaz olmuş ve bir çivi ile kemere son delikler delinmişti. Neredeyse bir avuç kalacak kadar incelen bu beldeki, bu paltolunu tutacak kemerin de çocuk gibi dayanma gücü kalmamıştı. Zahir ansızın yeni budanmış ağacın biraz ötesinde duran tezgâha yöneldi. Sonunda bir lirasını nereye harcayabileceğini bulmuştu. Tezgâhtan adına “kazı kazan” denilen bir şans oyunu satın aldı. Çocuğun yanına geldi. Yorgunluktan ve açlıktan uyuklamaya başlayan çocuğun ellerinin arasına usulca sıkıştırdı ve yürümeye devam etti. Çocuk uyandığında elinde bir “kazı kazan” vardı. Şaşkın şaşkın elindeki kâğıdı inceledi ve ardından içi kir dolmuş tırnaklarıyla kazıdı. “Kazı kazan”dan onbin lira çıktı. Çocuk gülümsedi. Kime teşekkür edeceğini bile bilemiyordu. Yazgısına mı, şansına mı yoksa eline bu “kazı kazan”ı sıkıştıran yabancıya mı? Bu yalnızca şans mıydı? Her şey bir kumar mıydı? Hayat bir düğme ile bir küçük dil arasında geçen üç dakikalık savaşın sonunda kimin kazandığının bir öneminin artık olmaması mıydı? Ölmek ve yaşamak arasındaki o incecik çizgiyi tek bir düğme belirleyebiliyorsa, bunca çabanın ve acının bir anlamı olabilir miydi? Peki, suçlu kimdi? Zahir miydi, onu yetiştiren öğretmenleri miydi, her zaman dürüst olması gerektiğini kafasına kazıyan ailesi miydi? Beş gün içerisinde evini boşaltmasını isteyen ev sahibi miydi, şu an İstanbul’un farklı yerlerinde delicesine eğlenen dostları mıydı, size geri döneceğiz diyerek Zahir’in yerine daha az ücretle çalışabilecek birilerini arayan kurumlar mıydı, zavallı düğme miydi, ağacın dibindeki o çocuk muydu suçlu olan yoksa bizler miydik? Artık bir önemi de yoktu. Tek bir düğme, tek bir an, tek bir soluk ve ardından gerçek bir sihir… Okus pokus! Derya Gül Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR