Son Dakika



239- Mayıs 2015 itibariyle Bir Kitap Bağımlısının Notları’nı yazmaya başlayalı tam 3 yıl oldu. Bugüne kadar 22 ayrı yazı yazdım. Bu yazıların kısa bir dökümünü yaparsak geçen 3 yıl içinde yaklaşık 300 kitaptan söz ettiğim ortaya çıkıyor. Bu sürede 13 sayısından kurtulmaya çalıştığım halde her ay ortalama yine 13 kitaptan söz ettiğim ortaya çıkmış oldu.(300/23=13,04!!!)

 

240-Dünyanın Kanlı Tarihi, Jacob Field’in yazdığı popüler bir tarih kitabı. Adı üzerinde tarih boyunca kıyıcı, kan dökücü imparatorların, kralların acımasızlıklarından örnekler veriyor. Bu katliamların işkencelerin örnekleri tüyleri diken diken ediyor. Bize nereden geldiğimizi hatırlatıyor. Hiç iç açıcı olmayan bir geçmiş. Bu örnekleri okuyunca insanın kültürel evriminin henüz tamamlanmamış olduğunu daha iyi kavrayabiliyoruz. Ama bir taraftan da günümüzü, modernizmin bütün kazanımlarını da bu geçmiş üretti. Bütün bu kanlı tarihin her safhasında gelişmiş, aydın insanlar hep var oldu. Bu da umutlu olmamız için güçlü bir tutanak sağlıyor.

 

21. yüzyıl’a tereddütlü bir başlangıç yaptık. Neredeyse Aydınlanma Dönemi sonrası insanlığın bütün umutlarının bir yanılsama olduğunu düşünecek hale geldik. Oysa Aydınlanma Dönemi insanlığın karanlık dönemlerini geride bıraktığına, bütün sorunlarını aşacağına ilişkin büyük bir umut dalgası olarak tarihe geçmişti. Endüstri Devrimi ile birlikte Dünyanın Kanlı Tarihi sona erecek, “insanca” bir düzen kurulacaktı. Bilim ve teknoloji bütün paylaşım ve geçim sorunlarını alt edecekti. Hayat giderek uzayacak, hatta ölüm bile bir gün üstesinden gelinecek bir sorun olarak kavranacaktı. Belki de tarihte bir kez daha bu kadar umutlu olacağımız bir dönem yaşanmayacak. Buna karşılık temel tarihsel dinamikler bizi umutlandırıyor. Günlük yaşama daha geç yansısa da bilim hiç olmadığı kadar ivme kazanmış durumda. Yaygın hastalıklara tepki verme, aşı ve tedavi geliştirme süresi kısaldı. Bir taraftan da ortalama hayat uzuyor. Bu her türlü tutucu ve dinsel söylemi zorlayacak büyük, kırılamaz bir dünyevileşme baskısı getirecek ve getiriyor da. Ortalama hayatın 25-30 yıllarla ölçüldüğü ve hayatın her türlü kısıtlılıkla biçimlendiği ortaçağda dünya, acı dolu, bir an önce tamamlanması gereken bir geçiş zamanını ve mekanını temsil ediyordu. Asıl hayat,  acı dolu, işkence dolu, yoksulluk dolu bu kısa yaşamdan sonra öbür dünyada başlayacaktı. Böyle bir maddi zemin üzerinde bu ideolojinin yaşanması, benimsenmesi, yaygınlık kazanması kolaydı. Oysa ortalama hayatın uzadığı, 130 yaşın, 150 yaşın konuşulmaya başlanacağı 21. yüzyılda bu beklentinin zemini ortadan kalkacaktır. Yaşadığımız kültürel sarsıntıların temelde bu zemin kaymasının ürünü olduğu görülüyor. Zemin kaybeden ideolojilerin (yani dinlerin) bu gelişmeyi aslında “dünyevileşme” diyerek bir tehlike olarak görmelerinin nedeni de budur. Oysa bu tarihsel olarak geriye çevrilemez bir dinamik. 21. yüzyılın sonunda insanoğlu 200 yıllık ortalama ömürden söz eder hale gelecek. Bir taraftan da maddi zenginlik, kişi başına düşen milli gelirle ölçülen gelişmişlik her toplumu kavrıyor olacak. Böylesine güçlü bir maddi zemin üzerinde insanları bu dünyadan vaz geçmeye ikna etmek olanaksız. Bir taraftan bütün kültürü üreten maddi hayatı dönüştüren dinamikler, bir taraftan da ortaçağda ve her açıdan yoksullukla biçimlenmiş ideolojiler… Bu savaşın kaybedeni, kaybedecek olanı bellidir. Dolayısıyla ortaçağda biçimlenmiş kültürlerin dünyevi baskıya karşı direnmelerinin tek yolu biçimsel/görüntüsel direnç alanları kurmak olacaktır. Yoksa zenginliğe ve bunun günlük yaşamda karşımıza çıkan bol tüketim eğilimine direnmek ve insanları bundan uzak durmaya ikna etmek olanaksız. İnsanlar tüketmek, yaşamak ve dünyanın nimetlerinden yararlanmak olanağı onlara ulaştığında reddetmezler. Bu durumda mutlaka ağır bir iradi baskı gerekir ki siyasal güç böyle bir görev üstlenebilir. İnsan iradesinin en örgütlü ve güçlü hali olan siyasal iktidar ya da devlet dediğimiz araçla bile olsa tarihsel bir dinamiğe karşı koymak ancak geçici sürelerde mümkün olabilir. Bu geçiciliğin uzaması ise baskının artması ve dolayısıyla faşizmin görüntülerinin, uygulamalarının çoğalması demek olur. Ama sonuç değişmez. Tarihsel dinamikler insan iradesini her zaman aşarlar ve ona baskın gelirler. Dolayısıyla dünyevileşme ve onu algıladığımız biçimiyle tüketim, maddi zenginleşme, hayatın uzaması gibi dinamikler direnen bütün alanları sisteme katacaktır. Küba, İran derken bir gün Kuzey Kore…21. yüzyıla böylesine bir genişlemenin yüz yılı olarak bakıyorum. Bir hızlanma yüzyılı. Aydınlanma dönemini kat ve kat aşan bir yeni umut dalgası bizi bekliyor. O zaman nereden nereye geldiğimize baktığımızda çok daha fazla şaşıracağız belki ama kendimize olan inancımızı ve güveni de geriye dönüşşüz bir biçimde tazelemiş olacağız.

 

241-“Arlen Faber” adlı bir film izledim. Yönetmen John Hindman. 2009 yılı yapımı. Filmin orijinal adı “The Answer Man”, yani “Yanıt Adam”. Film dini içerikli kitap yazan bir yazar hakkında. Yazar “Ben ve Tanrı” adlı çok satan bir kitabın yazarı. Filmin bir sahnesinde yazarın menajeri yazara telefon ediyor ve bir kitap hakkında yazmasını istediği önsözü hatırlatıyor. Bu sırada çok ilginç bir cümle kuruyor menajer: “Sen, Tanrı Pazarının %10’una sahipsin.” Bu cümleyi duyunca oturup bu bölümü yazdım. Amerikalıların her şeyi kategorize etmek, kavramlaştırmak ve ölçmek isteği, hep pratik çözümler üretmiştir. Ama bu kadar duygusuz ve materyalist bir kavramlaştırma beni bile düşündürttü. “Tanrı Pazarı”!!! Bizde daha yeni sayabileceğimiz “Kişisel Gelişim” (Toplumsal Gelişim’e ne oldu bu arada?) ya da çok eskiden beri var olan “Din,” gibi kitap kategorileri çok masum kalıyor bunun yanında. Aslında birçok dini içerikli yayın açıkça samimi dini inançları sömürmek üzerine yazılıyor ve yayınlanıyor. Televizyon yayınlarını da unutmayalım.  Ama hiçbir yayıncının ya da menajerin böyle niteliksiz kitaplar yayınlayan bir yazara örneğin “Sen dini sömürü alanının %10’una sahipsin” diyeceğini sanmıyorum.

 

İnsanların dini yönelimleri adaletsiz dünyada adalet arayışından kaynaklanıyor büyük ölçüde. Bu da Marks’tan beri tekrarlanan ve gözlemlenen bir olgu. Bu arayışı sömüren yayınlar, yapımlar cehaletten beslendiği kadar cehaleti besliyor da bir taraftan. Tek çare insanları daha nitelikli eserlere yöneltmek. Ama bu kategoride temel kitaplar sıradan insana ağır geliyor. Okuma cüreti ise çok az insanda var. Yayınlama cesareti ise çok daha az sayıda yayıncının vicdanına kalmış durumda.

 

Aslında kitapçı raflarında da kötü yayın iyi yayını kovuyor. (“Kötü para iyi parayı kovar.”) Geçenlerde İslam tarihindeki teolojik tartışmaları özetleyen bir kitap aradım Ankara kitapçılarında. Aradığımı bulamadım. İstanbul’daki kitapçıları da gezeceğim. 9.-11. Yüzyıllarda yapılan teolojik tartışmaların düzeyinin bile çok gerisindeyiz. 30 yıldır “orucu ne bozar?” programları izliyoruz televizyonda. Hep aynı sorular, aynı yanıtlar… Orucu hallettik gibi. Sırada kadın nasıl dövülür konusu var. Ne yazık. Bu basitliği aşıp daha derinlere inip yüzyıllar öncesinin o tartışma düzeyine, o derinliğine nasıl ulaşacağız? Bu arayışta bile yalnızız. Düşünce tarihi kategorisindeki yayın fakirliği, şikayetçi olduğumuz bir çok fakirlikle neden sonuç ilişkisi ile birbirine bağlı. Düşünmek yerine soru soracak birini aramak daha geçerli. 21. Yüzyıl bu zayıflıkları affetmeyecek gibi görünüyor.

242-Çizgilerle Ateistin El Kitabı, Yordam Yayınları tarafından basıldı. Bir çizgi roman. Yazarı ve çizeri  Meksikalı Rius. (Asıl adı Eduardo Humberto del Rio Garcia Rius’muş) Aslında büyük ölçüde din eleştirisi başlığı altında Hıristiyanlığı eleştiren bir içeriği var kitabın. Ama sonunda bir genelleme ile şu cümle yer alıyor:

 

“Din-her türlü din-bilimin ilerlemesine, zenginliğin adil dağılımına, özgür eğitime, kadınların özgürleşmesine, (bkz. kürtaj), tarım reformuna, düşüncelerin serbestçe ifadesine ve devrimlere karşı çıkmıyor mu?” (s.149)

 

Türkiye’de “Siyasal İslam” ın, aslında Siyasal İslam’ın karikatürünün yükselişi, (-ki bu basbayağı islamik soslu faşizmin yükselişi oldu) birçok kimsenin “din buysa ben almayayım” demesine yol açtı. Bu açıdan da bölünmüş bir toplumuz aslında. Bu haliyle, hastalıklı, yozlaşmaya batmış önderleri,  “meleklerin cinsiyetini” tartışan din, linç kültürünün arkasındaki rahat koltuğuna kurulmamış olmasaydı özgür düşünce karşısında ideolojik olarak kolayca savunulamaz duruma düşmüş olacaktı. Bu gerçeği gizleyen, siyasal(faşizan)  islamın açık şiddet gösterileridir. Bu kadar şiddet ve korku ile kendini göstermesi ideolojik zayıflığı yüzünden. Zaten kullanılmayan organ körelir misali, açık faşizan uygulama ve tehditler var oldukça ve “kutsal”ın ardından rahatlıkla kullanılabildikçe beyine modernizme karşı fikirsel mücadele yapmaya iş düşmüyor. Dolayısıyla da ortaçağ ideolojilerini sosa bulamadan günümüz insanına pazarlamak mümkün olamıyor. Ölüm gerçeğini hatırlatma dışında yaşayan insana hiçbir şey vaat edemiyor. Ahlakın tek kaynağı olmaktan çoktan çıktığı gibi, bir kesim dinci için, ahlaksızlığın kaynağı olmuş durumda. Gezi olayları, son seçimlerde ortaya çıkan gelişmeler ve Ateizmi içeren yayınlardaki patlama, aynı sosyolojik gelişmelerin yüzeydeki farklı izleri aslında. Özgür yaşam biçimleriyle bu kültüre kapalı ideolojiler arasında “kutuplaşma” ile ifade edemeyeceğimiz bir ayrılık gerçekleşiyor. Bu iki kesimin bir anayasal şemsiye altında kalması mümkün değil. Biri hep devlete sırtını dayamış bu kültürel ayrımlar, cumhuriyet tarihi boyunca hep mahkum-gardiyan ikilemi yarattı. Dolayısıyla Türkiye hep büyük bir hapishane oldu. 12 Eylül, mahkumla gardiyanın yerini değiştirdi ve son 10 yılda bu billurlaştı. Kutuplaşma diye nazikçe ifade etmeye çalıştığımız aslında bu daha keskin olan ayrımdır. Birbirine bu kadar çok öfke duyan, birbirini bu kadar iten, yaşam biçimlerini benimsemeyen ve yanında görmek istemeyen insanlar bir “toplum” olamazlar. Dolayısıyla henüz icat edilmemiş bir sosyal yapıştırıcı geliştirilemeden bu kesimleri “biz” yapmak olanaksız. Olmuyor. 21. Yüzyıl, bence 20.yüzyılı da büyük ölçüde kapsayan uzun 19 yüzyılın tersine, sosyolojinin siyasal olana baskısını daha çok hissedeceğimiz bir yüzyıl olacak gibi görünüyor. 20. Yüzyıl, devlet denilen örgütlenmenin gücünü sosyal gelişmeleri bastırma ya da sosyal tabanı olmayan düşüncelerin gerçekleşmesi için harcamasının yüzyılı oldu. 21. yüzyıl, giderek insanın daha da güçleneceği bir yüzyıl olacak gibi görünüyor. Son ve büyük birey-devlet mücadelesi bizi bekliyor. Birey geliştikçe devlet onun güdümüne daha çok girecek gibi sanki. Umut işte…

 

243- Sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer alan Esaretin Bedeli’ni belki de 15 kere izlemişimdir. İlk izlediğimde filmin Stephan King’in bir romanından uyarlanma olduğunu bilmiyordum. Bunu fark eden birçok kişi gibi ben de bu filme kaynak olan Stephan King romanını merak ediyordum. Ama Türkçe’de yayınlanan kitapları arasında bu roman yoktu. Nihayet bu filme kaynak olan küçük roman Altın Yayınları tarafından basılan Kuşku Mevsimi ve Esaretin Bedeli adlı kitapta karşımıza çıktı. Kitabın orijinal adı Differents Season. Farklılıklar Mevsimi diye çevrilebilir. Yayıncı bunun yerine klasik Stephan King temalarına uygun olsun diye olmalı, “kuşku” sözcüğünü “farklılıklar” sözcüğüne tercih etmiş. Kitapta üç kısa roman var. (Kitabın arka kapağındaki ifade şöyle: “Usta yazar Stephan King’in novela türündeki öykülerinden oluşan Kuşku Mevsimi en fazla Shawshank Redemption adlı filme çekilmiş öyküsüyle büyük ilgi gördü.” “Novela türündeki öyküler” tanımlaması bana biraz sorunlu gözüktü. Novela, Türkçede kısa roman anlamında kullanılıyor. Bu durumda cümle “kısa roman türündeki öykülerden oluşan …” biçiminde başlıyor hale gelir. Bu da romanı öykünün bir alt türü haline sokar ki kabul edemeyiz. Kısa roman bir roman türüdür. Öykü türünün uzun öykü ve kısa öykü gibi alt türlerinin olmasına benzer biçimde kısa roman da bir roman türüdür. Novela, Novelette ile aynı anlamda kullanılabiliyor ve doğrudan karşılığı “short novel” yani kısa roman. Dolayısıyla Türkçe “Kısa Roman” tanımlamasını kullanmaktan çekinmememiz gerekiyor. Stephan King’in bu kitabı tam da bu türden 3 kısa romandan oluşuyor ve bir tanesi de Esaretin Bedeli filmine kaynaklık eden ve orijinal adı Shawshank Redemption olan kısa roman.

 

Shawshank, filmde Tim Robbins’in canlandırdığı Andy Dufrense adlı mahkumun kaldığı hapishanenin adı. Senaryoyu Frank Darabont yazmış ve filmi de o yönetmiş. Yıllardan sonra bu güzel filme kaynaklık eden kısa romanı da okumuş olarak şunu söyleyebilirim ki filmi ile filme kaynaklık eden romanın karşılaştırılmasında çoğunlukla roman ağır bassa da Esaretin Bedeli, adından başlayarak romanın kendisinden çok daha güzel bir film. Filmdeki öykü de kısa romandakine göre daha dolgun ve daha güçlü. Oysa Yeşil Yol, roman olarak neredeyse filmi kadar güzeldi. Bu üstünlükte senaryonun romandan doğru yerlerde ayrılması ve doğru noktalarda eklemeler yapması kadar filmdeki oyunculuğun, oyuncu seçiminin ve tiplemelerin de etkisi büyük. Neredeyse her rol o rolü başka hiç kimsenin oynayamayacağı kadar iyi oynanmış. Bu bakımdan yönetmen – senarist Frank Darabont’ın hakkını teslim etmek gerekir. Demek ki sağlam bir öykü-sağlam bir senaryo-mükemmel bir film olabiliyormuş. Herşeye rağmen Stephan King’in dram türündeki eserlerinde belli bir düzeyi tutturduğunu söylemek gerekir. Esaretin Bedeli adı da Türkçeye çevirme açısından mükemmel bir seçim. Neden bu kadar beğendim bu filmi diye kendi kendime sorduğumda ise en iyi yanıt şu: Bu filmde insan var, insanlık var, insan iradesi, dayanıklılık, inat ve arkadaşlık var. Azim var. Ve sevgi var. Sevginin zıddı olan ihanet de var. Bir hapishane filmi ama aslında bir savaş filmi gibi. Romanı okuduktan sonra bir kez daha filmi baştan sona izleme isteği doğurduğunu da eklemek gerek. Yine de Stephan King adına ortalamanın altı bir performans olduğunu söyleyebilirim. Aynı şey kitaptaki ilk novella olan Yetenekli Öğrenci için de geçerli. Çok zayıf bir öykü.

 

244- Stephan King’in Diriliş adlı romanı da Kuşku Mevsimi’nden bir süre önce çıkmıştı. Otobüs yolculuklarında Bukowski okumaya ara verdiğimde okumak üzere yanımda bulundururduğum kitaplardan biriydi. Başlayınca bitirdim. Daha doğrusu kitap kendini okuttu. Nedense bir çocukluk öyküsü olarak başlayan ve kahramanın büyümesine adım adım eşlik eden romanlar bana daha kolay okunur, rüzgarına kapılır cinsten geliyor. (Roman türü içinde ayrı bölüm olarak düşünülebilir bu tür kitaplar. Hemen aklıma Bukowski’nin Ekmek Arası ve Richard Llewellyn’in Vadim O Kadar Yeşildi Ki” adlı romanları geliyor.)

 

245-Andrei Amalrik adını hatırlayanın çıkacağını sanmıyorum. Üniversite hayatımın başladığı 1985 yılından hemen sonraki bir tarihte bir sokak sergisinde gördüğüm bir kitap başlığıyla ilgimi çekmişti. İlk baskısı 1971 yılında yapılmış. Yazarın notlarına göre ise 1969 yılında yazılmaya başlanmış. Kitabın adı Sovyet Rusya 1984’yılına kadar yaşayabilir mi? İdi. O zaman Sovyetler Birliği, dimdik ayaktaydı. Başta 12 Eylül’ü yapan faşist generaller olmak üzere Türkiye’deki devlet yöneticilerine korku salan devasa bir güçtü. Ben de kitabı görünce anti-komünist propaganda kitaplarından biri sanmıştım. Ama kitabın adı temel bir soru kalıbı olarak aklımda kalmıştı. Şimdilerde Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği üzerine karamsar düşünceler içindeyken bu ad aklıma geldi. Tesadüfen görev yaptığım üniversitenin kütüphanesinde başka bir kitabı ararken karşıma çıktı. Andrei Amalrik işte bu kitabın yazarı ve Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılından yaklaşık 20 yıl önce gelişmeleri tahmin etmiş. O kitabını yazarken (Kitap 1969’da yazıldığından) sadece 15 yıllık bir süre öngörmüş Sovyetler Birliği için. Sadece 6 yıl yanılmış. Şimdi sık sık sormaya cesaret bulduğumuz soru şu: Türkiye Cumhuriyeti 2030 yılına kadar yaşayabilir mi? Bizden yaşça büyükler olsaydı “Ağzından yel alsın” derlerdi. Ama dillendirmesek de çoğumuzun içimizden geçen en rahatsız edici soru bu değil mi? Ve giderek daha çok kişi bu soruyu gizli gizli içinden soruyor gibi geliyor bana. Bir korku var ve elle tutulur olmaya başladı.

 

Kuşkusuz Sovyetler Birliği de Yugoslavya da var olan haritalar üzerinden parçalandı. Türkiye’ nin şansı böyle haritaların olmaması mı? Balkanları da hiç harita yokken bir çırpıda kaybetmedik mi? Bence kopuşlar ve bir arada yaşamayı istememenin belirtileri çok açık olarak kendini göstermeden bir dağılma olamaz. Hem Sovyetlerde, hem Yugoslavya’da hem de Balkan’larda bu memnuniyetsizlik vardı. Burada “memnuniyetsizlik” ifadesini çok geniş bir kavramlaştırma olarak kullanıyorum. Birliği sağlayan bütün yapıştırıcıların iş göremez hale gelişi anlamında. Bir kez bu memnuniyetsizlik oluşunca gerçeğin siyasal harita olarak kendini göstermesi zaten ardından ortaya çıkıyor. Türkiye 2015’te nasıl görünüyor? Birbirine sımsıkı tutunan parçalar var mı? Daha da kötüsü parçalar var mı? Bana sanki varmış ve bir şekilde bu parçaları umutsuzca birbirine tutturmaya çalışıyoruz gibi geliyor. Belki de Cumhuriyet tarihimiz bu parçaları birbirine tutmak için ardı ardınca uygulamaya sokulan umutsuz planlar ve girişimler tarihi gibi. Ben umutsuzum. Kitabın delillerini 2015 Türkiyesi ile karşılaştırarak okuyacağım. Bakalım sonuç ne olacak?

 

246-Faroz Ahmad önemli bir tahihçi. Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çok kısaca Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan yakın geçmişine kadar ele alan bir eser. Yaklaşık 800 yılllık bir süreyi bence çok iyi bir biçimde işlemiş. Önemli saptamalar var. Okurken önemli yerlerin altını çizme hastalığım yüzünden kitap çizik içinde kaldı.

 

Bir kere başlık çok iyi seçilmiş ve günümüzdeki en önemli başarısızlığımızı açıklıyor. Hala bir kimlik peşindeyiz. Hala “biz kimiz?” sorusu bizim için yanıtlanması zor bir soru. Ve bu temel sorunu halledemeden diğer pek çok sorunumuzu halledemeyecekmişiz gibi görünüyor.

 

Kitapta günümüzü ve yakın geleceğimizi de ilgilendiren önemli açıklamalar var. Zaten günümüzdeki ve yakın gelecekteki olaylar bugün yaşayan insanlar kadar yakın geçmişimizde olup bitenlerin de belirlediği gelişmeler olarak karşımıza çıkacak.

 

247-Oktay Özel’in Türkiye 1643 adlı kitabı (İletişim Yayınları 2013)  kendi sınıfını yaratan bir otomobil markası gibi yeni bir tür yarattı sanki. Bir kitabın yazılış sürecinden ve buna eklemlenmiş otobiyografik öğelerden oluşmuş bir kitap. Altını çizmek için elimde kalemle okumaya başladığım halde en geç, altını çizecek ve gerektiğinde not edecek bilgi veren cümle bulduğum kitap oldu aynı zamanda. Örneğinin benim de sık sık en önemli tarihsel dinamiklerden biri olan nüfus artışı olgusunun toplumsal hareketliliği belirlemede nasıl önemli olduğuna ilişkin bir çok bilgi var. Kitapta (s. 103-106) alıntı olarak sunacağım bir çok bilgi var. Örneğin şu sözler önemli:

 

“Dolayısıyla 1576’da karşımıza çıkan manzara, gerçekten de nüfus baskısı altında giderek fakirleşen ve topraksızlaşan bir köylülüğün resmiydi.” (s.108)

“Sanayi öncesi tarım toplumlarındaki ideal denge yetişkin bekar erkek miktarının toplam erkek nüfusunun 1/3’ü geçmemesi yönündeydi.” (s.109)

“…çünkü özellikle 1580’lerden itibaren Osmanlı’nın Anadolu ve Kuzey Suriye vilayetleri tam anlamıyla bir şiddet girdabının içine düşmüştü.” (s.126)

“Aşırı vergilendirme, suiistimaller ve her türlü zor içeren sömürü mekanizması Osmanlı toplum ve adalet sistemini de çökertmişti.” (s.126)

“Dolayısıyla Osmanlı tarihçiliği bütün 20.yüzyıl boyunca ‘bilimsel’ analizler olarak o dönemin öznel yorumlarını yeniden üretme dışında fazlaca bir şey yapmamıştı.” (s.129.)

 

Bu sayfalardaki önemli bir bilgi de şu: Osmanlı İmparatorluğu’ nun 15.yüzyıl ortası ile 16.yüzyıl ortası arasında içine düştüğü şiddet sarmalı, bir taraftan da modern(merkezi) devlete geçiş süreci, bir dönüşüm aşaması olarak da okunabilir. (s. 127-128)

 

Çok önemli bir itiraf da şu:

 

“Tarz aynı tarz: oku, transkribe et, bazı verileri tablolaştır. Aynı şeyleri sonuç bölümünde bir kez daha özetle, o kadar. Hiçbir tezi olmayan tezler; 1980 sonrası Türkiye tarihçiliğinin en büyük alameti farikası…” (s. 131)

 

Bence kitabın en önemli cümlesi bu. Türkiye’de üniversiter sistemin ne hale düştüğünü gösteriyor.

 

Daha önce Ortaçağ Avrupa’sı için derslerde sözünü ettiğim bir bilginin Osmanlı coğrafyasında, özellikle Anadolu’nun içleri için de geçerli olduğu bilgisi önemliydi. O da şu: 16. Yüzyıl ortası ile 17. Yüzyıl ortası arası dönemde ortalama insan ömrü 35-40 yaş civarında. (s.100) Bu bilgi şu açıdan önemli: 21. Yüzyılın sonunda 150 yıllık hayatlardan söz edebileceğiz. Yani hayat uzuyor. 240. Maddede de belirtiğim gerçeğin bir somut ifadesi ile karşı karşıyayız. Ortalama hayatın uzaması olgusunun maddi uygarlık ya da iktisadi ilişkiler kadar ortaçağdaki din-kültür düzlemi açısından belirleyici olduğunu tekrarlayayım. Hayatın 150 yıl olduğu bir dünyada bütün ortaçağ ideolojileri ve dinler kabuk halde kalmaya, biçimden ibaret yapılara dönüşmeye ve insan iradesi üzerinde etkilerini kaybetmeye mahkumdur. Siyasal İslam’ın iktidarda tutunmak istemesinde bu gerçeğin payı var. İnsan üzerinde etkili ve yönlendirici olmak için devlet gücünü kullanmak dışında hiçbir ideolojik tutunma aracı ve içeriği kalmadığını görüyor. Yükselen ve birdenbire yenile(cek)n bir islami faşizm döneminden geçiyoruz bu yüzden. Devlet gücüyle küçük çocukların beyinlerini iğdiş ederek son çırpınışlarını sergilemek ve giderek açık şiddet, korku ve terörle uzatmaları oynamaya çalışmaları o yüzden.

 

248- Sapiens, olağanüstü bir kitap (Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap, 2015).Tam adı şöyle: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. “Bilmek istiyorum” diyen herkesin okuması gereken bir kitap. Şaşırtıcı bağlantılar ve ilişkilerle insanlığın hikayesi. Biyoloji, Antropoloji, Tarih, İktisat, Uluslararası İlişkiler olmak üzere bütün bilimlerin bir sentezi ile kapsamlı bir bakışla bütün insanlık tarihini özetliyor kitap. “Önemsiz Bir Hayvan” olarak başlayan maceranın geçirdiği bütün evreler büyük bir ustalıkla bir senfonik yapıt gibi işlenmiş. Çok önemli tespitler var. Bilimin 21. yüzyılda geldiği son aşamadaki veriler ışığında hikayeyi anlatması kitabın en önemli avantajı. Bir çok alıntı kitabın yargılarının gücünü gösterebilir. Ben bir tanesini seçiyorum:

 

“Son üç yüz yıl sıklıkla, dinlerin giderek önemini kaybettiği ve sekülarizmin yükseldiği çağ olarak betimlenir. Teist dinlerden bahsediyorsak bu tanım büyük ölçüde doğrudur, ama eğer doğa dinlerini de dikkate  alacaksak modern çağ yoğun dini öfkeye, daha önce görülmemiş ölçek­te misyonerlik hareketlerine ve tarihteki en kanlı din savaşlarına ev sahipliği yapmıştır. Modernçağ  liberalizm, komünizm, kapitalizm, milli­yetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa dinlerinin yükselişine tanık olmuştur. Bu inançlar kendilerine din değil, ideoloji adını verirler ama bu sadece anlambilimi ilgilendiren bir çabadır. Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemiyse, Sovyet Komünizmi, İslamdan daha az din değildir.”(s.228)

 

Sadece yakın geçmişi ve günümüzü değil, uzak geçmişi de aynı bağlam içinde açıklayan pasajların bir çoğu ilgi çekici ve belirli bir iç mantığın farklı sonuçları niteliğinde. Ama ilginç bulmakla birlikte bütün yargılarını paylaşmadığımı söyleyebilirim. Kitabın bir özelliği de en yeni bilgiyi arkasına almanın güveniyle olsa gerek yer yer bir parça ukalaca bir dile ve yaklaşıma sahip olması. Ama bilimselliğin en yüksek olduğu noktada bile kolay okunan bir kitap.

 

Bol kitaplı günler dileğiyle

 

Dr. Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM