Bütüne doğru / Arda Cevahir
Yazmak kendine aracılık etmektir. Ancak dışsalın bakışındandır ki bu aracılık tikel bir konuma kavuşturulup şair ya da yazar olmalıkla adlandırılır.
Eğer bir kez Locke’un tabula rasa’sına yaslanıyorsak, düşüncelerimizin doğuştan var olan fikirlerin nesnel bir düzenlenişi olduğunu savunan Cartezyen ilke karşısında, varlığın bilince aşkınlığını doğruluyorsak, bu demektir ki edebiyatın nesnesi sentetik düşünler pratiği olmak zorundadır. Öykünün ya da şiirin varlığı orada, dışımızdaki dünyada, dışarıdadır, bütünün içinde içselliğimizin belirlenmiş dışavurumudur, bütünle bütünleşme isteğimizin içsellik yoluyla edinilen yansımasıdır ki yazarlık ya da şairlik dediğimiz, bu yansımanın aracılığından başka şey değildir. İnsan, kendini böylelikle yapıtı eliyle dışsallaştırır. Yazmak kendine aracılık etmektir. Ancak dışsalın bakışındandır ki bu aracılık tikel bir konuma kavuşturulup şair ya da yazar olmalıkla adlandırılır. Gerçekteyse, kişi bunu yazarlık ya da şairlik olsun diye yapmamaktadır. Örneğin bir Karacaoğlan ya da Veysel, sonunda türkü diye tanımlanacak bir şey uydurmak için sazı eline almamaktadır. O, varlık karşısında yokluğun, yaşam karşısında ölümün, açlık karşısında ekmeğin durduğu öteye doğru onunla bütünleşmek üzere kendini dışsallaştıran bir kendini bilmezliktir. Bir ozanın tüm bir karakterini bize sunarken kendini ozan olarak tanımaz. Kendi diyalektiği içinde dolaysız aracılık olarak, bütünden kendine, kendinden bütüne doğru kendini olumsuzlayarak olduran bir kendi kendiliktir, praxis üzerindedir. Hume’u ya da Descartes’i, Bruno’yu ya da Sokrates’i, diğerlerini, kendisi kılan tarihsel bendir bu. Bir değerler dizgesince kendini konumladığı, bağlanışından ötürü yargıladığı ya da mahkûm edildiği, gelecek toplumu adına nesnellikle kendini dışsallaştırdığı noktada, insan tarihseldir diyebileceğiz. Peki edebiyat bu tarihsel nesnelliğin neresinde? Tarih, yılanın derisinden sökülüşüdür, öznelliğini gelecek özgürlüğe doğru tersinme yoluyla ayırdığı nesnelliğidir. Hegel’in Tini’dir bu yılan, sürekli içselliğinden dışsallaşan ve dışsallığından içselleşen, devinen ve başkalaşan ama en nihayetinde saltık kendisi olan Hakikattir. Hakikatin neresindeyiz? Söyleyelim, her yerinde ve hiçbir yerinde. Oluşuyor, oluşturuyor ve oluşturuluyoruz. Bu durumda da çelişkiler kaçınılmaz olacaktır. Bütünü emek olarak belirlersek, bu bütünsel çabanın özgünlük tarzında tikelleştiği örgenleriyiz aslında, düşünürken belirliyor belirleniyorken düşünülüyoruz, yazar ya da ozan, kendini bütünün yapıcı emeği olarak onda özünmek üzere öznelliğinden soyutladığı ölçüde evrenselleşir, evrenselleştiği ölçüde düşünce’nin eksikleri giderilir, edebiyatçının dile getirdiği hakikat hakikat’in dile getirilişi böylelikle olur. Edebiyatçı, - olguyu- bilme üzerinden tanınma amacındaki kişidir. En gerçek dışı olanın bile betimlemesinde onu gerçeklikle yazma zorunluluğu duyulduğunda, çağın öteki bilimsel düşünce yolaçlarıyla bir ve aynı gerçeğin yandaşı olunduğu görülür. Bu, en felsefe dışı saçmanın dahi yine felsefi yöntemlerle serimlenmekten başka yolunun olmadığı gerçeğidir. Bir kültür insanı ve de kültürün yapıcı öznesi olarak edebiyatçı, eğer yaşamı gerçekliği içinde betimlemesi gerekiyorsa, gerçeğin ne olduğuna dair usa vuran felsefe dizgeleriyle genel ilkeler düzeyinde sıkı sıkıya bağlaşım zorundadır. İki türlü varoluş yolu vardır ve bu, iki tür edebiyatçı yaratır. Birinci durumda edebiyatçı, sınıfsal zorunlukların onu gerçeğin bağrında bir doğa gerçeği olarak belirlediği trajik bir yaşamöyküsüdür, felsefi dizge ilkelerinin somut gerçekliğini onda sonradan bulacaktır, ikinci durumda ise bu somut karşılıkları yaşamadığından onu öznellikle karartıp gerçekliği lekeleyerek felsefi dizgenin altında kalır, karalayarak aklanma yoluna geçer. İlkeleri ve hayatı karşılaştırma bilincinden yoksun olduğundan, sıçanlar ve çöplüklerden ibaret hayattan yüz çevirip yıldızlara göz diker, şiirlerini göksel pırlantalarla bezeli imgelerle süsler, granit, cenin, arsenik, külot, ruj, jilet, kil, mitos, Dario Argento, jartiyer, kireç taşı asit, kalaşnikof… ve dahası terimlerle tanrısal kubbeye kendini aşırtır. Edebiyatçının öznelliği okurun öznelliğini de kapsamadıkça tek başına geçerli olmayacağından – ki Sartre’ın Gramsci Enstitüsü’nde İtalyan Marksistlerle giriştiği öznellik tartışmasında buna maalesef değinilmemiştir- okurun da bakışı yıldız göğüne kaydırılır, orada takılı tutmak üzere somut gerçekliğe göz çevirmesini engelleyip ilgisini zayıflatacak elmas pırıltılı dizeler uydurulur: amberin soluk buğusu/mermer sütunlar alnına yazılmış yüzümün kör mushafı. Başlangıcı yaşamadığından kendini sonucun bakışından sunan, varlığın ötesinden tanrısal üstünlükle seslenen bu şair tipi, yaşamın gerçekliğinden tiksinti duymakta, onu yeryüzü alçaklığına düşürüp yürünmeye değmez bir çoktan aşılmışıkla boşa çıkarma telaşındadır. Boşa çıkarmalıdır ki tanrısal göğünde gönlünce at oynatabilmelidir: Jiletin keskin büyüsü/ yitik çağlar ardında kilden kitabem... Sonucun bakışı olmakladır ki, her dizesi, ‘....nın ‘... sı kalıbının tekrarlanan şemasıdır. Sözcükler kadar dizeleri, dizeleri kadar şiirleri de birbirine özdeş gaz beton özdeşliklerdir, öznelliği yıldızlarla özdeştir, çünkü hep jokerlerle, yıldızlarla ilgilenen kişiliği sokaktaki sinek kartlarının basit hayatını bilmemektedir, yıldızlar arasındaki karanlığı es geçip bilmece tarzında yıldız dizileri sunar okura: kül esrimeydi / koynumda lâl oğullarIN muskaSI Aslında Haşim’in sözcüklerden duvar ören şairanesine karşı çıkarken, önemli olanın tuğlalar değil, onları bir arada tutan mana harcı olduğunu savunan Orhan Veli’in dilediği de yıldızlar arası karanlığın, sinek kartlarının sokaktaki basit hayatının aydınlatılmasıydı. Bunu, Biçim Arayışları’nı yazdığımız dönemde fark edemedik ama şimdi teslim ediyoruz. Veli, burjuva öznelciliğine karşı hamalların da şiirinin yazılagelmesini savunmuştu, her ne kadar sonuçtan bakmak kadar nedenden bakmanın da bütünü içermeyen aynı öznel idealizm olduğunu anlamamış olsa da. Burjuva öznelciliği idealizmin doruklarında Zeus’lar dayatadursun. Şiirlerinin buz kalıbı donukluğunda yaşamsız olması gibi kendisi de yaşamsızdır, onun tüm yüklemleri okura devredilmiştir. Okur dizeyi çözmeli, yaşantısını merak etmeli, tanrısal göğün imgesel izlencinden bakıp ekmeği ağzıyla kesen işçi babasından tiksinmelidir. Çiftçi Bekir’in oğlu bu izlencin bakışıyla somut hayatı sürekli çürük yanlarıyla eleştirmelidir, sonucun bakışının tanrısal gözünden kullar dünyasını biteviye kötülemelidir. Böylelikle burjuva öznelciliği, nedenini saklı tuttuğu sonuçtan baktığından, idealizminden ötürü sonuç nedenin yerini alır. Eylemi dıştaladığı için kendisi de eylemden dıştalanmıştır, ancak paranın bankerliği onu egemen kıldığından, sıvacı Ramazan’ın kızı aşması gereken eylemin yükünden burjuva şairin dizeleriyle kurtarılmaktadır. GençliğimİN güherçileSİ, ömrümÜN künhÜ, tozlu albümlerde yiten kalbimİN doğuSU, türünden birkaç uydurma, eylemin aşılması gereken yolunun onun adına önceden geçildiği bilinciyle tanrı katına aparıp gerçeklikten saptırmaktadır. Hayranlık kazanılmış, üne kavuşulmuş, kitap satılmış ve burjuva şairin sıvacı Ramazan’ın kızıyla bir işi artık kalmamıştır. Amaç, burjuva egemenliği yararına toplumsal bütünü parçalamak olduğundan, ona, sanatçının Vefa Lisesi’nde okurken bir yol Kenter tiyatrosunda çıkmaya başladığından, kız arkadaşının kendisinden habersiz fotoğrafını Ses dergisi yarışmasına yolladığından, dayısının yine ondan habersiz şiirlerini Varlık dergisi yarışmasına gönderdiğinden, aslında ziraat okurken aktörlüğü aklından bile geçirmediğinden... Söz edilir. İşin burjuva menşeili sosyetik doğası karartılıp sonuçtan sonuca atlanarak aktarılan yıldız yolculuğu, bakkal Hasan’ın oğlu için de mümkünmüş gibi aradaki nedensellik bağından yoksun kılınarak topluma sunulur. Burjuva editörü, hemen kalem başı yapar. Bakkal Hasan’ın oğlunun gözünü kamaştıran o ışıltılı şair, aslında kendisinden fakir, kirayı çıkarır mı diye tüm kitaplığın sahafta kaç para edeceğini düşünmektedir. Feleğin işine bakın ki şöhret melekleri de son parasıyla sigara mı ekmek mi alacağını bilemezken omzuna konmuştur. Olumsuzlamadan olumsuzlamaya geçer gibi kendi diyalektiği içinde sonuçtan sonuca zıplanır ve sonuç nedenin yerini aldığından, sanki Orhan Veli cebinden yirmi sekiz kuruş çıkacak ölü halinde bulunmak için yaşamışçasına gökkubbe mistiğe tersindirilir. Gaz beton dizeler uydurmak, Ruh kelimesi Batı dillerinde uçucu gaz, Geist, Ghost, Doğu’da Nefs, Ruh, anlamlarına geldiğinden (Russell Felsefe Tarihi) dizelerinin tanrısallıkla okura yansıtılması yönünden daha on üç yıl önceki ilk yazımız da, Şiir ve İdealizm’de bu şairleri Hegelcilikle nitelemiştik. Şiirleri, İde’nin şenlik gösterisiydi ve İdeal bir şiir yazıyorlardı. Kullandıkları sözcükler edimsel araç değil, saltık kavramdı, suretİNde yitirdiğim o masal büyüSÜ, özdeş mermer blokları gibi dizildiğinden ne bütünlenebiliyor ne edimselleşiyorlardı, sözcükler değişirken kendisi değişmeyen Aristotelesçi devinimsiz, şairin sureti de tanrısal bir üstünlükle okura sesleniyordu, devinimsizdi. Nitekim, arsenik, asit, buzul, mermer, jilet, papirüs, jartiyerden ibaret bir sözlükle eylemden ve hayattan kopuk olmaları da kaçınılmazdı. Bizatihi bunun için burjuvazi tarafından kullanılan kalemşorlardı, bütünü ya da toplumu parçalamak adına tutulmuşlardı. Bütünü toparlayabilecek miydik? Toplumu dağıtmak adına kiralamış bu edebiyat Zeus’larının elinden şiiri alıp, kavramları ve tanımları yerli yerine oturtup, yabancılaştırılan hem edebiyatı hem Bakkal Hasan’ın oğlunu bu yabancılaşmadan güncel gerçeğe döndürebilecek miydik? Bir olgu, özyapılarıyla bütünsel olarak ortaya konulmadıkça, sınırlı bir alana mensup kişilerin malı olur ve bireysel oluş bütünü dışta bıraktığından, toplumun bütünü de oyun dışı bırakılmış olur. Bütüne doğru ilerliyoruz, yazdıklarımızla ağır hasar almış olsa da, burjuva egemenliği, başkasının artı değerinden beslenen gençler üzerinden surdaki gediklerini çarçabuk onarmakta. Hegel bize, - Tinin dolayımında- dünyasal üstünden göz çevirip dünyasala, şimdi buradakine dönmekten söz eder. Ancak eğer bu, yeniden Tine dönmenin zorunlu aracılığı olduğu sürece, Tinin dünyasaldan üstün olmak ve özdeksel olduğunu olumsuzlamak üzere dünyasal olmak zorunda oluşudur ki bütünle parça arasındaki içselliği bize sağlayamaz ve doğrudan idealist, şiirsel bir dindarlık olup çıkacaktır. Tıpkı, Hegel’ci burjuva şairlerin, olunmazlık kipinde şair olarak bizden yukarıda olmak ve bizden olduğunu olumsuzlamak için bizden olmak zorunda oluşu, gibi. Özdeğin, Hegel için, Tin olduğunu olumsuzlamak ve Tin olmayan olarak var olmak üzere bir olumsuzlamadan diğerine akış halinde dizilişinde olduğu, gibi. Ki Hegel bunu, zıttına dönüşmek yanılgısıyla kavrayıp sistemleştirmiştir. Oysa Hegel şiiri ve şiirsel bilinci ya da bilincin varoluşunun şiirsel yapısını imlemiştir. Tinin özdeğe dönüşüp yeniden tine dönmesi gibi, şair de öznelliğinden olumsuzlama yoluyla olguya doğru ileri gidip, Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı Sonra yeniden öznelliğine bir geri dönüşle olumsuzlamanın olumsuzlamasını tamamlayacaktır: Felekler yandı ahımdan muradım şem-i yanmaz mı Tarihi her sabah yollara düşerek yeniden yaratan emeğin örgenleyicileri olarak, çelişkileri bütünlemek ve gerçeği burjuvalararası olmaktan çekip çıkarmak adına, en saçmanın bile felsefi dizgelerle sıkı ilişki gütmediği edebi masalları bir daha edebi saymamak üzere bütünün sınırları dışına itiyoruz. Platon karşısında Aristoteles’in, Descartes karşısında Locke’un, Hegel karşısında Marks’ın iyeliği aydının varoluşu için tarihsel zorunluluğumuzdur. Ancak ötesi için, Hegel’i ve Hegel’ci psikolojizmimizin şiirsel dindarlığını, kökünden sökmek üzere sıkıca eleştirmemiz gerekecek. Başarabilecek miyiz? Şimdilik sadece umabiliyoruz. Arda CevahirEDEBİYAT ve TARİHSEL NESNELLİK
KÜLTÜR İNSANI OLARAK EDEBİYATÇI
GAZ BETON DİZELER
KULLANILAN KALEMŞORLAR
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR