Son Dakika



Evet, öyle olmuştu o gün ve o gece. Karıma, "Hazır mısın arkadaş?" dedim.

"Hazırım mareşalım." dedi Mualla, çantasını omuzuna astı.

Tuna Taksi'ye telefon ettim. "Akıncılar 11 'e bir araba yollar mısınız?"

"Hemen beyefendi!"

Ocağı, camları, balkonları denetledik, kapıyı kilitledik, aşağıya indik taş ba­samaklarda ayak seslerimizi bırakarak ve de ağırlığımızı. Posta kutusunda bir şey yoktu. Olmalıydı. Öfkelendim. Doğan Hızlan'ı bulamıyordum. Akan Sular Şarap Olsa'yı teslim edeli neredeyse bir yıla yaklaşıyordu, "Basacağım, biliyorsun, ben verdiğim sözü yerine ge­tiririm." diyordu ama bir türlü basılmıyordu ne hikmetse .. Kapıcı Murtaza, ağzındaki sigarayı dumanlatarak hortumla bahçeyi suluyordu. lslak ot kokusu doldu burnuma, hoşlandım, bi­çilen otların kokusunu da severdim. Leyli apartmanının sakinleri, toprağın üzerindeki bitki örtüsünü, ağaçları sökmüşler, beton dökerek oto parkı yapmışlardı. Yol kenarındaki de­likanlıların, kızların altında söyleştikleri, dondurma, çekirdek yedikleri akasyayı da kes­mişlerdi. Orada kimse çiçekten, yeşillikten hoşlanmıyordu anlaşılan. Kaşlarımı çattım. Ebru pastanesinden, fırından henüz çıkartılmış kurabiye, börek, pasta, poğaça, simit, susamlı halka kokuları yayılıyordu ortalığa. Ali Yüce'ye benzettim ilerdeki bir adamı, boyu, bosu, gövdesi, yürüyüşü aynıydı. İstanbul'daydık epey önce, yeni caminin arkasındaki parkta fo­toğraflarımızı çekecekti İsa Çelik, bizi Cağaloğlu'ndan oraya yürütmüştü. Yeşil ışık yandığı ve yayalar geçitte rahatça hareket ettikleri halde Ali Yüce, korkutucu bir ses işitmiş gibi koş­maya başladı, bu haliyle kente ilk kez gelen ve gördükleri karşısında şaşıran, paniğe kapılan köylüleri andırıyordu. "Niye koşuyorsun Ali dayı?" dedim.

"Ben koşmuyorum, kent koşturuyor." dedi Ali Yüce: Öyleydi. Koştururdu. Geçitler yoktu. Yaşam kurallara göre düzenlenmişti. Nerde şimdi? Şiir mi yazıyor, fıkra mı anlatıyor? Etek kaldıran bir rüzgar esti.
Akşam bastırdığı halde gündüzü terleten ve pelteleştiren sıcaklık, henüz geriye çe­kilmemiş, Ankara'yı terk etmemişti. Tenimde hissediyordum varlığını. Gömlekle dolaşmam gerekirken ceket vardı sırtımda: çünkü bir aylık yiyecek içeçek parasını yanımda taşımak zorundaydım, dolaba kilitleyebilirdim ama ya hırsız girerse... Mavi sayıların plakalarına, sa­rıya boyalarının gövdelerinin sağlarına sollarına üstlerine yazıldığı (teröristler, soyguncular, sık sık otomobilleri gasp edip eylem yaptıkları için polis helikopterleri tarafından rahatça iz­lenebilmeleri amacıyla böyle bir yönteme başvurulmuştu) taksi, Barınak otelinin köşesinden saptı, biz işaret vermeden yavaşladı. Bindik. "Kızılay'a, yalnız rica etsem sigaranızı sön­dürür müsünüz, benim bronşitim var da..." Sürücünün suratı asıldı, yarıya kadar içtiği si­garasını camdan fırlattı öfkeyle. "Her taraf açık." Bu bir tartışma, kavga nedeniydi ama sus­tum. Trafik yükü ağırlaşan Turgut Reis caddesine vardık ve oradaki asfalttan sesler yükseldi yukarıya doğru, beynimdeki bütün caddeleri, sokakları, alanları kapladı ve yüreğim, birbirini yadsıyan acılar üretti. Ve 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'taki Kültür Şenliklerine katılan ya­zarlar, şairler,· aydınlar, oyun ekipleri, kaldıkları Madımak otelinde şeriatçı kara yobaz çe­telerince yakılmıştı ve otuzyedi kişi yaşamını yitirmişti. Metin Altıok, yoğun bakıma kal­dırılmış ama iyileşememiş, 9 Temmuz 1993 Cuma günü ölmüştü. Asım Bezirci ile Behçet Aysan olay gecesi can vermişlerdi. Behçet Aysan ile Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği üyeleri gencecik, pırıl pırıl insanların cenazeleri Maltepe camiinden kaldırılmıştı yaslı, inançlı, cesur, öfkeli bir kalabalıkla ve bu çevreyi saatlerce attıkları sloganlarla in­letmişlerdi. Bayrağa sarılı tabutlar, tabutlardakilerin çerçeveli resimleri, ağlayanlar, sız­layanlar ileriye doğru götürülürken bağıranlar, yumruklarını sallayanlar, İçişleri Bakanını, Başbakan Yardımcısı SHP Başkan: Erdal İnönü'yü lanetliyorlardı.. Onların ihmali olmasaydı, gericilere sert davransalardı, askeri birlikleri Sivas'a yollasalardı hiçbiri ölmeyecekti ama ilgilenmemişlerdi, gericilerin onları yakmalarını istiyorlarmış gibi davranmışlardı. Sonra ben Maltepe camiine gitmiştim, Metin Altıok'un cenazesine. Mualla'yla birlikteydik. Metin bizim ahbabımızdı, arkadaşımızdı, Ankara'dan uzaklaşmacarı önce sık sık görüşürdük, ko­nuşurduk ve severdik birbirimizi. Maltepe camisinin önünden geçen cadde kapatılmış, bir takım derneklerin, kurumların flamaları, pankartları, onları taşıyanlarca işgal edilmişti. Saç­ları hızla aklaşan Doğu Perinçek, Hasan Yalçın ve tanımadığım birkaç kişi daha duvara iliş­mişlerdi. El sıkışmış, kucaklaşmıştık. Metin Altıok, son zamanlarda Aydınlık gazetesinde de­nemeler yazıyordu.


"Bize hiç rahat yok mu?" dedim.

"Devletin şeriatı beslediği yerde aydınlara rahat yoktur." dedi Doğu Perinçek.

"Canları çektiğinde öldürecekleri kurban mıyız biz yani?" dedim.

"Örgütlenmezsek, bilinçlenmezsek... " dedi Doğu Perinçek.

Dinçer Sezgin, Ankara televizyonundan İzmir televizyonuna atamasını yaptırmış, ce­naze münasebetiyle İzmir'de evlendiği yeni eşiyle gelmişti. Benden daha şişmandı ve gözleri kanlıydı. Kucaklaştık. "Başımız sağolsun!" dedim. "Başımız sağolsun abicim." dedi Dinçer Sezgin, ağladı. Karısıyla tanıştırdı. Öteki eşlerıni tanımış beğenmiştik ama bunu yadırgadık, soğuk bulduk. Metin Altıok'un ilk eşi ve kızı Zeynep'i gördüm. Kucakladım ikisini de, bağrıma bastım, "Başınız sağolsun, başımız sağolsun, nedir bu korkunç felaket böyle?" dedim. Füsun Akatlı çok zayıftı, bitkindi, yüzü sapsarıydı ve kemiren acılardan geriye, gördüğüm Füsun kalmıştı. Mualla'yla da sarıldılar, öpüştüler, ağlaştılar. Metin Altıok'un yeni eşi öğ­retmen, şair Nebahat Çetin, kupkuruydu, ötedenberi öyleydi, ordan oraya seğirtiyor, fosur fosur sigara içiyordu ve baş sağlığı dileklerini kabul ediyordu. Taa Bingöl'lerden Konya'lara, oralardan Ankara'lara kadar uzanan zorlu bir serüvende Metin Altıok'u hiç yalnız bı­rakmamış, iyi kötü günlerinde hep destek olmuştu. Remzi inanç ardaydı ve parmaklarının arasındaki sigarası tütüyor, duman pantalonundaki bir çizgiyi izliyordu, bir toplulukla bir­likteydi ve Sivas Katliamı'nı konuşuyorlardı heyecanla. Polis gericilere müdahale etmemişti, gericiler yangını söndürmeye giden itfaiyeyi engellemişlerdi, korkutmuşlardı. Ölenlerin ba­zıları kurşunla vurulmuştu, yanmayanlar da dumandan boğulmuşlardı. "Başımız sağolsun lafı da bana çok tuhaf geliyor. Ne demek bu, ben sağ olayım o nasıl olsa öldü gibi. De­ğiştirmeli bunu." dedim.

"Çok haklısın" dedi Remzi İnanç. "Füsun'u gördün mü?" "Gördüm, baş sağlığı diledim." dedim.
"Nebahat'ı?" dedi Remzi İnanç.

"Onu da... İyice zayıflamış, bir deri bir kemik." dedim. "Acılar." dedi Remzi İnanç, daldı, yeşil gözleri buğulandı.

"Evet, acılar." dedim, yutkundum. Çetin Öner'in sakalları bembeyazdı, bir dervişi an­dırıyordu, yüzü solgundu. Tanımadığım adamlar Nazi katliamını andıran bu tüyler ürpertici olayın yaratıcılarını, onları destekleyenleri, Refahlı Belediye Başkanı Temel Ka­ramollaoğlu'nu ve hükümetin tutumunu sert bir dille eleştiriyorlar, insan olmanın er­demlerinden, ilkelerinden söz ediyorlardı. Yobazlar, laikliğe, Atatürk'e, Türkiye Cum­huriyeti'ne, demokrasiye karşı olanlar, Cumhuriyeti ortadan kaldırıp hilafeti ve padişahlığı yeniden kurmayı amaçlayanlar, iyice gemi azıya almışlardı; saldırıyorlardı, vuruyorlardı, öl­dürüyorlardı ama yakalanmıyorlardı, ortalığın tepkisini yatıştırmak için yakalanan 'gös­termelikler' de, devede kulak cezalarla kurtuluyorlardı. Nezih Danyal'ı gördüm, berbattı, pe­rişandı, Metin Altıok, ikimizin de çok yakın arkadaşıydı çünkü. Kucaklaştık, ağlaştık... Şiddetli bir gribe tutulduğumdan mezarlığa gidemedik. Ama cenaze kaldırılırken söylenen marşları, atılan sloganları dinliyordum evden ve yüreğim parçalanıyordu. Metin Altıok'un sonu böyle olmamalıydı, Asım Bezirci'nin de, Behçet Aysan'ın da, hiç karşılaşmadığım, hiç ko­nuşmadığım ötekilerin de sonları böyle olmamalıydı, olmamalıydı, olmamalıydı ve adları Ali, Veli, Hasan, Hüseyin, Mustafa olan bizim insanlarımız, din kardeşlerimiz, işçimiz, köylümüz, cahil bırakılmış, beyinleri hurafelerle yıkanmış kişiler tarafından öldürülmemeliydi. Çünkü bir suç işlememişlerdi, onlara saldırmamışlardı, mallarını mülklerini ellerinden almamışlardı, ev­lerini yağmalamamışlardı, yıkmamışlardı, karılarının, kızlarının ırzlarına geçmemişlerdi ve inandıklarını, dört elle bağlı olduklarını söyledikleri yüce Tanrı adına bu bağışlanmaz ci­nayeti, bağışlanmaz günahı gerçekleştirmemeliydiler. Bundan böyle nasıl rahat edecekler, nasıl yatıp kalkacaklar, nasıl uyuyacaklardı? Akıllarına geldikçe yaptıkları, vicdanları sız­lamayacak mıydı? Kızgınlığım sonsuzdu ve günlerce yaşadım bu duyguyu.

Başkentin en önemli, en seçkin caddelerinden biri olan Tunalı Hilmi'ye girdi taksimiz başka bir ülkeye girer gibi. Besi Çiftliği'nin, Tivoli'nin, Karmen'in, McDonalds'ın ve bir sürü ünlü restoranın, hamburgercinin, pastanenin, giyim kuşam ve kundura mağazasının bu­lunduğu -yüzde doksanbeş varlıklılara hizmet veriyordu- bir alışveriş merkeziydi. Ayrıca o varlıklıların, sosyeteyi oluşturan kişilerin eğlendikleri, kendilerini birbirlerine en süslü, en renkli giysileriyle gösterdikleri bir vitrindi. Orada özgürce, uygarca, baskısız bir biçimde ya­şanıyordu. Şımarık kızlarla oğlanlar son moda taytlarla, şortlarla, bermudalarla, pijamalarla, süper mini eteklerle, kotlarla, blucinlerle Avrupa'dan getirilen deri ceket ve pantolonlarla, bluzlarla çıkıyorlardı karşınıza ve Türkçesi bozuk, Türkçeyi argoya kurban eden züttürük ko­nuşmalarla ve laubali tavırlarla kanınızı tepelerinize sıçratıyor, asabınızı bozuyorlardı. Yukardan bakıyorlardı, küçümsüyorlardı onlara benzemeyenleri, zavallıları. Babalarının haram servetlerini har vurup harman savuruyorlardı ve övünüyorlardı bu davranışlarıyla. Geçim diye bir kaygıları yoktu, sorumlulukları yoktu; günlerini gün etmek, zamanın içindeki bütün anları dolu dolu yaşamaktı erekleri. Biz de eşimle çok seyrek olarak buraya gelir, o ha­vayı bir iki saat solurduk ama alışamazdık, sevemezdik, ortamla bağdaşamazdık.

"Şurda duralım!" dedi Remzi İnanç. Sağda indik, taşıtları kollayarak Besi Çiftliği'nin göründüğü kaldırıma geçtik ve kapısı açık, pencerelerini seçemediğimiz bir yapıya girdik. Loştu, alacakaranlıktı ışıkları yanmadığından, kimbilir ne zamandan beri sahanlık ampülü değişmemişti, Remzi İnanç çakmağını yaktı, onun ışığına sığınarak merdivene yöneldik ayakkabılarımızı zemine sürterek, böylece engeller varsa saptamaya çalışarak. "Dos­toyevski'nin romanlarındaki harap, döküntü evlere benziyor." dedim, "Ömer Can da nerden bulur böyle antika yerleri?"

"O bulur." dedi Remzi İnanç. "Şuraya bir mum dikselerdi."

"İyi olurdu." dedi Mualla, "Allah muhafaza, düşer de bir yerini kırar insan."

"Kırmadığı ne malüm?" dedim, "Kafayı bulan teker meker yuvarlanır."

"Tehlikeli." dedi Remzi İnanç.

"Bu semtte böyle bir apartman, hayret!" dedim.

"Muzo dikkat!" dedi Mualla.

"Benim gözlerim alıştı, asıl sen dikkat et, tut elimi!" dedim.

Güç-bela ikinci kata çıktık ve karanlığın gizlerle örülü işkencesinden kurtulduk. Bu­rası ailelerin oturması için düzenlenmiş salonlu, birkaç odalı, mutfaklı, banyolu, tuvaletli nor­mal bir daireydi. Yalnız salonla bir oda birleştirilmiş, uzatılmıştı. Büfe, tezgah, bar, vitrin, buz­dolabı, çeşitli içkilerin sıralandığı raflar, girince soldaydı. Yenilendiği belliydi. İlerledik bakışlarımızla tanıdık birilerini arayarak; çokları, ilk kez gördüğümüz kişilerdi, kadın erkek ti­yatroculardı. Bizden önce gelenler, beğendikleri masalara yerleşmişler, içkilerini yu­dumluyorlardı. Burnuma, kokusuyla birlikte yapışan sigara dumanı, bir beliriyor, bir yitiyordu, tedirgin edici boyutlara ulaşmamıştı henüz. Ömer Can kısa boyluydu ve askerden yeni dönen bir erin saçları gibiydi saçları, bıyıkları kumral ve Bektaşivariydi. Güleç yüzü yor­gunluktan, oraya buraya koşuşturmaktan, yüz kişiye laf anlatmaktan ötürü kızarmıştı. Ya­nındaki uzun saçlı, gözlüklü bayanla ortalıkta dolaşıyor, çağrılılarla onları kucaklayarak, ya­naklarından öperek, ellerini sıkarak yakından ilgileniyordu. Bizlerin ayakta dikildiğimizi, kendisini süzdüğümüzü bilmiyordu. "Yeter oğlum! Bizim de canımız var, biz de insanız!" dedim. Sesimin yüksek tonu, öteki sesleri bastırması başını çevirtti Ömer'e ve gördü; yü­zündeki anlatım, sıcaklık, gülümseme çoğaldı, gözlerini üzerimizde gezdirdi ve herşeyi bir yana bırakmaya karar verdiğini anlatan bir tavırla yaklaştı, "Vay, Buyrukçu abim gelmiş, şu işe bak!" dedi, yanlara açtığı kollarıyla sardı beni, "Hoş geldin, nerelerdesin, çok özledim!"

"Ben de." dedim.

"Kaybettik birbirimizi, görüşemiyoruz." dedi Ömer Can. Gözleri fıldır fıldırdı, yu­valarında dünyayı taklit edercesine dönüyordu. Bu gecenin belleklerde kalması, unu­tulmazlık kazanması, bazı ehli keyflerin ayaklarının alışması, tekrar tekrar gelmesi için çok güzel olması gerekiyordu. O nedenle her kıpırtıya kulak kabartıyor, her işareti, her isteği ba­kışlarıyla, mimikleriyle değerlendiriyor, benimle söyleşirken ona buna selam veriyor, kırk tezgahı birden çalıştırıyordu.

"Görüşürüz bundan sonra. Nasıl olsa dargın değiliz." dedim. "Hayırlı olsun! Ya­yıncılığı bıraktın mı artık?"

"Bırakmadım, onu da yürüteceğiz bir yandan. Becerebilirsem bu işte iyi para var."dedi Ömer Can.

"Becerirsin, açıkgözsün sen." dedim. "Karın nerede?"

"İlerde... Havva, bak!" dedi Ömer Can.

Sokuldu Havva sakin adımlarla ve demin gördüğüm zayıf, gözlüklü bayandı. Şa­şırdım! Nasıl şaşırmayım, yıllar önce Ömer Can'la evlendiklerinde dünya güzeli bir kızdı.

Çocuklar, yaşamın getirdiği sıkıntılar mı yaratmıştı bu müthiş değişimi? ·

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk." dedim, "Birden tanıyamadım."

"Çok mu çirkinleşmişim?" dedi Havva Can gülerek.

"Hayır, hayır, gözlük takmışsın, saçlarını uzatmışsın da... " dedim.

"Hayat işte." dedi Havva Can.

Toparlandım. "Eşim Mualla."

"Nasılsınız?"

"Teşekkür ederim." dedi Mualla. "Siz nasılsınız?"

"İyiyim, burasını yola koymak için uğraştık günlerce." dedi Havva Can.

"Hayırlı olsun." dedi Mualla.

"Teşekkür ederim. Sen nasılsın Remzi abi?" dedi Havva.

"Şimdiye kadar iyiydim." dedi Remzi İnanç.

Ömer Can,Remzi İnanç'ın koluna girdi. "Sen her zaman iyisin."

"Her zaman iyi mi? Bir olabilsem .. " dedi Remzi İnanç.

Yürüdük.

"Canınız neresini isterse oraya oturun!" dedi Ömer Can.

"Otururuz da sen mi restore ettin burasını?" dedim.

"Evet, uygun değildi, çalıştık çabaladık." dedi Ömer Can, yakamdaki bir ipliği yere attı.

"Ne bedel ödedin?" dedim.

"Yüz otuz milyonu aştı." dedi Ömer Can.

"Çok" dedim, "Üç odalı bir gecekondu alınır o parayla."

"Alınır da herşey ateş pahası.." dedi Ömer Can.

"Müşterisi varsa sorun yok ama... Kim buraya gelip giden?" dedim, "Bu civarda otur­maları gerekir."

"Bu civarda, tiyatrocular, televizyoncular .. " dedi Ömer Can. "Yazarları, bazı par­lamenterleri getirebilirsek, Meclis yakın buraya."

"Keşke gelebilseler, onlar geldiler mi onları sevenler de, seçmenleri de, dostları da gelir. Açılışa çağırdın mı?" dedim.

"Çağırdım. İçerideki bir masada oturuyor beş altı kişi." dedi Ömer Can, kapısı açık bir odayı gösterdi.

"Servis, yiyecek, içecek kaliteli olursa kazanırsın." dedim.

"Ömer Can, bir dakka .. " diye seslendi biri.

"Siz oturun abi, ben tekrar gelirim." dedi Ömer Can, seslenene yöneldi Havva Can'la. Remzi İnanç, Mualla, ben uygun bir masa ararken adımın ünlendiğini işittim ve sesinden anladım Mustafa Şerif Onaran olduğunu. Balkon penceresinin önündeki bir is­kemledeydi, bir eliyle bastonuna dayanmıştı, fıstık yiyordu. El sıkıştık, kucaklaştık. "Sen bilir miydin buraları?"

"Remzi getirdi." dedim.

"İyi yapmış." dedi Mustafa Şerif Onaran.

"Sağol, mareşalı yaşatmalıyız." dedi Remzi İnanç.

"Öyle." dedi Mustafa Şerif Onaran, yüzüme baktı. "Sen nasılsın Mualla?"

"Teşekkür ederim doktor bey." dedi Mualla; Leziz Hanım nasıl?"


"İyidir." dedi Mustafa Şerif Onaran, fıstığı çiğnemeyi bitirmeden iki fıstık daha attı ağzına.

"Çekin birer sandalye şuraya." dedi Mustafa Şerif Onaran, "Meze de var, içki de var."

Dışardaki aydınlığın güzelliği çekiyordu beni, havanın berraklığı, açıklık, genişlik, dalları eğip bükerek varolduğunu hissettiren rüzgar. Sağdaki bahçenin armut ağaçları, yem­yeşil, taş gibi yemişleri çiçekler. 

"Ne diyorum biliyor musun abi, günlerimiz hep kapalı mekanlarda ölüyor, böyle bir fırsat varken niye değerlendirmeyelim. Ha, ne dersin?"

"Olabilir." dedi. Mustafa Şerif Onaran.

"Ciğerlerimiz oksijenle dolar." dedim.

"Seni anlıyorum." dedi Remzi İnanç.

Balkon kapısını açtık, beyaz bir masanın çevresinde halkalandık, içkilerimizi, fındık,fıstık, cips, köfte tabaklarını taşıdık.

"Biraz serin ama temiz." dedi Mustafa Şerif Onaran.

"Ayılana gazoz, bayılana limon, üşüyene ceket.” dedim. Güldüler.

Derin soluklar aldım gözlerimi yumarak ve havanın ciğerlerime aktığını, en ücra köşelerine sindiğini ve içimi ferahlattığını hissettim. Burada saatlerce kalabilirdim. Bu istek doğar doğmaz ruhumda denizi taklit eden bir çalkalanma, bir dalgalanma başladı. Daha önce varlığıma yerleşen, kök salan herşey, yani aykırılıklar, yani yıkıntılar, yani ze­hirlenmeler, yani yumuşaklıklar; yalnız ıslaklıklar, hastalıklı hüzünler üreten ögeler birden başkaldırdılar, birbirine karıştılar, bambaşka bir nesneye dönüşerek ayrı ayrı bölgelere sü­rüklendiler, benliğimin kuyularına döküldüler.

Apartmandaki bir radyodan ya da bir müzikse­tinden şarkılar geliyordu. İlkin çilli suratlı Emel'in Faka Bastın'ı yüklendi kulaklarımıza; bu parçayla ünlenmişti Emel. Sık sık tekrarlanan bu şarkı, sevgilisine tuzak kurmayı ta­sarlarken tuzağa düşen birisinin durumunu yansıtıyordu. Arkasından Yonca Evcimik'in Ken­dine gel, haddini bil'i çıktı ortaya; bu uyarılarla dolu şarkıyı güzel söylüyordu Yoncimik, in­sanı yerinde durdurmayan, devindiren kıpır kıpır bir şarkıydı ve Madonna'ya özenen Yonca'nın sevimli yüzü, iri gözleri, küçük gövdesi, takıları gözlerimin önündeydi. Seyyal Taner, Alladı pulladı'yla dünyayı ayağa kaldırdı o hiç kısılmayan sesiyle ve çekirge sıç­rayışlarıyla. Armutlar yeşil mumdan yapılmış gibiydiler. Begül'de Metin Altıok'la otur­duğumuz masaya sarkmıştı armutlarının ağırlığına dayanamayan bir dal.

Doğanın o harika yapıtını övdükten sonra "Ölüm iğrenç bir şey, bütün bir ömür beynimizde, aklımızda, bir sa­niye rahat ettirmiyor." dedim.

"Öfke ölümü yok etmiyor, öfke ölümü yaklaştırıyor Buyrukçu, bu kaçınılmaz bir şey ama ölme biçimi çok önemli bence." dedi Metin Altıok, yaprağı okşadı.

"Öldükten Sonra ha öyle ölmüşsün ha böyle, ne fark eder." dedim.

Yaprağın üstündeki tozu üfledi Metin Altıok. "Fark eder, biçim içerik sorunu bu ko­nuda da geçerli. Geçenlerde ortalığı ayağa kaldıran otobüs kazasını hatırlasana... Otuzbeş kişi yanarak can verdi, korkunç bir şey! Ölümün·dışında ayrı bir cezalandırma bu."

"Sen durumu acı çekme açısından ele alıyorsun." dedim.

"Evet." dedi Metin Altıok, sigarasının dumanını kolundaki kılların arasında üfledi. "Bir uçak kazasını düşün. Düşüyorsun, parçalanıyorsun ve doğduğun günden beri koruduğun gövden dağılıyor, başka gövdelere karışıyor, senin olmaktan çıkıyor."

"Haklısın." dedim. "Uçuruma yuvarlanmak, kurşuna dizilmek, asılmak, tecavüz edi­lerek öldürülmek .. insanlığı utandırması gerekirken her gün yürürlüğe konuyor."

"İşkenceler, boğulmalar, boğarak, döverek, bıçaklayarak öldürmeler... Ama bunların en rezili linç edilerek öldürülmek." dedi Metin Altıok, sigarasının külünü pantolonunun dizine düşüren rüzgara gülümsedi, azarlarcasına başını salladı. ·

"Bir de elektrik cereyanına kapılarak ölenler var." dedim.

"Ya bağırta bağırta kıvrandıra kıvrandıra öldüren kanser?" dedi Metin Altıok, sigarayı tablaya basıp söndürdü, bıyıklarını sıvazladı. 
·
"En iyisi uyuyup uyanmamak, uykuda ölmek." dedim.

"Beni ürküten ölümlerin başında yakılarak öldürülmek gelir." dedi Metin Altıok. "Alevlerin  her yanını sardığını ve etini yakıp kavurduğunu duyuyorsun her an, hem de çok yoğun olarak duyuyorsun, eriyorsun, tükeniyorsun, iğrenç kokular salıyorsun lier yana ve hiç işitilmemiş çığ­lıklar atıyorsun. Yok oluşunun son tepkisi. (Bir sigara yaktı.gene) Bruno'yu da öyle öldürdüler."

"Nesimi'nin derisini yüzdüler." dedim, "öldürüldükten sonra bir hafta halka gösterildi derisi yüzülmüş kanlı bedeni, arkadan da organlarını parçaladılar, düşüncelerini benimseyen dostlarına yolladılar."

"Vahşet!" dedi Metin Altıok, alnı kırıştı, güzel yüzünü elle tutulan bir nefret kapladı.

"Kazıklı Voyvoda'nın cinayetleri de ayrı bir acımasızlık olgusu. Adamı kıçından kazığa otur­tuyorlar."

"Macarlar, mahkümlaın tabanlarının derisini yüzerler, yüzdükleri yerlere tuz bas­tırırlarmış, derken o tuzları da aç keçilere yalatırlarmış."

"İlk kez duyuyorum." dedi Metin Altıok, "Mide bulandıncı bir şey!"

"Çarmıha gerilmek de kötü." dedim. "Spartaküs'le adamlarını çarmıhlara germişlerdi yol boyunca .. inlemeler, sızlamalar. Çok etkilenmiştim."

"Roma'nın adaleti. İsa'yı da çarmıha germediler mi? Alnına dikenli tellerden bir taç takmadılar mı? Göğsünü, karnını, ayak bileklerini tahtaya çivilemediler mi?" dedi Metin Al­tıok, sağ eliyle sözlerini eyleme dönüştürdü ve çarmıha gerilen İsa'nın resmini çizdi.

"Evet." dedim. "Ama asıl yüz kızartıcı nedir o olayda bana göre biliyor musun Metin?

Haçı İsa'ya yaptırmaları, sırtına yükleyerek Golgotha tepesine taşıtmaları..."

Yaprağın ucundan kopardı Metin Altıok. "Bu ölüm biçimlerinden birisi bizimdir."

"Belki de değildir." dedim. "Bakarsın hiç denenmemiş bir ölümle ölürüz. Neyse ka­patalım bu kara konuyu da bu güzel saatlerden yararlanalım."

Metin Altıok gökyüzüne baktı, beyaz bulutları ve maviyi gördü, heyecanla, "Hava mis gibi." dedi.

"Ama biz mis gibi havayı yadsıyan ölümden söz ediyoruz söyleyecek sözümüz kal­mamış gibi." dedim.
·
"Edeceğiz. Zorunluyuz... Çünkü ölüm hep gündemde." dedi Metin Altıok.

Gündemdeydi, gündemde kalacaktı insan ve doğa tükenene kadar. Altıok'un binlerce sözcüğü gezindi belleğimde, uçuştu, ardan oraya seğirtti, bitkilerin, ağaçların çiçeklerine, meyvelerine kondu ve kondukları noktaları zenginleştirdi. Bardağımı kaldırdım. "Metin Altıok için!"

"Metin için!"

İçtik.

"Metin Altıok bir gün bana, 'alkolik olduğu için emekliye sevk edilen tek memur benim yeryüzünde' demişti ve yarattığı bu durumdaki komikliğe gülmüştü." dedim. "Son aylarda çok zayıftı, bir deri bir kemikti."

"Sadece içki içiyor, bir şey yemiyordu." dedi Mustafa Şerif Onaran, "Alkoliklerin belirgin bir özelliğidir bu Buyrukçu." ·

Kardeşim Yılmaz'ı anımsadım. O da öyleydi.

"Elleri titriyordu." dedi Remzi İnanç.

"İyi insandı, yazık oldu" dedi Mualla, "Sivas'a da gitmeseydi..."

"Alınyazısı..." dedim. Metin Altıok'la geçirdiğim bazı günlerin içine daldım. Kızılay'ın geniş yaya kaldırımındaki yeni çiçek açmış at kestanelerinin altında geziniyorduk coşkuyla. Cüce çamlara benzeyen çiçeklerine hayranlıkla bakıyor, dallara üşüşen sığırcıkların kavgalı, öfkeli, şirret çığlıklarını dinliyor, birşeyler söylüyorduk. Mahalle karılarının dalaşmalarını anımsıyorduk ve gülüyorduk. Bahçeli Begül'deydik Füsun Altıok, Zeynep Altıok'la. Edip Cansever'den Cemal Süreya'dan Turgut Uyar'dan söz ediyorduk. Füsun Altıok, Edip'ten şi­irler okuyordu votkasını yudumlarken. Metin Altıok, konyak içiyordu. Tavukçu'daydık. Cemal Süreya oradaydı, Veysel Öngören oradaydı, Metin Altıok oradaydı, Ahmet Say 
oradaydı, Haluk Tuncalı oradaydı. Metin Altıok'la Ahmet Say'ın kahkahaları, değişik bir konuşma, değişik bir dışavurmaydı duyguları ve hepimizin yüzü gülüyordu. Aşk öyküleri, sarhoşluk öyküleri, yan­lışlıklar, özünde sekiz on romanı barındıran serüvenler anlatılıyor, masamızda bu­lunmayanların kimilerini saygıyla, özlemle anıyor, klmilerini eleştiriyor, yerin dibine ba­tırıyorduk. Sokaklarda, caddelerde, alanlarda yürüyorduk konuşarak ve birileriyle karşılaşarak, selam verenlere selam vererek, tasarılarımızı sergileyerek. Bizde toplanırdık, Metin Altıok'larda toplanırdık ve gecenin karasını altın ışıltılı şarkılarla örterdik. Metin Altıok, iyi bir alaturkacıydı ve sesi de çok dokunaklıydı. Saçlarını hep arkaya tarardı, simsiyah ve sıktı. Neşeliydi, ayrıca cin gibi zekiydi. Sapına kadar erkekti, dost canlısıydı. Onun Vey­sel Öngören'le Dil Tarih'te yarattıkları olaylar çok ilginçti. Saptamaları, gözlemleri, ben­zetmeleri güçlüydü. Duyguların karnından doğmuş bir şairdi. Şimdi burda olsaydı. Ah Metin ah, hem seni yaktılar hem bizi. Metin'in ölümsüzlüğüne. Ölümsüzlüğüne!.."

Saçlarıyla, yüzüyle, içtenlikli bakışlarıyla, davranışlarıyla ve üstün nitelikli, etkileyici, kavrayıcı sesiyle, (bana göre yaşamdaki en canlı kaynakları kışkırtan, anlamları ve sevgiyi delirten bir sesti) beni hem zaman ve hem de varlığımın alanlarında tutan, oralarda devindiren ünlü tiyatro sanatçısı Tomris Çetinel geldi masamıza, ama oturmadı, ayakta durdu.

"Sizin hayranlarınızdanım Tomris Hanım." dedim, "Adım Muzaffer Buyrukçu."

"Teşekkür ederim." dedi Tomris Çetinel o anda yeniden varolan ve beni tepeden tır­nağa sarsan sesiyle.

"Sizin sesinizde, gizlenen ama bu haliyle kahkahalarınızı çekici kılan bir hüzün var." dedim.

"Bu, bu müthiş bir şey!" dedi Tomris Çetinel şaşıranlar gibi ve hem şaşıran hem de sevinen bir insanın görüntülerini yarattı. ·

"Bir de kendini sürekli duyuran ince bir müzik var, ayrıca o müzik her an sesinizin kıl­cal damarlarında dolaşıyor." dedim.

"Siz beni çok beğeniyorsunuz... Bilmem ki bu güzel sözlerin karşılığını nasıl vereyim?" dedi Tomris Çetinel.

"Buyrukçu bu seninki iltifatı aşan birşey." dedi Mustafa Şerif Onaran, "Karının yanında resmen ilanı aşk ediyorsun."

"Edebilir, kızmam ben." dedi Mualla.

"Yat kalk sen bu melek gibi kadına dua et!" dedi Mustafa Şerif Onaran, "Onun gibisi"

"İyi ama biz Tomris hanımla konuşuyorduk." dedim, "karşılığını nasıl vereyim' demiştiniz. Birşeyler söyleyin, ne söylerseniz söyleyin ve sesinizi armağan edin şu anlarıma."

"Bu çok büyük bir övgü, teşekkür ederim, teşekkür ederim, hiç unutmayacağım bu günü." dedi Tomris Çetinel.

"Mualla bacı ne oluyor burda?" dedi Remzi inanç.

"Temiz hava neşelendirdi." dedi Mualla.

Mustafa Şerif Onaran araya girdi. "Ahmet Say'la neden tartıştınız?"

"Benim şiir okumamı beğenmemiş. Çok sıradan, önemsiz bir okumaymış..." dedi Tom­ris Çetinel, yakınırken üzüldüğünü belirtiyordu ses tonu.

"Vurgulara mı takılmış Say?" dedi Onaran.

"Çok teatralmış, şiirden uzaklaşmışım, oysa kendimi vererek okumuştum." dedi Tom­ris Çetinel
.
"Bazı şiirler zor okunur." dedim, "Şiirin yapısındaki özgün ses başka sesleri, yani insan seslerini istemez."

"Çok kırıldım ama..." dedi Tomris Çetinel. "Belki gününde değildin." dedi Onaran.

"Olabilir ama hiçbir kastım yoktu." dedi Tomris Çetinel, "Ama Ahmet Say, 'şiirleri katletti' demiş."

"Neyse, üzülme." dedi Onaran.

"Ben yüreğimi ortaya koyarak okuyorum, o ise... " dedi Tomris Çetinel.

"Otursaydınız biraz." dedim.

"Teşekkür ederim, içeriye gireceğim, arkadaşlar var, görüşürüz, size iyi içkiler!" dedi Tomris Çetinel.
"Size de..." dedim.

"Oğlum Buyruk, bu işler göz göre göre olmaz." dedi Onaran.

"Sizin kalbiniz çürük." dedim.

"Ama resmen..." dedi Onaran, güldü, "Öyle değil mi Mualla?"

"Hayranlığımı bildirmek suç mudur?" dedim.

Remzi İnanç gülerek başını salladı. "Hayır, valla değildir."

Hüseyin Alabaş, gözlüklü. saçlarını çok kısa kestirmiş, bıyıklı, esmerce, memur yüzlü, kırk yaşlarında, gözümün bir yerden ısırdığı ama bir türlü o yeri anımsayamadığım bir arkadaşla geldi, "Oturuyorsunuz?" dedi.

"Oturuyoruz ama ayaktakilerden, yürüyenlerden söz ediyoruz, boşluğa ağaçlara ba­kıyoruz, birbirimize bakıyoruz, tablodaki eksiklikleri tamamlamaya çalışıyoruz." dedim.

"Ressama yardım ediyorsunuz demek?" dedi Hüseyin Alabaş; Karadenizli yüzünden ince bir gülme yeli geçti.

"Evet, bu bir sanatçı dayanışmasıdır." dedim.

Bu sözler, Mustafa Şerif Onaran'ın hoşuna gitti. "Senin burda kalman gerekiyor, İstanbul'a uğrama!"

"Yayınevleri falan..." dedim.

"Ankara'da yayınevi yok mu? Neyse, konuşuruz. Hüseyin nasılsın?"

"Daha iyiyim, o sıkıntılı dönemi atlattım." dedi Hüseyin Alabaş dalgalarla boğuşan ve denizi yenen bir Laz sesiyle. Yeşil gözleri koyulaştı, bıyıklarının kırmızılığı arttı. Bana dikti gözlerini. "Tanışıyor musunuz? Şükrü Erbaş, Mustafa Şerif Onaran abimiz, Buyrukçu, eşi Mualla hanım, Remzi İnanç abimizi biliyorsun."

"Sevindim." dedi Şükrü Erbaş masaya doğru eğilip kolunu uzattı bize ve ellerimizi sıktı. Temiz giyimliydi, içedönük bir hali vardı, sanki utandıran birşeyler yapmış gibi te­dirgindi.

"Biz sizinle Vecihi Timuroğlu'nun evinde tanışmıştık. Masada içki içiyorduk... Siz bir konuda soru sormak için gelmiştiniz, bize katılmanızı istedik ama katılmadınız, gideceğinizi söylediniz. O günden beri sessiz, saygılı bir resim olarak duruyorsunuz belleğimde." dedim.

Şükrü Erbaş, herhalde düşündüklerini aynen söyleyen birisiyle karşılaşınca bir tuhaf olan, şaşıranlar gibi tuhaf oldu, şaşırdı ve belki de 'Bir patavatsızla karşıkarşıyayım' dedi içinden. "Ben sizi tanıyorum ama o günü anımsayamadım."

"Beni önemsememişsiniz demek ki..." dedim, "Önemseseydiniz, hatırlardınız."

"Nasıl önemsemem .. " dedi Şükrü Erbaş kırılmış gibi.

"Bu normaldir. Ben de kimi vakit önemsemediğim kişileri ya da bazı anlarda ilgi ala­nımın dışında tuttuğum vatandaşları anımsamam. Beni anımsamadığınız için suçlu de­ğilsiniz." dedim. "Şiirlerinizi beğeniyorum. Bir düzeyleri var, sizin de bir beğeniniz var."

"Teşekkür ederim .. " dedi Şükrü Erbaş.·

"Gerçek kitlesinin içinde arıyorsunuz şiiri... Orda da bol bol vardır zaten, duyguları ve imgeleri çok iyi değerlendiriyorsunuz.''

Söylediklerim Şükrü Erbaş'ın utancını ve sıkıntısını dağıttı. "Saptamalarınız ilginç, sağolun!"

"Hepimiz sağolalım!" dedim, bardağımı kaldırdım. İçtik.

"Otursanıza, niye ayakta dikiliyorsunuz?" dedi Onaran.

"Ömer Can'la konuşacağız, geliriz." dedi Hüseyin Alabaş.

"Bir şey daha... Şiirlerinizde boyuna sular akar ama şiirleriniz ıslak değil. Ayrıca eski resimlerin yanına yeni ve parlak ve çağcıl resimler koyuyorsunuz, bakılacak, görülecek nes­neleri çoğaltıyorsunuz." dedim.

Bir mutluluk gülümsemesi çimlendi Şükrü Erbaş'ın esmer yüzünde (Biraz Dışişleri Ba­kanı Hikmet Çetin'i mi andırıyor ne?) ve bakışlarından sıcaklıklar damladı. "Görüşelim, çok teşekkür ederim."

"Hadi şimdilik hoşçakalın!" dedi Hüseyin Alabaş. "Şükrü Erbaş'ı izliyor musun abi? İş var onda." dedim. 

"İzliyorum, iyi şiirler yazıyor." dedi Onaran.

"Remzi abi sesin çıkmıyor." dedim.

"Bizim sesimiz halkımızın sesi gibidir, her zaman çıkmaz." dedi Remzi İnanç.

"Bu harika!" dedim.

"Çok güzel!" dedi Mualla, "Remzi beyi konuşturmuyorsun ki."

"Önce mareşaller sonra askerler" dedi Remzi İnanç.

"Hava soğudu." dedi Onaran, salona baktı.

"Üşüyorsan ceketimi vereyim." dedim.

"Ben üşümedim" dedi Onaran.

"O zaman Mualla üşüdü, veriyorum." dedim, uzattım hemen. "Sen ne yapacaksın? Hastalanırsın sonra." dedi Mualla.

"Hastalanırsam bakarsın." dedim.

Güldü Mualla.

Sakallı bir genç geldi yanımıza. "Nasılsın Tolga?" dedi Onaran.

"Herkes gibi kırgın, öfkeli." dedi Tolga.

"Siz tanışıyor musunuz?" dedi Onaran, "Muzaffer Buyrukçu, eşi Mualla Buyrukçu, Remzi İnanç, Tolga Çandar."

"Memnun oldum." "Ben de." "Sevindim."

İlk kez görüyordum. Kimdi? Ne iş yapıyordu? Ama burada olduğuna göre tiyatrocuydu herhalde.

"Otursana!" dedi Onaran.

"Rakımı alayım da geleyim." dedi Tolga Çandar.

"Sesi çok güzeldir, gürdür, Ege yöresinin türkülerini ustalıkla söyler." dedi Onaran. "Şarkıcı yani?" dedim.

"Evet. Ünlüdür. Hiç dinlemedin mi?" dedi Onaran. "Dinlemedim." dedim.

"Belki bu gece söyler." dedi Onaran.

Tolga Çandar, bardaktaki rakıyı çalkalamadan getirdi, çektiği bir iskemleye ilişti. Mus­tafa Şerif Onaran'la ahbaptılar ve geçmişlerine kök salan, ilişkilerini birbirlerine bağlayan so­runları vardı. Konuşmaya başladılar. Rahattı Tolga Çandar, lafını esirgemiyordu. Sesi genç ve coşkulu, bakışları genç ve coşkulu, davranışları genç ve coşkulu, dili genç ve coşkulu, renkli, yaşam doluydu. Ona bakarken şair ve büyük bir şarkıcı kumaşı taşıyan Azer Yaran'ı anımsadım. O da benliğinden fışkıran aşırı gücü zaptu rapt altına almakta ve yön­lendirmekte güçlük çekiyor, sürekli olarak bendinin duvarlarını yıkıyor, içinde biriktirdiği her­şeyi, mucizeleri ve masalları, öyküleri ve romanları, bir ucu geçmiş çağlara uzanan olguları, şarkılarının kanallarına akıtarak boşaltıyordu dışarıya. Kulaklara, yüreklere, beyinlere bo­yuna birşeyler anlatıyordu. Yıllardır görmüyordum. Şarkı söylüyor muydu gene? Şiir yazıyor muydu gene? 

Nerelerdeydi?

Tolga Çandar, Ege şivesiyle fıkralar anlatırken ben Hale Gür ile Özay Gönlüm'ün tür­külerini düşünüyordum. Kendisi de Egeli olan Mustafa Şerif Onaran karşılık veriyor, biz din­leyenleri katıla katıla güldürüyorlardı. "Harika, harika müthiş bir şey!" diyordum ve ikisini de övüyordum. Alkışlıyordum. Remzi İnanç da alkışlıyordu ve gözlerini Tolga Çandar'ın ağ­zından ayırmıyordu. Serinlik ve fıkradaki cinselliğin dozu artınca Mualla "Ben salona ge­çiyorum, giy ceketini." dedi.

"Ben de geleyim mi?" dedim.

"Hayır, sen eğlenmene bak. Ben Dinçer Sezgin'in eski hanımı Nesrin'i gördüm, onun yanına gidiyorum." 
dedi Mualla. ·

"Peki." dedim.

"Nereye Mualla?" dedi Onaran.

"Üşüdüm Mustafa Bey, salon sıcaktır." dedi Mualla. "İyi, git bakalım." dedi Onaran.

Mualla, kapıyı açıp kapayınca ve salondaki ışıkların sarımsı parlaklığı altında saç­ları parlayınca 'müstehcen' sözleri işitmesinden ve dinlemek zorunda kalmasından doğan sı­kıntım dağıldı, "Oh be!" dedim içimden. Yudumladığım içkime sarı üç leblebiyi meze yap­tım. Çok seyrek karşılaştığımız -birbirimizi aramıyorduk, gereksinim duymuyorduk, işimiz düşmüyordu, başka çevrelerdeydik, görüşmeyi rastlantılara bırakmıştık, oysa aramızda bir kırqmlık, küskünlük yoktu, içtenlikliydik, arkadaştık. 

Abdullah Nefes açtı kapıyı, geldi. Uzun süre şiir yazmıştı, sonra öyküler, öykülerin bir bölüğünü Sürgün adı altında toplamıştı 1979 yılında, ama o dönemin kargaşasında, toz dumanında, herkesin can derdine düştüğü or­tamda yankı uyandırmamıştı, unutulup gitmişti, oysa içerikleri sağlam öykülerdi. Abdullah Nefes, dört beş yıl hapis yatmıştı Adana'da, Can Yücel'in içeriye sokulan yaş üzümlerden şarap yaptığı cezaevinde. Çeşitli işlere sıvanmıştı, kazanmıştı, yitirmişti, işsiz kalmıştı ama yılmamıştı, savaşmıştı, belini doğrultmuştu. Bir de 'meyhanecilik' serüveni vardı ama ona en çok yakışan çiçekçilikti. Abdullah Nefes, kalın çerçeveli gözlüklerinin .arkasındaki gözlerinden -kimbilir neler görmüştü- muzip, alaycı, kimi içsel patlamalarını gizleyen bakışlar fır­latıyordu kişilere ve renksiz yüzüne yapıştırılmış gibi duran gülümseyişi, o gülümseyişe bağlı anlamlar, o bakışların hızla üretilmesini sağlıyor gibiydi.

Yaklaştı masaya. "Balkon safası nasıl gidiyor?"

"İyi gidiyor."dedim, "O salanın yönlendirmesiyle dünyanın bütün limanlarına sefer yapıyoruz."

"Benim kaptanı olduğum gemilerle mi?" dedi Abdullah Nefes, güldü. "Doktorun, Tolga'nın fıkraları, şarkılarıyla." dedim.

"Remzi İnanç uçakla mı sürdürüyor yolculuğu?" dedi Abdullah Nefes, sigarasının kü­lünü silkti.

"Hayır, onun trenleri var." dedim.

"Mareşal söylediyse doğrudur." dedi Remzi İnanç, "Trenler otomobiller, sigaralar, Ali Yüce, Vecihi Timuroğlu." 

Rakısını yudumladı.

"Ben de katılabilir miyim safanıza?" dedi Abdullah Nefes, bir adım attı.

"Katılabilirsin elbet." dedim. "Önce burada birkaç oyun sahneye koyalım, sonra da 'Karagöz'ün Yalova Safası'nı izlemeye gideriz."

"Şimdiki oyunumuzdan memnurum." dedi Onaran.

"Güzel!"

"Biz güzeliz de ondan." dedi Tolga Çandar.

"Yaşayasın sen!" dedim coşkuyla.

Ömer Can ilgilendi. "Keyifler nasıl?"

"Fena değil ama rakımız, mezemiz az... Sigara böreği, kuru köfte, patates kızartması gibi şevler var mı?" dedim.

"Bakayım." dedi Ömer Can.

"Yeşillik, marul, hıyar yollarsan seviniriz." dedi Remzi İnanç, sigarasının dumanını rüzgara üfledi götürsün, uzaklaştırsın diye.

"Ben onları hemen yollarım, çünkü çok var onlardan." dedi Ömer Can. Güldük.

"Ben içki istemiyorum, burdan çıkınca yemeğe gidecem. Hanımla buluşacağız." dedi Onaran.

"Bu cicili bicili eğlence hiç bırakılır mı abi?" dedim.

"Öyle ama, bir hafta önce çağrılmıştık." dedi Onaran.
 
Rakıya buz koymaya gerek yoktu, serin hava beş dakikada soğutuyordu. Peynir, börek, salatalık, domates, açılan iştahımızı karşılamıyordu ama içkinin acılığını kesiyordu. Bardakları kaldırdık, tokuşturduk. Masanın egerrıenliği Mustafa Şerif Onaran ile Tolga Çan­dar'a geçmişti. ,Remzi İnanç, Abdullah Nefes, ben arada sırada boy gösteriyor, 'as solist'lere yardım ediyorduk. Onaran’ın ve Çandar'ın fıkraları öyle şenlendirdi ki söyleşimizi, mut­luluğun bambaşka bir boyutundaki tadlara uzandık, zenginleştiğimizi anladık, duy­gularımızın kabarmasıyla sevinçlerimizi, seslerimizi, davranışlarımızı, görüntülerimizi birleştirdik, dostluklarımızı pekiştirdik.
 
"Vakit geldi, hadi ben gidiyorum." dedi Onaran, bastonuna dayana dayana yürüdü ka­pıya doğru.
Biz biraz daha oturduk, sonra içeriye girdik. Kirli, kokulu bir sıcaklık yaladı yüz­lerimizi. Büfenin önündeki uzun masanın başı kalabalıktı. Tomris Çetinel tiyatrocu ar­kadaşlarıyla ordaydı, konuşuyor, kahkahayla gülüyorlardı. Selamlaştık. Mualla'yla Nesrin'in bulunduğu bölüme yöneldik. Nesrin boynuma sarıldı, "Nasılsın abicim?" dedi heyecanla.

"Teşekkür ederim, sen nasılsın?" dedim.

"Sağlığım iyi, yaşıyorum işte... yalnızım."

Bu söz­ler etkiledi beni. Dinçer Sezgin bırakmayacaktı bu iyi insanı. 'Serseri!' Prof. Dr. Cevat Geray'ı gördüm, eşiyle birlikteydi. Kucaklaştık. Neşeli görünmeye çalışıyordu ama yüzündeki ay­dınlığı zaman zaman karartan bir acının tutsağıydı.

"Nasılsın hoca?"

Başını salladı. "Bu ko­şullarda nasıl olabilirim ki?"

Sivas katliamından şans eseri kurtulanlardandı. Nicedir ayak­larından hasta olan ve topuklarında diken bulunan Ali Yüce'nin o haliyle pencereden aşağıya atlamasını anlatıyordu. "Canı kaybetme kaygısı insanı değişik bir kimliğe sokuyor." dedi Prof. Dr. Cevat Geray. Ölüm kalım anlarıydı o anlar. Büyük Birlik Partisi'nin binasına sığınmak istemişlerdi, ilkin almamışlardı ama orta yaşlı bir adam almak istemeyenleri ora­dan uzaklaştırmış, kapıyı açmıştı. Semah ekibinden gencecik bir kız otelden kaçmayı başarmış ama "Beni koruyun.öldürecekler,' dediği kimseler, kapılarını açmayınca, sığındığı dük­kandan kovulunca ve insandan başka herşeye benzeyen o yaratıklar, "Geber orospu!" diye ba­ğırınca, tekrar otele dönmüş ve yanmıştı. Bu korkunç bir şeydi, allak bullak oldum! Öykücü Lütfiye Aydın, eşi avukat Cafer Aydın da o olayda yaralanmışlardı, yanıkları tehlikeliydi. Remçi İnanç'la Gülhane Hastanesine ziyarete gitmiştik. Yatakta bağdaş kurarak oturan Lütfiye Aydın'la (Cafer'i sa­ğaltma binasına götürmüşlerdi) telefon aracılığıyla konuşmuştuk Amerikan hapishanelerindeki gibi. O hareketli, kuru yerden kurt çıkartan, canlı, dipdiri sevecen Lütfiye uçmuş, hiç tanımadığım ya­bancı biri gelmişti. Sesi, davranışları, sözcükleri bir tuhaftı, çocuksuydu, beyin özürlü birilerinin ürünleriydi. Yüreğim yarıldı. "Olaylara teslim olma, yenilme, herşeye diren, sen güçlüsün, ba­şarırsın. Cafer'e de geçmiş olsun, selamlar." derken gözlerim dolmuştu.
İyileşecekti elbet, ama iyi­leşmesi uzun sürecekti.

"Memnun musunuz?" dedi Ömer Can:

"Memnunuz." dedim, "Bir kere sen varsın."

Ömer Can bu değerlendirmeye, boynuma kollarını dolayarak karşılık verdi. "Sağolasın!"

"Burasını yazarların her akşam uğrayıp bir iki kadeh içecekleri bir yer haline getirirsen tutunursun." dedim.

"Siz öteki yazarlara söyleyin!" dedi Ömer Can.

"Öyle olmaz, onları çağıracaksın buraya." dedim. "Nasıl eskiden Kürdün Meyhanesine gi­diyorlarsa bu lokale de gelirler. Kürdün meyhanesinde Cahil Sıtkı'nın bir masası varmış, Orhan Veli'nin bir masası varmış."

"Sen de gel, sana da bir masa ayıralım." dedi Ömer Can.

"Hem demleneyim, hem bir şeyler yazayım." dedim.

"Çok güzel olur." dedi Ömer Can. "Senin buraya dadandığını duyan, işiten gelir... Cümbüşlü bir şey olur."

"Ama ya tiyatrocular kabul etmezlerse..." dedim.

"Ederler, ederler." dedi Ömer Can. "Bir dakka."

Yıldırım gibi uzaklaştı yanımızdan. Tomris Çetinel ayaktaydı, birileriyle konuşuyor, bazı masalara uğruyor, gülüyordu ve sürekli olarak sah­nedeydi, göz önündeydi.

"Kokteyl sona ermiştir, bundan sonraki içkiler paralıdır." dedi bir garson. "Ömer Can'a söyle benim kokteyl devam ediyor." dedim.

Tanıdığım bir ses. "Muzaffer amca." Döndüm. A, a, a, kayınbiraderim rahmetli Erdoğan Bah­çeci'nin yakın arkadaşı mimar Cengiz Bey'in kızı Gül bu. Sevindim. Bir kaç kez istanbul'daki DSİ'nin Dragos kampında birlikte olmuştuk. Cıvıl cıvıl bir kızdı, Sibel'in can dostuydu. Başına bir örtü bağlar, 'abla' oluverirdi. O zamanlarda oyunculuk yeteneği belirmişti, okulu bitirir bitirmez ti­yatrocu olmuş, evlenmişti. Bir ara Adana Şehir Tiyatrosunda görev almıştı, ama bir Derya Baykal gibi, bir Zuhal Olcay gibi parlayamamıştı. Nedenini sordum. Önemli bir yere gelebilmek, ötekilerin önüne geçebilmek için 'torpil' gerekirdi. Kızdım. Mualla'yla sarmaştılar, özlem giderdiler, eski gün­lere ve ayrıntılara daldılar.

Tolga Çandar, 'Halilim' türküsünü söylemeye başladı.

Çökertmeden çıktım da Halilim aman başım selamet
Bitez de yalısına varmadan Halilim aman koptu kıyamet
Arkadaşım İbram Çavuş Allahıma emanet
Burası da asfalt değil Bitez yalısı
Yüreğime acı saldı yağlı kurşun yarası


Gürdü ve erkekçeydi Tolga Çandar'ın sesi. Türkünün serüveni ve kişiler diriliyordu o okur­ken. İçlerin haritalarına yeni anlamların, yeni doğumların haritaları çiziliyordu. Duyguları ayak­landırıyordu, istekleri kışkırtıyordu, acıları kalınlaştırıyordu ve bütünüyle sergiliyordu; gırtlakları da­raltıyor, benliklerdeki başkaldırı kıpırtılarını çoğaltıyordu ve yüreklerdeki yıllanmış pasları silip süpürüyordu. Alkışlandı, kutlandı, derken 'İzmir'in Kavakları'na geçti.

İzmir'in kavakları dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı yar fidan boylum
Yıkarız konakları

Tolga Çandar söylerken gerçekten de lzmir'ın kavakları rüzgarla sallanıyor. Pır pır eden yap­raklarını döküyordu ve zulüm yuvası. baskı yuvası. safahat yuvası konaklar arka arkaya yıkılıyor. taş üstunde taş kalmıyordu ve toza dumana kesiliyordu ortalık: ağıtlarla zafer şarkıları aynı anda yükseliyordu. Alkışlar büyüdü genişledi. Kucaklaşmaları. öpüşmeleri. kahkahaları ve övgüleri ge­tirdi. Ben de coşmuştum. İçim fokur fokur kaynıyordu. Şarkılar türküler gögsüme saldırıyordu. "Ben de ufak bir şarkı söyleyebilir miyim?" dedim.


"Çok seviniriz." dedi Tolga Çandar. Sustular ve gözlerını bana diktiler.

Sana da yaptırayım yengem ucu gullü kundura
yengeeem ucu güllü kunduraaaa
Kocan ölsün kara yere gırsın onun ıçın aglama
yengeeem onun ıçin ağlama
Ağlayıp da karalar baglama yengem bağlama


Rumeli şivesi başka bır güç katmıştı bu türküye ve etkisıni artırmıştı. Alkışladılar. Çekildim sahneden. Mualla'yla Gül'e gülümsedım. Balkon kapısını açtım. Evler. ağaçlar, boşluk. Karanlıkla örtülüyordu. Apartmanların pencerelerındeki ışıklar sarıydı ve seçebildiğim televizyon ekranlarında birtakım kişiler deviniyordu. Cigerlerime akan sigara dumanlarını. Burun deliklerimden çektiğim temiz havayla. Esintiyle gidermeye çalışırken yorgunluk gibi, bezginlik gibi. Yabancılık gibi ve hep­sinden önemlisi yalnızlık gibi birşeyler duydum. Hüzünlendim. Birden ruhu kilitlenen bayram şen­likleri duran. Gülerken hüzünlenen biri oldum.

Salona döndüm. "Hadi gidiyoruz." dedim Mualla'ya.

"Yüzün sararmış." dedi Mualla. "Bu duman mahvediyor." dedim. "Sen de geliyor musun, kalıyor musun?"

"Geliyorum, bu kadar yeteri" dedi Remzi İnanç.

Toparlandık Prof.Dr Cevat Geray'la eşinin. Tolga Çandar'ın, Tomris Çetinel'in, Abdullah Nefes'in, Hüseyin Atabaşın (Şükrü Erbaş gitmişti) Gül'ün, Nesrin'in. Havva Can'ın ellerini sıktık. iyi geceler diledik.

Yanaklarını öptüğüm Ömer Can'a, "Herşey için teşekkür ederiz." dedim.

"Asıl ben teşekkür ederim onur verip geldiğiniz için." dedi Ömer Can. "Görüşelim. arayı açmayalım artık."

"Açmayız. dediklerimı unutma!" dedim. "Yazarları buraya çekmenin çarelerini düşün." "Düşünecem." dedi Ömer Can.

"Benim masam pencerenin önüne konulacak." dedim.

"Olur abı. sen gel de. neresini beğenirsen..." dedi Ömer Can. güldü. Remzi İnanç'la sarılıp sarmaştılar. "Ben uğrarım." dedi Remzi İnanç.

Yürüdük kalabalığı. gürültüyü, neşeyi, sorunları ve sigara dumanlarını arkada bırakarak.

Ampul taktıkları için merdiven aydınlıktı. Rahatça, yuvarlanma korkusu yaşamadan indik. Bir taksi çevirdik. Remzi İnanç "Fena yer değil. Ama uzak." dedi.

"Evet." dedim. "Buraya gelecek adam dünyanın yol parasını vermek zorunda."

"Yakınlarda oturanlar gelir." dedi Mualla.

"Ama bizim için zor.': dedim.

"Sen nasılsın?" dedi Mualla merakla.

"Demin kötüydüm ama şimdi iyiyim.'' dedim.

"Doğru dürüst bir şey yemedin, aç karnına içtın rakıyı. Ondan." dedi Mualla.

"Evet, doğru, ayrıca sigara dumanı...'' dedim.

Sürücü Tunalı Hilmi'den uzaklaştı. Bol bol ışıklı, bol araçlı ana caddeye çıktı ve o andan sonra benim için gecenin ikinci bölümü başladı. Yemek yicektim, rakı içecektim, televizyon sey­redecektim, telefon edecektim... Sabahtan beri zihnimde gezinen (erkek önce kadını sonra dünyayı bozdu / Günlerin ürettiği besinler doyuruyor ya da aç bırakıyor bizi / Yalnızlıkların ateş yanmayan ormanları hep soğuktu, bir eli sıkmayla. yüreğin içini dolanan sıcak bir bakışla ısınırdı ancak) gibı saptamaları yazacaktım bir kağıda.

Muzaffer Buyrukçu
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM