Son Dakika



Kimse onları zorla getirip yerleştirmemişti buralara.

Çocukları yabancı ülke kapılarını zorlarken, orta yaşlı ve yaşlılar Ankara’yı seçmişlerdi mekân olarak. 

Nedenleri iç karartıcı olabilirdi ama gelmeyi kendileri istemişti.

Dayanışma yeteneklerine güveniyorlardı. Yapı taşlarına yabancı el dokunmadı, güçlerini ve hünerlerini birleştirerek yuvalarını kendileri yaptılar. 

Bir topluluğu oluşturacak; türküleri, oyunları, söylenceleri, yerine göre ağzına bakacakları, bazen de makaraya saracakları dervişleri bile vardı. Yanlarında getirdikleri bu değerlere sarılarak büyük kayıplar vermeden bugünlere ulaşmayı başardılar.

Derviş, kültürlerinin elle tutulur bir örneğiydi. Onu gözü gibi korumaktan yanaydı çoğunluk. Hem gençlere hem de yaşıtlarına eşit uzaklıkta, çocukla çocuk, büyükle büyük olmayı onun kadar kolay başaran biri olamazdı.  

Yaşları ilerledikçe kente uyum sağlamakta zorlanan köylüler, eskiyen gövdelerinin ardı ardına ortaya çıkan sayrılıklarını fark ediyorlardı. Derviş’in bu duruma bir çözüm bulması olasıymış gibi,  “Bir derman bulmazsan ağrıdan acıdan hepimiz telef olacağız,” diye takılmaya başladılar ona. Romatizma ağrılarından en çok yakınanların başında o vardı zaten.  Çalmadık doktor kapısı bırakmayan Derviş, romatizmayla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini anlayınca, ağrılarını unutabilmek için yürümeyi seçti. 

Yürüyordu Derviş. Yürürken düşünebiliyor, düşündükçe hafiflediğini, yalnızlıkla baş edebildiğini duyumsuyordu. Zamanla, yürümek onun için bir tutku olup çıktı. Dışarıdan bakanlar, ha babam yürümesini ilkin saflığına verdilerse de Derviş’in günden güne genceldiğini görünce onu taklit etmekten kendilerini alamadılar.

Mahalle halkı, -özellikle yaşlılar- birkaç ay içinde onun gibi yapmaktan başka çareleri olmadığını gördü. Yürümekle, kendilerinin de iyileştiğini, hafiflediğini ve bedenlerinin yeniden ‘uyanmaya’ başladığını fark ettiler. Köyde olduğu gibi kentte de gözlerinin açılmasını sağlayan Derviş’e güvenleri bir kat daha arttı.

Büyükbabalar ve büyükanneler, anlaşmakta her gün biraz daha zorlandıkları, ele avuca sığmayan torunlarına onun hikâyelerini anlatarak yaklaşmaya çalışırlardı. 

Derviş’in, gençlik yıllarında sele kapılmış bir sürüyü kurtarışı evlerde en çok yinelenen hikâyelerden biriydi. Büyüklerin, her söz açıldığında o kurtarma hikâyesini başka biçimde, biraz daha renklendirerek anlattığını yıllarca sonra anlayabilmiştik. Akıl edip de olanları bir de kendisinden dinlemek istediğimizde, söylenenlerle onun anlattıklarının birbirini tutmadığını görerek şaşırmıştık. 

Köylünün dediğine bakılırsa:

Yayladan beri önüne çıkan heybetli kayaları çürük ağaç kütüğü yuvarlar gibi yuvarlayan, dere yatağını çevreleyen tarlaların dibini oyan, toprağını somurup yüzlerce kilometre uzaktaki denizlere taşıyan azgın bir selden söz ediliyordu. Sel, yalnızca kopardığı kayaları, yıktığı bahçe duvarlarını, kökünden söktüğü asırlık ağaçları değil, köylünün gözünden sakındığı can yongalarını da içine alıp birkaç dakikada yoklara karışmıştı.  Gidenlerin arasında, sürmeli tosunlar mı yoktu, ay boynuzlu koçlar mı? O bahar, yağmur öyle aniden bastırmıştı ki seme çobanlar bir yana, en uyanık olanları bile sürülerini sele kaptırmaya engel olamamışlardı. 

Küçüklerin belki de ilk kez gördüğü ve çılgınca eğlenmelerini sağlayan o görkemli rahmeti büyükler, sonunun nereye varacağını bilmediklerinden kaygıyla izlemişlerdi. Ne zaman ki hane halkından ayırmadıkları kimi canlı, kimi cansız hayvancağızlarını suda yüzer görmüşler, asıl acıyı da o zaman duymuşlardı yüreklerinde. Köyde seksenli yaşlarına ulaşmayı başarmış “Ölmeyeceğim işte, dünyaya kazık çaktım”, diye öğünen Ali Dede’yle eşi Zelha Ana’yı da bir varmış bir yokmuş yapıvermişti sel.

O güne değin yaşanmamıştı böylesi bir afat.  “Yeryüzü ishal olmuştu sanki” diye anlatırlardı o seli. 

Afetin kısa sürmesini, Allah’ın koruyuculuğuna saymışlar, kurban bile kesmişlerdi. 

Henüz adı dervişe çıkmamış, okuduğu deyişler, anlattığı hikâyeler köylü tarafından ağzı açık dinlenen, en çok da çocuklarca sevilen Saf Hüseyin, dervişliğe ilk adımını o gün atasıymış.  Selden iki saat sonra onun, Darboğaz’dan beri, kurtardığı en az on beş büyük baş, yüze yakın koyun kuzu ile birlikte köye girişini seyredesiymişler. 

Bu, Saf Hüseyin’in köyde gerçekleştirdiği ilk tansık sayılıyormuş. 

Sonra da başkaları gelmiş bir biri ardı sıra.

Adının Derviş’e çıkması için başlangıç sayılabilecek bu olay, Derviş’in anlatımında sıradan bir olay olmaktan öteye geçemiyordu.

Darboğaz Deresi’nin en dar yerlerinden birinde, yekpare kayaları yarıp, her yarığa bir kökünü yerleştirerek, ölümsüzlük peşinde koşan bir çınar ağacı vardı. Bu asırlık çınar, yıllarca önce yine bulanık bir bahar seliyle savaşırken, kökünü yerleştirdiği bir kaya parçasını sele kaptırmış, dengesini yitirerek yan yatmıştı. Çınar, görkemli gövdesiyle hanidir köylü tarafından güvenilir bir geçit olarak kullanılmaktaydı.  

Saf Hüseyin’in yaptığı, selin büyüklüğünü fark eder etmez geçit çınara koşup kendini iyice sağlama aldıktan sonra, köprüye takılarak kısa bir süre debelenen koyunları, kuzuları kaptığı gibi kenara atmaktı yalnızca. Abartarak söylendiği gibi on beş büyükbaş, yüze yakın küçükbaş hayvan da kurtarmamıştı. On iki koyun, beş keçi, iki de dana idi selin elinden alabildiği.  O selde telef olan toplam hayvan sayısı da yirmi civarındaydı zaten.

Köy halkı, öteki köylere karşı kendi farkını anlatabilmek için olanları abartıyordu belki de. Derviş, ona giydirilmek istenen ermişlik kaftanını o gün de bugün de üstüne geçirmekten uzak durmuştu. Yaşı yetmişi de devirdikten sonra, dünya işlerine daha bir sıkı sarılmış okumaya, düşünmeye ve sağlıklı yaşamanın yollarını aramaya yönelmişti.

