Dilde özleşme ve Fransa'da dilde özleşme örneği/ Sami Selçuk
Dilin zenginliği kavramlarla ölçülür, somut eşyalara verilen adlarla değil.
Bilindiği üzere, toplumbilimcilere göre dil, ulusu ulus yapan öğelerden biridir. Ulusçuluğu tek öğeye indirgeyenlerden bir kesimine bakılırsa, dil ulusu oluşturan öğelerden biri ya da başlıcası değil, bunların da ötesinde tek koşuludur. Fichte'ye göre "ulus demek, dil demektir." Öyleyse, gerçek bir ulus olabilmek için, başka uluslardan ödünç alınan sözcüklerden oluşan değil, o halkın anadilinin toprağında gelişen bir dile gerek vardır. Dilbilimcilerse, dil ile düşünce arasındaki derin ilişkiyi vurgulamışlardır. Akıl çağını başlatan Descartes'ın, "Hayvanlar konuşmadıkları için düşünmezler, düşünmedikleri için konuşmazlar" özdeyişi, dilin salt bir sesler yığını olmadığını eşsiz bir biçimde ortaya koymaktadır. Gerçekten insan, düşünürken bile kendi kendine konuşur. Ama anadilinde konuşur. Çünkü düşünebilmek için konuşmak zorundadır. Bu olgu, sözcüklerin ve dolayısıyla dilin, dille düşünce arasındaki bağın gücünü kanıtlamaktadır. Gerçekten deneyimler ve gözlemler, duygu ve düşünce dünyasının insanın kullandığı sözcük sayısıyla doğru orantılı olarak zenginleştiğini kanıtlamıştır. Balıkla yaşamını bütünleştiren Eskimoların dili, balık sözcüğünün çevresinde gelişmiş, düşünce dünyası da bu çerçeveyle sınırlanmıştır. Bunu sezinleyen Atatürk, "Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir"; bu nedenle "başka dillerdeki her sözcük için bir karşılık bulmalısınız; onları ortaya atmak gerekir, ulusal zevkimiz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze koyarız" demiştir. Gerçek odur ki, düşünceyi dillendirmek için başvurulan araçlar, sözcüklerdir. Eğer bir sözcük o düşünceyi çağrışım yoluyla uyandırıyorsa, o anadilinin köklerinden yapılmış demektir; uyandırmıyorsa, yabancı dillerden ödünç alınmıştır. Kişi, bu berikini ezberlemek zorundadır. Anadilindeki sözcük gibi düşündürücü gücü yoktur, onun. Çünkü, insan kendi anadiliyle düşünür. Birincisi neden-sonuç ilişkilerini kurmadan, beyni ezberleme odağında yumaklaştırır; bu yumaklaşma yoğunlaştıkça ve beynin yetisini aştıkça onu köreltir ve sonunda çürütür. İkincisi ise, beynin var olma ve üretme nedeni doğrultusunda neden-sonuç bağlantısını kurar. Çünkü beyindeki kavramlar, beynin temel işlevi olan anadilin gergefinde dokunurlar. Bunu bir örnekle somutlaştırmak istiyorum. Sözgelimi, bir Türk çocuğu "istikra" sözcüğünü, düşünmeden ezberlemek zorundadır. Çünkü beyninde bu sözcüğün yerleşeceği bir dil, bir kavram odağı oluşmamıştır. Oysa, bu sözcüğün Türkçe karşılığı olan "tümevarım" denilince, düşünce bir çırpıda saydamlaşacak, beyin, "tüm" ve "varmak" gibi anadilinin toprağında oluşan sözcüklerin uyandırdığı çağrışımla birlikte kavramı hemen algılayacaktır. Yaşambilimciler (biyologlar) de bu gerçeğe parmak basmaktadırlar[1]. Anadilinde konuşmanın, yazmanın, bilim yapmanın vurucu gücü işte budur. O yüzden, kuşakların ezberleyerek öğrenme kısır döngüsünden; düşünerek ve neden-sonuç ilişkisini kurarak bilinçlenme ve kavrama evresine geçebilmeleri, bilimi yalnızca “hafızlamaya” çabalamakla zaman yitirmemeleri için, anadilinde çağrışım yapan bilimsel terim ve sözcüklerin bulunması, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Dilin zenginliği kavramlarla ölçülür, somut eşyalara verilen adlarla değil. Bu nedenle önceleri ağdalı bir Osmanlıcayla yazan ve konuşan Atatürk, özellikle dil devrimine eğildiği 1930'lardan sonra arı bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Çünkü O, çağa ve bilime ulaşmak için "dil duvarını aşmak gerektiğini" (C. Kudret) kavrayan bir önderdi. Çağcıl uygarlığı algılamak için tek yol bilimdi. "Bilimse sağlam dil demekti" (Condillac). Hem çağcıllaşacaktık, hem de kültür zenginliği içinde uluslaşacaktık. "Kültürlü olmaksa, başkasından ödünç alınan kupayla değil, kaynağa inerek kendi avucuyla içmekle olurdu" (Alain), Atatürk de işte böyle yaptı. Bu işe öylesine kendisini vermiştir ki, sofracı başı İ. Ergüven'in dediğine göre, ikinci ve son koma şırasında sık sık "Aman dil! Aman dil!" diye yineleyip durmuştur (C. Kudret). Görülüyor ki, dil sorunu, kimilerinin sandıkları gibi, ne salt "Arapçanın yurt dışına sürülmesi"[2], ne de sapıklık, dinsizlik, Hitlercilik, ırkçılık, komünistlik vb’dir[3]. Kısaca dilde özleşme akımı, temelini insan beyninin işlevinde ve ulusun çağcıllaşmasında bulan, bilime dayalı bir akımdır. Yukarıda yollama yaptığım Sayın Yücel'in yapıtından alınan dilde özleşme yanlılarına karşı yöneltilen saldırılar ve sövgüler üzerinde durmak gereksiz. Ama, kimileyin bilinçsizce, kimileyin de zihinleri bulandırarak "Hırsız var!" çığlıkları içinde yolcunun bavulunu çalmak için başvurulan komünistlik savı üzerinde kısaca durmak istiyorum. Hemen belirtmek gerekir ki, Marx ve Marksistlerin gözünde "maddi yaşamın üretim biçimi, bütün içinde, toplumsal, siyasal ve manevi varlığın sürecini biçimlendirir", "üretim ilişkilerinin bütünü; toplumun ekonomik alt yapısını oluşturur ve bu gerçek temel üzerine hukuksal ve politik üst yapı oturur"[4]. Dil de bu üst yapı kurumlarından biridir. Lenin, 15.12.1905'teki bir yazısında Rus ulusçularının dil ve geleneklerine sahip çıkmaları gerektiğini belirtmiştir. 1914'teki bir yazısında da Stalin, ulusu oluşturan öğeleri bir bir saymış, onun, dil, toprak, ekonomik yaşam ve ruhsal oluşum birliğine dayalı yerleşik bir insan topluluğu olduğunu; dünyadaki örneklerini gösterdikten sonra bir ulusun mutlaka tek dil kullanmasının zorunlu olmadığını söylemiştir[5]. Aynı Stalin, Lenin'in ölümünden sonra da Rus dilinin harfine bile dokunulamayacağını açıklamıştır. Görüldüğü üzere, Marksistler, dili bir üst kurum saydıklarından, özleşme akımıyla ya ilgilenmemişler ya da bu akımı gereksiz, hatta yararsız saymışlardır. O nedenle de, dilde özleşme akımını başlatan hiçbir ülkede, özleşmeciler, komünizm yanlısı olarak görülmemiş, Türkiye'deki gibi suçlanmamıştır. Benim önerim şudur. Birbirimizi ve dilde özleşme yanlılarını suçlayacak yerde, bilimsel düzlemde kalarak konuya eğilelim. Sol ya da sağ görüşlerin bu konudaki tutumlarını, bu akımı başlatan ülkelerdeki sonuçlarını inceleyelim. Tersi ve hırçın görüşler bugüne değin kimseye bir şey kazandırmamıştır. Tarihin bu konudaki tanıklığı ilginçtir. Ulusçuluk bilincinin dille başladığını algılayan İsrailliler, eski İbraniceyi diriltmişler; Macarlar, özleşmeyi başarıyla gerçekleştirmişlerdir. Fin ulusunun uyanışı, 1588'de Michel Agricola'nın İncil'i Fince'ye çevirmesiyle başlamıştır. Ancak ilkin Finceye uygun bir abece (alfabe) yaratılmıştır. Fince bilmeyen H. Forthan, kurtuluşu anadile dönmekte görmüş, 1820'de ilk Fince gazete çıkmış; Runeberg, Lönnrot ve Snelman gibi ulusçular ‘Halk Yazını Derneği'ni kurmuşlardır. Bugün Finler, telefon gibi sözcükleri bile anadillerinde buldukları sözcüklerle karşılamaktadırlar. II. Ferdinand, Belagora'da (1620) Çekleri yendikten İlkin Danimarka dilini kullanan Norveçli yazarlar, bağımsızlıkla birlikte anadillerinde yazmaya başlamışlar, dilci İvan Aasen'in "Landsmal" adını verdiği arı bir yazın dili yaratmışlardır. Bu dil 1880'de resmî dil olarak benimsenmiştir[7]. Bu konudaki örnekleri çoğaltmak gereksizdir. Özleştirme akımı, yalnızca sonradan bağımsızlığına kavuşan yukarıdaki uluslarda değil, yıllarca bağımsız kalan ya da sömürülen ülkelerde de görülmüştür. Bugün zengin bir uluslararası dil olarak kendini benimseten Arapçanın saydamlığını yitirmemesi için çeşitli çabalar gösterilmektedir. Kahire'de kurulan Arap Dili Derneği, Batı tekniğinin dile soktuğu sözcüklere Arapça kökenli karşılıklar bulmuştur. Örneğin, "dynamometre" karşılığı "mikva"; "mikroskop" karşılığı, "michar"; "telescope" karşılığı "mikrâp" denmiştir. Başka örnekler de sayılabilir; posta: berîd; telgraf: berkîye; radyo: mizya; istasyon: mahatta; asansör: mis'ad vb[8]. Bir başka örnek de Fransızcadaki özleşme akımıdır. Fransızların bu tür etkinlikleri on altıncı yüzyıla dek inmektedir. Özleşmenin öyküsü şöyledir: Rönesansla birlikte Fransızcayı kardeşi İtalyanca tehdit etmeye başlamıştır. İlkin ozanlar Latinceyi sarsarlar. 1539 yılı Ağustosunda yayımladığı Villers-Cotterêt buyrultusuyla, Kral I. François, tıpkı Karamanoğlu Mehmet Bey gibi, Latince, İtalyanca ve İspanyolca sözcüklerin hukuk dilinden kovulmasını istemiş ve şöyle demiştir: "İster bağımsız mahkemeler olsun yahut da onların altında ya da üstünde olanlar olsun, isterse dilekçe, soruşturma, sözleşme, hüküm, vasiyetname ya da yargısal herhangi bir işlem ve buna bağlı bir işlem olsun, başka dilde değil, bundan böyle bunların anadilimiz olan Fransızcayla açıklanmasını, yazılmasını istiyoruz"[9]. Bu buyrultudan önce XIV. yüzyılda Fransızcayı çevirilerde yetersiz bulan kimi yazarlar, yeni sözcükler türetmeye başlamışlardır bile. Örneğin, Lisieux Piskoposu ve Aristo'nun çevirmenlerinden Nicolas Oresme, Fransızcaya bugün de kullanılan birçok sözcük kazandırmıştır: abstinence, affinité, bénévole, arbitrage, aristocratie, combinaison, conditionnel, contingent, corruption, diffamer... gibi[10]. On altıncı yüzyılda Du Bellay, Virgile'den L'Enéide'i çevirir ve "patrie: yurt", sözcüğünü Fransızcaya armağan eder. Amyot, Montaigne'in göklere çıkardığı bir çeviri yapar Plutarque'tan. Gustave Lanson bu konuda özetle şunları yazmaktadır: "Plutarque'ın yapıtı gerçek bir ansiklopediydi. Dil için önemli bir denemeydi bunca değişik sözcüğü karşılamak için İtalyanca, Yunanca ve Latinceden benzetmeler, ödünç sözcükler alındı. Birçok şey ve düşünce ilk kez Fransızcada gösteriliyor ve tanımlanıyordu. O yüzden sözcük bulmak ve yaratmak zorunluydu. "Nitekim, Amyot, atome, horizon, enthousiasme, gangrène, prosodie, pédagogue, nuage, hiéroglyphe, misantrope gibi bugün çok yaygın olarak kullanılan nice sözcüğü Fransızcaya sokmuştur. Lanson, "Amyot'nun Plutarque'ı, Rabelais'nin Pantagruel'i, Calyin'in L'Institution'u, Fransızcayı eski dillerle eşit düzeye getirmekte katkılarda bulunmuşlardır" dedikten sonra Montaigne'in Denemeler'inin düşüncenin sergilenmesinde çok zengin bir dağara sahip olduğunu ve Vaugelas ile Fénélon'un on yedinci yüzyılda Amyot'ya hak verdiklerini belirtmektedir[11]. On yedinci yüzyılda Malherbe ve Vaugelas'nın girişimleriyle ünlü Fransız Akademisi kurulmuştur. Akademinin başlıca görevlerinden biri Fransız dilini bütün sanat ve bilimlerde yetkin ve yeterli kılmaktı. Dante'nin Cehennem'ini Fransızcaya çeviren Rivarol 1783'te yazdığı önsözde, çevirmenin dilin bütün kaynaklarını kullanırken, onun gücünü aktardığından söz ediyordu. Bir yıl önce Fransızcanın evrenselliği konusunda yazdığı deneme nedeniyle kendisini ödüllendiren ‘Berlin Kraliyet Akademisi'nde yaptığı konuşma'da, "açık olmayan şey Fransızca değildir" diyen Rivarol, bu yüzyılda Fransızcanın bütün Avrupa'da ortak bilim ve konuşma dili olduğunu vurgulamıştır. Fransızcanın ilk sözlüğü 1694'te yayımlanmıştır. 1694-1932 yılları arasında yeni yaratılan 4.000 sözcük Fransızcaya girmiştir. Bizde olduğu gibi dalgalanmalar orada da olmuştur. Nasıl ki bizde, kimileri amaç, aklamak, kent, izin, izlemek vb. sözcüklere zaman zaman başkaldırıyor, ardından da, ayrımına varmadan onları kullanıyorlarsa, bu durum, Fransa'da da yaşanmıştır. Sözgelimi, on yedinci yüzyılda, Bouhours, Vaugelas gibi dilciler ve yazarlar, günümüzde her Fransızın kullandığı exactitude, impolitesse, insidieux, intolérance, irréligieux, clairvoyance, savoir-faire gibi nice sözcüğe karşı çıkmışlardır[12]. Ancak bu karşı çıkış, Fransa'da, yeni terimler yaratılmasına değil, yaratılan terimlerin yapısına yöneliktir. Ne var ki, Cervantes'in "kraliçe diller" dediği Yunanca, Latince ve İbranicenin etkisinden kurtulan, laik ve genel öğrenimin yaygınlaştığı on dokuzuncu yüzyılda da yine egemen olan Fransızcanın üzerine bu yüzyılın sonlarına doğru İngilizcenin gölgesi düşmeye başlamıştır. Yirminci yüzyılda ise Fransızcada iki yönlü hızlı bir değişme görülmüştür. Birincisi dilden atılan ve dile giren birimlerdeki devingenliktir. 1949-1960 yılları arasında ‘Petit Larousse'tan 5.105 birimle 1.700 anlam atılırken, aynı sözlüğe 3973 birimle 3.200 anlam girmiştir. 40.000 öğe çerçevesinde ve 12 yılda gerçekleşen % 12 dolayındaki bu değişim, çok önemli sonuçların çıkarılmasına katkıda bulunacak çapta bir olgudur[13]. Gilbert'in (Dictionnaire des mots nouveaux: Yeni sözcükler sözlüğü) saptamalarına göre de, 1955-1971 yıllan arasında dil çevrimine 5.500 yeni birim girmiştir[14]. Ancak Fransızcaya sızan sözcükler arasında, anadilinde yaratılanların yanı sıra, tekniğin ilerlemesiyle, özellikle İngilizce ve Japonca sözcüklerin gittikçe çoğalması, Fransız ulusunu, korkutmuş ve uyandırmıştır. Sağ görüşlü Başbakan Chirac, "Fransız Dili Yüksek Kurulu”nun ilk toplantısına katılarak başkanlık etmiştir. Bütün üyeleri hazır bulunduğu 14 Şubat 1975 tarihli ilk toplantısından tam bir hafta önce 7 Şubat 1975'te, "Fransız Dili Gazeteciler ve Basın Uluslararası Birliği”nin Fransa'daki şubesinde yaptığı konuşmada, ister ekonomik evrim, ister Fransızca konuşanların savsaması sonucu olsun, bu GENEL ANLAMDA DİLDE ÖZLEŞME
sonra, Almanlar bu ulusu yok etmek için işe dilden
başlamışlar, Çekçeyi yasaklayarak bu dildeki bütün kitapları
yakmışlardır. 19. yüzyılda Çekler, ulusçuluk akımına anadillerini diriltmekle başladılar. Oysa o güne değin Çek aydınlarının çoğu Almanca yazıyor ve konuşuyordu. Dobrovski, Yungman, Kollar ve Polacy gibi aydınlar ilk Çekçe kitapları yazdılar. Çekçeyi diriltme girişimcilerini ve ulusçuları önceleri "bağnaz ulusçular, dilciler" diye kınayan Çek ulusal kahramanı Tomek, sonradan bu özleşme akımının gerisinde yatan büyük gerçeği anlayınca, Çekçeye sarılmış ve eski eleştirileri nedeniyle yaşamı boyunca ulusçu aydınlardan özür dilemiştir[6].
YORUMLAR