Çelişkiler ve Ahenk / Mehmet Tanju Akad
Sanırım bir vesileyle söz etmiştim. 1930 ile 1965 arasında yazılmış kitapları daha çok severim. O dönem bana daha az sentetik gelir. Türk edebiyatının en güzel eserleri de çoğunlukla bu dönemde verilmiştir. Ara sıra bunlardan birisini karıştırıp düşüncelerimi tazelemeye (ve bazen de tetiklemeye) çalışırım. Dün akşam J. B. Priestley'in Literature and Western Man (1960) kitabını tekrar açtım. Vaktiyle dikkatimi çekmiş olan şu tespitlerle karşılaştım: "Doğulu adam daima çelişkileri örtmeye veya unutmaya çalışırken Batılı adam daima çelişkileri ortaya çıkarmaya çalışır. Batılı adam için ütopya ahenk iken, Doğulu adam için hayatın kendisi ahenktir, bu hayat ne kadar zavallı olursa olsun." Eskiden nasıl düşündüğümü hatırlamaya, sonra yukarıda aktardığım önermelerin doğru olup olmadığına karar vermeye çalıştım. Sanırım doğru. Yüzeysel bir bakış bile batının, hayatın temeli olan çelişkileri inceleme tutkunluğunun gelişmeyi hızlandırdığını gösterir. Bu, skolastik çağ ile kısmen kesintiye uğramış olsa bile, kadim Yunan'dan beri böyledir. Doğu ise kendi ahengi içerisinde yaşamaya çalışır ama bu ahenk kah doğa olayları, kah iç savaşlar ya da yabancı istilalar ile bozulup durur. Sistem kendini bir türlü toparlayamaz. Ahengi tekrar yaratmak için imkansız yola, yani gelişmeyi dondurmaya, eskiye dönmeye çalışır. Tabii hangi doğu? Biz Çin'i bırakıp Osmanlıya bakalım. (Gerçi onlar da 19. yy'ın sonlarına kadar dondurmaya çalışmıştır hayatın değişimini.) O zaman da hangi Osmanlı diye sormamız gerekir. Benim sevdiğim Osmanlı Alaeddin Bey'in, Samsa Çavuş'un, Karaca Bey'in, Orhan Gazi'nin, Hacı İvaz Paşa'nın, Umur Bey'in, Süleyman Çelebi'nin, Şeyh Bedrettin'in, Börklüce Mustafa'nın Osmanlısıdır. Evet, savaşlarla, isyanlarla, göçlerle doludur ama taze bir ruha sahiptir. Her kökten, en çok da Gazi Mihal veya Malkoçoğlu gibi Rumlardan gelenler yeni devletin kuruluşuna ve Rumelinin fütühatına katılır. Hem Börklüce'nin takipçileri arasında, hem de Osmanlı ordusunda Rum ve Rumi bir aradadır. Aynı zamanda çelebiliğin gerçekten revaçta olduğu bir çağdır. Bunu mimarideki tevazudan anlayabilirsiniz. Kuruluş döneminin ahengini, çocukluğumun bozulmamış Marmara'sının hatıralarıyla ve benim hayat süremde yok olan o yeşil Bursa ile birleştirerek canlandırırım. Ulucami'nin sade haşmetini, Yeşil ve Muradiye'nin huzurunu Sinan'ın büyük eserlerinden çok daha fazla severim. Benim kafamda her şeyin yıkıldığı nokta Yenişehir Ovasında Cem Sultan'ın, Bayezıt'ın tarafına geçmekten başka çaresi olmayan lalası ve büyük mareşal Gedik Ahmet Paşa tarafından yenilgiye uğratıldığı trajik andır. Ondan sonrası hep yokuş aşağı gitmiş, devlet kapıkullarının elinde kağşamıştır... Yıkılışın dört asır sürmesi (geleneksel tarih anlayışına göre üç asır, çünkü Sokullu zamanından başlatılır) ise bence kuruluş ahengine bağlıdır. Çocukken "parçası benden" diye bağırırlardı ve bana saçma gelirdi. Şimdi düşünüyorum da yıkıntı ne kadar büyük olursa olsun, elinde küçük bir parça kalan bile bununla kendi ahengini yaratmaya, sürdürmeye çalışıyor. Bir nebze ahenk için neler feda ediliyor ya rab... Bu bir meziyet mi, yoksa trajedimizin bir parçası mı? Mehmet Tanju Akad Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR