Cervantes'in şaheserinin kahramanı olan Don Kişot, İspanya'da bir taşra asilzadesidir; şövalyelik romanları okumağa bayılır. Hayali çok geniş, kafası da pek yerinde olmadığından az zaman sonra kendini, okuduğu bu romanların kahramanı gibi görmeğe başlar. Haksızlıkları düzeltmek, dünyanın gidişine çeki-düzen vermek, yoksullarla âcizleri korumak için kendisi de gezginci şövalye olup yollara düşmeği kararlaştırır. Adamcağız, kargaşalık dolu dünyanın kendisini beklediğine inanmaktadır.

Yeryüzünde barışı, adaleti o kuracaktır. Böylece ün kazanacak, şan-şeref edinecektir.

Don Kişot bu kararını verdikten sonra hemen hazırlıklara girişir. Dedesinden kalma paslı kılıçla mızrağı temizleyip parlatır, sırtına bir zırh, başına bir miğfer uydurur.

Sıska atına Rossinante adını takar. O çağda her gezginci şövalyenin güzel bir hanım uğrunda savaşması gerekmektedir. Don Kişot da Dulcinea adında genç bir köylü kızını hayallerinin hanımı seçer. Onu zihninde yükseltip asilleştirir.

Sonra bir gün şafak vakti kalkaniyle mızrağını alıp atına biner, kırlara doğru yola koyulur. Fakat gel gelelim, o zamanın töreleri gereğince Don Kişot'un şövalye olabilmesi için özel bir törenle kılıç kuşanması gerekmektedir. Bütün gün yol aldıktan sonra, Don Kişot akşamüstü bir hana varır. Hayalinin genişliği yüzünden herşeyi ters, çarpık gördüğü için, burasını bir şato sanır. Hancı, bu acayip adamın kafaca sakat olduğunu anlayınca işi bozuntuya vermez, ona inanmış görünür. Sonunda da Don Kişot ayak takımından bir takım kadınların huzurunda yapılan uydurma bir törenle, türlü muziplikler ortasında güya kılıç kuşanır.

Don Kişot adaletsizlikleri gidermek için savaşacaktı ya. İlk denemeleri pek kötü sonuçlar verir. Bir iki sefer fena halde dayak yer. Sonra şatosuna döner. Ev halkı onun bu halini görünce telâşlanır. Bütün bunlara sebep, okuduğu şövalye romanlarıdır. Bunun üzerine Don Kişot'un yeğeni olan genç kız, şatonun kâhya kadını, papaz ve berber birlik olup bütün bu kitapları yakarlar.

Don Kişot biraz toparlanınca sözde kendisini şövalye yapan hancının öğütlerine uyup yanına Sancho Pança adlı bir adamı uşak diye alır. Sancho saf bir köylüdür ama sağduyulu, bencil bir adamdır. Sıska, ince-uzun olan efendisinin tersine o, tostoparlaktır, kısa boyludur, göbeklidir. Efendi atına, uşak da eşeğine binip yollara düşerler, Fakat efendisi ne zaman bir tehlikeyle karşılaşsa, Sancho hemen kendini emniyete alıp seyirci kalır. Buna karşılık, kolay bir av gibi gördüğü her şeyin üstüne atılmağa hazırdır.

Efendi ile uşağın ilk savaşları yeldeğirmenleriyle olur. Don Kişot bunları muazzam devler sanır. Sancho: «Efendim, bunlar dev değil, yeldeğirmeni...» derse de dinletemez. Don Kişot atını sürüp değirmenlere saldırır. Mızrağını kanatlara saplar, sonra kendisi de kanatlardan birine takılır. Değirmencinin değirmeni durdurmasıyla bu tehlikeli, gülünç durumdan güçbelâ kurtulur.

Ondan sonra hepsi birbirinden gülünç, acayip maceralar birbirini kovalar. Don Kişot yok yere kavgalara girişir. Kendi halinde insanları haydut, sokak kadınlarını hanımefendi, ayak takımını şövalye sanır. Her seferinde ya dayak yer, ya da alaya alınır, kepaze edilir. Fakat onun gerçekle ilgisi yoktur. Hep kendi hayalinde kurduğu âlemin içinde yaşar. Bereket versin her seferinde birtakım iyi yürekli insanlar efendiyle uşağın yardımına koşmaktan, onların yaralarını sarıp karınlarını doyurmaktan geri durmazlar.

Zavallı Don Kişot, yaptığı iyiliklerin de nankörlükle karşılandığını görür. Örneğin bir seferinde sıska şövalye, kürek mahkümlarının savunmasını üzerine alır, bunları adaletin pençesinden kurtarır. Fakat mahkümlar onun aptalca şövalyelik iddiaları karşısında ayaklanırlar. Kurtarıcılarını bir temiz dövüp ona türlü hakaret ederler. Don Kişot bu minval üzere nereye gitse yeni kargaşalıklara, aksiliklere sebep olur, herkes onu deli sanmağa başlar. Papazla berber: «Sen bir büyüye kurban gitmişsin,» deyip onu alarak evine getirirler. Romanın birinci bölümü de böylece sona erer.

Fakat Don Kişot hâlâ akıllanmamıştır. Herkesin kendisiyle alay ettiğini fark etmez. Uşağını alıp yine yola çıkar, sevgilisinin bulunduğu Toboso şehrine gider. Orada ona Dulcinea diye kaba-saba bir köylü kadını gösterirler.

Fakat Don Kişot hayal kırıklığına uğrar; Zihninde canlandırıp yaşattığı kadın, bu değildir çünkü. Kendi kendine: «Ben sahiden büyülendim galiba, gideyim de şu büyüyü bozdurayım” der. Efendi ile uşak yolda gezginci tiyatro oyuncularıyla kavgaya tutuşup yine dayak yedikten, bir adamla düello ettikten sonra türlü yeni maceralar ortasında yollarına devam ederler, Uğradıkları yerlerde herkesin maskarası olurlar, yine haydutlarla karşılaşırlar, sonunda Barcelona şehrine ulaşırlar.

Don Kişot Barcelona'da bir «beyaz ay şövalyesi” ile karşılaşır, konuşmağa başlarlar. Söz döne dolaşa, sevgililerine gelir: «Senin sevgilin daha güzel; hayır, benimki daha güzel,» derken kavgaya tutuşurlar, Don Kişot yenilir. Beyaz ay şövalyesi onu öldürmek hakkına sahiptir ama bundan bir şartla vazgeçer: Don Kişot bir yıl boyunca silâh taşımıyacak, şövalyelik taslamıyacaktır. Durum sonradan iyice incelenince Don Kişot'u bu hale sokanın şövalye filân olmadığı, sadece onun oturduğu köyün berberi olduğu anlaşılır. Don Kişot bu işin farkında değildir. Yenildiğine üzgün bir halde şatosunun yolunu tutar.

Yapıp ettiklerinin büyük bir çılgınlıktan başka şey olmadığını, herkesin kendisiyle alay ettiğini, sevgilisi Dulcinea'yı hiçbir zaman göremiyeceğini artık anlamıştır.

Eve gidince bitkin halde yatağına girer, çok geçmeden hasta düşer ama belirli hiçbir rahatsızlığı yoktur.

Günden güne daha fazla sararıp solmağa başlar. Şövalye hikâyelerine artık inanmamaktadır. Beri yandan ölümün yaklaştığını hissettiği için günah çıkartır. Malını mülkünü yoksullara dağıtır. Ayrıca uşağı Sancho'ya da yüklü bir para bırakır. Sonra sakin ve güzel bir günün akşamında, sâde ve mâsum ruhunu Tanrısına teslim ederek hayata gözlerini yumar.

Cervantes'in bu romanı yayınlandığı anda büyük başarı kazandı. İspanya'da, İtalya'da birkaç tane taklidi yazıldı. Sonradan «Don Kişot» adı altında birçok opera, operet, senfonik şiir bestelendi. Don Kişot sanki gerçekten yaşamış gibi onu gösteren tablolar, portreler yapıldı.

Cervantes de bu ölmez eseriyle Homeros, Shakespeare, Goethe gibi dünyanın en büyük yazarları arasında yer aldı.

CERVANTES’İN HAYATI CERVANTES SAAVEDRA KİMDİR? (1547 – 1617)

Bir gün Napoleon, maiyetindeki genç bir teğmene: «Sen İspanyolca bilir misin?» diye sormuş. Teğmen: «Hayır,» deyince

Napoleon: «Ne duruyorsun, öğrensene” demiş.

Teğmen: «İmparator galiba beni önemli bir işe tâyin edecek,» diye düşünmüş. Geceyi gündüze katıp çalışarak kısa zamanda İspanyolcayı öğrenmiş ve bir gün İmparatorun karşısına çıkarak: «Emrinizi yerine getirdim Majeste,» demiş. «İspanyolcayı öğrendim.»

O zaman Napoleon, genç subaya şu cevabı vermiş : «Öyleyse, şimdi hemen git, Cervantes'i in Don Kişot adlı eserini oku!”

Napoleon gibi savaştan baş kaldırmağa vakit bulamıyan ünlü bir kumandanın bile beğendiği Miguel de Cervantes Saavedra, 1547 yılında İspanya'da, Alcala de Henares şehrinde doğdu. Babası kıt bilgili, züğürt bir hekimdi. Anası Leonor de Cortinas adlı, kendi halinde bir kadıncağızdı. Karı-kocanın iki kız, iki erkek dört çocuğu vardı. Miguel, bunların en küçüğü idi. Aile sefalet içinde değilse bile, para sıkıntısı içinde yaşıyordu.

Babası hekimlik ederken boyuna gezip dolaştığından, Cervantes başıboş bir öğrenim yaptı. Fakat onun Alcala ve Salamanca Üniversitelerine gittiği anlaşılıyor. Çünkü zaman zaman, Üniversite öğrencilerinin derbeder yaşayışlarını anlatmaktan geri durmamıştır.

Cervantes erkenden okuma zevkini edindi: «Okumaktan çok hoşlanıyorum, sokağa atılmış kâğıt parçalarını bile okuyorum,» diyordu. Daha gençlik yıllarında tiyatroya karşı büyük bir eğilim duydu. Fırsat buldukça çağının ünlü tiyatro yazarlarının oyunlarını seyrediyordu.

1564-1570 yılları arasında Cervantes, askerlikte talihini denemeğe kalkıştı, orduya yazıldı. Sonra Papa V. Pius'un Kıral II. Felipe nezdindeki temsilcisi kardinal Acguaviva'nın kâtibi oldu. Efendisiyle birlikte İtalya'ya – gitti.

Denizin ve büyük limanlardaki yaşayışın manzarası, delikanlının hayali üzerinde derin etki yaptı. Fakat Cervantes bu kâtiplik işinde uzun zaman kalmadı. İtalya'da yine askere yazıldı, Napoli, Messina, Lortta, Ancona, Venedik gibi şehirleri gezip gördü. Cenovalı kızlarla tanıştı, İtalyan şaraplarını tattı. Sonra gördüklerini yazıp kitap halinde yayınladı.

Fakat Cervantes en çok Roma'ya hayran kalmıştı. Dikkatli bir turist gibi şehri baştanbaşa dolaştı. Beri yandan edebiyat öğrenimini tamamlıyor, Lâtin klâsiklerini olduğu kadar çağdaş İtalyan yazarlarını da okuyordu.

1570’te Lefkoşa'nın zaptıyla sonuçlanan Kıbrıs seferinde o da vardı. Çünkü o sıralarda askerdi, Olup bitenleri bir görgü tanığı gibi anlattı. Sonradan izin alıp 1570 yılının kışını yine işsiz güçsüz Napoli'de geçirdi.

7 Ekim 1571, Cervantes'in hayatında bir dönüm noktası oldu: Yazar, İnebahtı Deniz Savaşına katıldı; ikisi göğsünden, birisi kolundan olmak üzere üç yara aldı, bu yüzden kolu çolak kaldı. 1572 de sakat haline bakmadan yine savaşlara katıldı.

8 Ekim 1573 te Tunus'un zaptı sırasında o da oradaydı.

20 Eylül 1575 te Cervantes yine bir yıl izin aldı, ağabeysiyle birlikte İspanya'ya gitmek için yola çıktı. Fakat bindiği gemiyi Türk korsanlar zaptettiler, kendisini esir alıp Cezayir'e götürdüler. Birkaç defa kaçmak istedi ama yakalandı. Beri yandan, gördüklerini günü gününe yazmaktan geri kalmıyordu. O sırada Cervantes'in ağabeysi yüklü bir fidye karşılığında azad edildi. Cervantes ise kaçmağa her kalkıştığı sefer yakalanıyordu. Nihayet 24 Ekim 1580 günü serbest bırakıldı, bir gemiye binip Valencia'ya gelerek iş aramağa başladı.

Yazar, 1583 te «Galatea» adlı kitabını tamamladı. Eser 1584 te çıktı. Cervantes de ilkin Madrid'e, sonra Toledo'ya gitti, Anna Franca adlı bir aktrisle yaşamağı başladı. Ondan İsabella adında bir kızı oldu. Daha sonra, 12 Aralık 1584 te Catalina adında bir kızla nikahlanıp evlendi. Beri yandan da Madrid'in Guadalajara kapısında toplanan şairlerle düşüp kalkıyordu. Çağının en ünlü yazarlarıyla arkadaşlık kurmuştu. Fakat iş bulmak için yaptığı gayretler bir türlü sonuç vermiyordu.

1589 da yazarın başına kötü bir iş geldi: Nihayet iş bulmuş, fakat Devlet hesabına bir takım mallara elkoyarken kilisenin mallarına da elkoymuştu. Bunun üzerine hapse atıldı, aforoz edildi.

1592 de bir yayınevi sahibiyle anlaştı: Tanesi elli düka altınına altı tane tiyatro oyunu yazacaktı. Ama sonradan bu tasarı suya düştü. Bunun üzerine Cervantes, vergi yazım memuru olarak iş buldu. Şaheseri olan «Don Kişot»un ilk bölümünü de o sıralarda yazmağa başladı. Fakat felâketler bir türlü peşini bırakmıyordu. Bu arada elindeki birkaç parayı bir bankere kaptırmış, adam savuşup gitmişti.

Cervantes 1597 yılının Eylül - Aralık ayları arasında, daha sonra 1602-1603 yıllarında yine hapis yattı.

«Don Kişot»un birinci bölümü bu şartlar altında yazıldı ve 1605 yılının Ocak ayında çıktı. Eser hemen büyük bir başarı kazandı. Daha çıktığı yıl, alt defa yeniden basıldı.

Cervantes artık tanınmağa, sevilmeğe başlamıştı. Devrinin nüfuzlu din ve politika adamları kendisini koruyorlardı. 1611, 1612 ve 1613 te yazar, yeni eserler yayınladı.

Fakat o sırada bir aksilik daha oldu: 1614 te «Don Kişot»un ikinci bölümü olduğu iddia edilen bir kitap çıktı. Herkes bu sahtekârlığı kimin yaptığını araştırdı ama bulamadı. 1615 te Cervantes «Don Kişot”un ikinci bölümünü de baskıya verdi. Kitabın önsözünde, kendisine bu oyunu oynayan kimseye yüklenmekten geri durmadı.

Maceralar dolu bir hayattan sonra Cervantes ertesi yıl, yani 23 Nisan 1616 cumartesi günü Madrid'de öldü. Karısı Catalina, ölüm döşeğinin başucundaydı. Cervantes'in 1601-1608 yılları arasında Valladolid şehrinde oturduğu evi, bugün dahi dünyanın her yerinden gelen binlerce kişi ziyaret eder.

 

Samih Tiryakioğlu

(Büyük Yazarlar ve Şaheserleri, Varlık y. İst. 1963)

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)