 *

Sekiz-on yaşlarımda, okumayı yeni söktüğüm sıralarda, ona hayranlık duymamı sağlayan kitaplara olan tutkusuydu. Kapakları iyice yıpranmış, yırtılmış, toz içinde olsa da açmadan önce öpüp başına koyması hep gözümün önüne gelir. O kitaplardan, derin tasavvuf bilgisiyle yorumlayarak aktardığı yalvarışlar, güzellemeler, taşlamalar ve hikâyeler geçmişle bağlarımı güçlendirmiş, gelecekle barışık olmamı sağlamıştır.

Kaygusuz Abdal’dan Abdal Musa’ya, Kazak Abdal’dan Pir Sultan Abdal’a, Seyyid Nesimi’den Yunus Emre’ye değin tüm Anadolu Erenleri’nin demelerini ezbere bilirdi. Onları okumakla kalmaz naif yorumlarıyla, anlayıp içselleştirmemizi sağlardı. 

Bitişik komşumuz ve akrabamız oluyorlardı, hep açık duran kapılarından kolayca içeri girebiliyorduk. Kışlık odalarının kandil raflarında kitaplar görürdük üst üste duran. Topu topu yedi, belki de sekiz kitap vardı evlerinde. Hepsini ezbere bilirdi.

Köyde onun bir benzeri yoktu.

*               

Derviş bugün konuğum. Evimde ağırlıyorum onu. 

Onun için özenle seçilmiş bir gül demeti var sehpadaki cam vazoda. Kırıp dökmekten korkarak, usulcacık yaklaşıyor güllere, dokunuyor, eğilip kokluyor onları. Tutkuyla söz ediyor güllerden, renklerinden, âşıkların güle yüklediği anlamlardan.

Yıllarca önce ezberlettiği güle dair söylenmiş en güzel beyitleri birlikte okuyoruz.


                      Bugün ben pirime vardım / Pirin cemâli güldür gül

                      Oturmuş taht makamına / Tahtı revanı güldür gül.


                      Gülden terazi tutarlar / Gül alırlar gül satarlar

                      Gülü gül ile tartarlar / Çarşısı pazarı güldür gül


                      Gel ha gel Seyyid Nesimi / Hakkın nefesi güldür gül

                      Şu öten garip bülbülün / Derdi figanı güldür gül.    

         

Seksen beş yıllık bedeninden beklenmeyen bir esrime içinde Derviş. Coşkusu şaşırtıyor beni. Nesimi’nin bilinen güzellemesinde bulunmayan bir beyit daha dökülüyor incelmiş dudaklarından. Bunu nasıl söyleyebildiğine benimle birlikte onun da şaşırdığını görüyorum.

Şöyle sesleniyor Nesimi’ye:  

“De ha de Seyyid Nesimi / Duyuyoruz hoş sesini

 Yüz yıllardan nefesini / Bize getiren güldür gül,”      

Sol gözü seğirmeler, sağ gözü ışıklar içinde, “Gördünüz mü?” diyor, “Ben de âşıkmışım… Nesimi’ye söz yetiştirmeye kalkıştım… Ben kim oluyorum yahu!”

Bir süre susuyor Derviş. Erinç okunuyor yüzünde. Suskunluğuna dokunmadan, boşluktan yararlanıyor, söylediği dörtlüğü bir kâğıda not ediyorum.

Gözünün birini yitireli beri okumaktan uzaklaştığını, aslında ikinci gözden yoksunluğunun yalnızca okuyamamakla ilgili olduğunu vurguluyor.

“Gerçeği görmek için iki göze ne hacet”, derken içtenliği şaşırtıyor beni. Dizleri üstünde sürekli devinen, damarları sayılan ellerinin, ince, parlak derisini ovuşturuyor durmadan. Derviş’in küçük bir takıntısı bu.

Yine Nesimi’ye dönüyor;  sanki onun yaşadığı acıları yeniden duyuyor bedeninde “O, doğru bildiğinden şaşmadı, aziz canını hiçe saydı,” diye başlıyor konuşmaya.  “Yüzlerce yıl önce hurafeye meydan okudu. Can gözü kapalı bir gurup din adamıyla tutuştuğu sav sonunda, derisinin yüzülmesine bilerek rıza gösterdi. Savını kaybedince, gerçekte kazandığı halde ‘Hadi Nesimi, derini yüzmemiz için uzan şu musalla taşına bakalım’ denildiğinde, ‘Geri durun, o işi bana bırakın hocalar.’ deyip, ellerini gökyüzüne açarak Yaradan’ına şöyle seslendi:

‘Hak Çalabım, ne yaptımsa sana inandığım için yaptım, bağışla beni.’  

Çevresine birikenlerin şaşkın bakışları altında, sağ elini kaldırdı, ışıklar saçarak yüzüne, omuzlarına dökülen ak saçlarına uzandı. Bir tutam saç kavrayıp, ‘Yüzül ya mübarek!’ diyerek aşağı doğru çekti. O mübarek derisi tepeden tırnağa, has Hint ipeği gibi yığılıverdi ayaklarının dibine. Kanlar içindeki derisini, domur domur kanayan sırtına atıp, gözleri yuvalarından fırlamış insancıklara tek söz söylemeden, kıblesine doğru yürüdü gitti.

İnsandan geldi… İnsana gitti.  Kıblesi insandı O’nun.”

Kendim tutamayıp soruyorum: “Derviş çok güzel anlatıyorsun ama bir insan kendi derisini yüzebilir mi, yüzse bile oracıkta canı çıkmaz da yürüyüp nasıl gider? Böyle bir şeyin olduğuna ya da olabileceğine gerçekten inanıyor musun?” 

Kazı koz anladığımı düşünerek, hoşgörüyle gülüyor.

“İnanmaz olur muyum babam,” diyor, “O’nun üstünde bittiği kökü bilsen sen de inanırsın. Bu sırra aklı ermeyenler, Nesimi’nin gerçekten derisini yüzdüğünü sanır.  Erenlerse bilirler derinin ne olduğunu, sırrın ne olduğunu.” 

Soluklanıyor, düşünüyor, yeniden konuşuyor Derviş:

“Hallacı Mansur’u bilir misin? O, Enel Hak dedi. Dünya halini elinin tersiyle iterek Bâtıni olana, mananın sonsuzluğuna yürüdü. Nesimi ile Hallaç’ın arasında asırlar var. Ama aynı devirde yaşamışlar gibi düşünceleri bir, büyüklükleri, insana duydukları muhabbet bir.”  

“Hallacı Mansur’un yaptıkları da anlaşılır gibi değil, bedeni parçalanarak günlerce sokaklarda sürünmüş. O da inanılması güç bir insan.”

Derviş hafifçe dikleşerek, “Neden güç oluyormuş inanmak!” diyor. Ölüm korkusunu yenmiş, hakkı tanımış her insan yapabilir onun yaptığını. Bildiğini inkâr edecek, tükürdüğünü yalayacak, Enel Hak iddiasından vaz mı geçecekti? Ben zavallı bir insanım, dervişlikle de bir alâkam yoktur. Ben de Enel Hak diyorum. Kim ne diyecekse desin, ne yapacaksa yapsın!”

Sözlerini bitirdiğinde soluk soluğa kalıyor, bir süre konuşmuyoruz. 

“Şimdi her şey değişti, Enel Hak dedi diye kimse kimseyi öldürmüyor,” diye yeniden ateşliyorum onu. 

Sayıklıyor, “Sivas’ta yangın… Maraş’ta kıyım… Hep aynı neden… Hallacı Mansur… Nesimi… Pir Sultan… 

Onlarla şimdikiler arasında ne fark var?

Yalnız gerçeği söylediler… İnsana inandılar… İnsanda buldular her bir şeyi…”

Susuyor.  Yorgun ve yaşlı bedeni daha fazla konuşmasına izin vermiyor sanki.

Sol eli dizinin, sağ eli yüreğinin üstünde öylece kalıyor.

Celal İlhan

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM