Son Dakika



171- Carlo M. Cipolla’nın Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından basılmış Neşeli Öyküler adlı kitabını (birinci baskısı 2000 yılında çıkmış) üniversitede verdiğim dersler için okurken ilginç bir bölüme denk geldim. Kitap zaten başlı başına ilginç konularla dolu, çünkü Cipolla bilinçli olarak böyle konuları ve öyküleri seçmiş. Ama daha önce çevresinden dolaşmayı seçtiğimiz “aptallık” konusunda değişik bir yaklaşım sunmuş kitapta. Aptallık konusunda saptanan ve açıklaması yapılan bazı temel yasalar şöyle:

 

1.Temel Yasa: “Her zaman ve kaçınılmaz olarak her birimiz çevremizde dolaşan aptalların sayısını azımsarız.” (s.81)

 

Burada söylenecek olan söz şu: Türkiye’de yaşayan bizler çoğunlukla çevremizde dolaşan aptalların sayısını azımsamayız, hatta bu rakamın bayağı yüksek olduğunu düşünürüz. (Hatırlayınız Aziz Nesin’in söyledikleri.)

 

2.Temel Yasa: “Belirli bir insanın aptal olma olasılığı aynı kişinin herhangi bir karakter özelliğinden bağımsızdır.”  (s.82)

 

Burada da eklenecek olan şu belki de: Genellikle çevremizde aptal insan sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın en az bir kişinin aptal olmama olasılığı yüzde yüzdür. O kişi de doğal olarak kendimizizdir (!) Çünkü en az bir kişinin diğerleri için “aptal” nitelemesinde bulunabilmesi gerekir. Ama bu durum aynı kümede en az bir kişi tarafından “aptal” olarak nitelendirilmeyen tek bir kişinin bile olmaması olasılığının da yüzde yüz olması gerçeğini etkilemez. Bu durumun anlaşılamaması bile aptallık konusunun ne kadar göreli olduğunu yüzde yüz açıklar. Yoksa açıklamaz mı? Herkesin aptallaşmaya başladığı bir kümede “ben aptal değilim” demek ve “aptalca olmayan” davranışlarda ısrar etmek pekala farklı bir “aptallaşmanın” Truva Atı işlevini görüyor da olabilir. Herkesin aptallaştığı bir dünyada kim “akıllı” kalmak ister ki? “Aptal” olan tabi ki!

 

3.Temel Yasa: “Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan hatta bazen zarara uğrayarak başka bir insan ya da insan topluluğuna zarar veren kişidir.” (s.86)

 

Bu yasa, en düşündürücü ve aptallığın sınırlarını en çok genişleten yasa. Bu noktada Bülent Ecevit’in zaman zaman söylediği “zararsız insan yararsız insandır” özdeyişini anımsadım. Akıllı insanların trajedisi tarih boyunca aklı yaymak istemek gibi “aptalca” bir çaba içinde olmaları olmuştur. Bunun akılcı bir temeli var mı gerçekten? Ne kadar “aptalca” bir özveri. Hapisler, ölümler, acılar hiç bu insanların peşini bırakmadı. Büyük kitlelerin seçimi hiç akıldan yana olmadı. Doğru söyleyenlerin dokuz köye verdiği zararı köyden kovulanın katlandığı zararla karşılaştırabilir miyiz? Niye ısrar ediyorsunuz kardeşim? Şimdi bu kadar köyden sonra hala kovulacak köy aramak “aptallık” değil de nedir? Bazı insanların yakalandığı bir hastalık mı yoksa? Kitapta ünlü ozan Schiller’in sözü durumu açıklıyor zaten: “aptallığa karşı aynı Tanrılar boşuna dövüşüyorlar.” (s.90)

 

4.Temel Yasa: “Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümser. Özellikle de aptal olmayanlar herhangi bir anda ve yerde, herhangi bir durumda, aptal bireylerle ilişki kurmanın ve/veya onlarla bir araya gelmenin kaçınılmaz olarak pahalıya mal olan bir yanlışa yol açtığını sürekli unuturlar.” (s.92)

 

Öyleyse bu küçümsemeden, bu unutkanlıktan daha büyük bir aptallık olabilir mi?

 

5.Temel Yasa: “Aptal insan var olan en tehlikeli insan türüdür.” (s.92)

 

Bu yasanın gerekçesi de şuymuş: “Aptal, hayduttan daha tehlikelidir.”  (s.92)

 

Eee biz bunu biliyoruz zaten; aptalın yanında haydut da kimmiş? Haydutu yenebilirsin, ama aptalı dönüştürmen gerekir. İkincisi daha da zor. Devamında ise şöyle deniliyor: “Aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başka insanlara zarar veriyorlar.” (s.93) Bunu da biliyoruz. İşkencecilerin, cellatların, “vur de vuralım” diyenlerin (ve zaman zaman vuranların, adam yakanların vs..)  gelir ortalaması çoğunlukla o toplumun kabul ettiği asgari ücrete ya eşit ya da onun altındadır. Bazı aptallar korkaktır. Bazıları başkalarının popo tüyü olmakla övünürler. Ama bazı popo tüylerinin kendileri hiçbir çaba harcamadan bazı akıllı (hadi canım) insanların kendilerine kazandırdığı oy hakkı, çobanınkiyle eşittir. (Profesör- çoban ikilemi tarih oldu maalesef.) Bu noktada bkz. 5. madde. Ama akıllı insanın da yarattığı tehlikeyi gözden uzak tutamayız.  Bu noktada da bkz. 5. madde.

 

172- Bütün eserlerini fırsat buldukça okumaya devam. Amelie Nothomb’un Dişi Şeytan adlı romanı bana yıllar önce okuduğum Jery Kosinski’nin Bir Yerde adlı romanını hatırlattı. Her iki romanda da aslında deli ya da hasta olan kişinin çevrece nasıl “deha” ya da “mükemmel” olarak nitelendiğine ilişkin bir öykü var.

 

Kosinski’nin daha sonra filme de çekilen bu kısa romanı aslında politik bir taşlama niteliğindeydi ve kitlelerin hatta seçkin kişilerin bile tanrılaştıracak bir kişi üretme ihtiyacı içinde olmalarının ne kadar uç noktalara varabileceğini anlatıyordu. Bahçe bakımı ve bahçıvanlık dışında bir dünyası olmayan hasta bir zavallının, romanın sonunda ABD Başkanı olma yolunda nasıl insanlarca bir ermiş, üstün zekalı bir filozof olarak kabul edildiği anlatılıyordu. Bu romanda seçkinler tarafından toplumun çoğunluğuna da benimsetilmek üzere bir deha, bir kurtarıcı olarak kabul edilen kişinin aslında tek bir konu, bahçıvanlık dışında hiçbir şeyden anlamayan bir zavallı olduğunu gören bir gazetecinin, bu gerçeği diğer insanlara kabul ettireme çabasının beyhudeliği de bir yan öykü olarak akıyordu.  Nothomb’un Dişi Şeytan’ında ise gerçeği gören ama bu konuda yalnız kalan kişi romanın baş kişisi konumunda. Aslında bir Dişi Şeytan olan romanın başkahramanının arkadaşı, genç kızı “mükemmel” olarak kabul eden daha dar çerçeveyi oluşturanlar ise romanın başkahramanının anne ve babası. Bu kahredici gerçekliği kendi ebeveynlerine göstermek isterken sürekli Bir Yerde’ deki gazeteci gibi başarısızlığa uğrayan genç kızın içine düştüğü çaresizlik de yine bir “mükemmellik” tasarımı arayışının çevremizde hep var olduğunu, bunun her an bizi de kurban olarak seçebileceğini göstermesi bakımından önemli. Bu süreci Nothomb’un anlatımıyla izlemek ise oldukça keyifli bir okuma süreci demek oluyor.

 

Bu iki roman aslında çok farklı bir düzlemdeki önemli bir soruna götürüyor bizi: Bilimsel alanda aynı olgular demetine farklı açıklamalar getiren iki kuramın aynı anda olması durumu. İki roman da olguları açıklarken yanlış kuramı seçen çoğunluğa karşı, diğer kuramı seçen azınlığın dramı olarak nitelendirilebilir. Bir Yerde’ de aynı olguları (davranış ve sözleri) hasta bir zavallının var olduğu nitelemesi (kuramıyla) açıklanması gerekirken, deha olarak niteleme kuramını seçen çoğunluk karşısında Nothomb’un romanında bu kez kötülüğe işaret eden olgular (davranış ve sözler) ebeveynler ve arkadaş çevresi tarafından mükemmelliğin işareti olarak yorumlanıyordu.

 

Bu iki görüşü diğer tarafa kabul ettirmeye çalışma çabası ise beni farklı bir alandaki bir büyük eserin temel konusuna götürdü: Ünlü bilim kuramcısı Thomas Kuhn’un yine ünlü yapıtı Bilimsel Devrimlerin Yapısı, tam da bu konuyu, aynı olguları iki farklı kuram tarafından açıklanma durumunu ve bu süreçten geçen “bilimsel devrim” aşamasının oluşumunu açıklamaya çalışıyordu. Bu kitapta geliştirilen Paradigma kavramı özellikle Nothomb’un romanında, romanın kahramanı genç kızın etrafını saran bir cendereyi niteleme için kullanılabilir. Aslında gerçeği gören kişinin, çoğunluğun görüşüne katılmadığında içine düştüğü yalnızlık duygusunun verilmesi açısından Dişi Şeytan, boğucu ve korkutucu noktalara varabilecek bir olasılıklar dünyasına da kapı açıyor bir taraftan.  Hepimizin içinde yaşadığımız toplumda her an Galileo Galilei’nin düştüğü duruma düşüp, buna karşılık kendi kendimize “gene de dönüyor” diyebileceğimiz sağlam iradeyi ortaya koyamayacağımız da bu noktada beliren diğer güçlü bir olasılık elbette. Gerçeği söyleme cesareti toplum tarafından “hastalık” ve “eksiklik” olarak damgalanabilmeyi de içeren bir güçsüzlük alanı yaratırken, aynı toplum bazen tersini deneyip “hasta” ve “eksik” olanı tanrısal düzleme yükseltebilecek gücü de elinde tutabiliyor. Bu durum, hepimizi saran, görünmeyen tehlikeli bir olasılıklar dünyası olarak Nothomb’un anlatımıyla görünür hale geliyor. Böylelikle politik arenadaki “kötü” olanın sadece çoğunluk öyle görmek istediği için “iyi” ve “mükemmel” olarak gösterilebileceğini ve aynı çoğunluğun azınlığın görüşünde direnmesi halinde “hastalık” ve hatta “suçlu” pozisyonları üretmeyi de deneyebileceğini,  bunun Faşizme giden yolun uğraklardan biri olduğunu da değerlendirebiliyoruz.  Bu olasılıklar dünyasının varlığından bizi haberdar eden bir küçük dokunuş olarak Nothomb’un Dişi Şeytan adlı romanı, yaşadığımız gerçekliği hatırladığımızda daha da değerli hale geliyor: Çevremizde çoğunluğun “mükemmel” ve “tanrısal” kabul ettiği ama aslında “hasta” ve “vasat” olma dışında bir özelliği olmayan, hatta düpedüz “kötü” kişiler var mı? Peki bu gerçekliğin herkes için görünür hale gelmesinin bir güvencesi var mı?

 

173-Hil Yayınları, En İyi Amerikan Öyküleri  adında bir seçki yayınladı. Daha önce de En İyi Avrupa Öyküleri yayınlanmıştı aynı yayınevinden. Amerikan edebiyatı, Bukowski’ yi tanıdıktan sonra benim için öznel bir değerlendirme ölçütüne kavuşmuş oldu. Elimde olmaksızın bir Bukowski benzeri yazar bulabilir miyim diye bu tür seçkilere bakmadan, alıp okumaya başlamadan duramıyorum. Yine öyle oldu, ama sözünü ettiğim seçki eğer kötü bir seçki değilse Amerikan Edebiyatı açısından bir düşüşü ifade ediyor. Paul Aster’in son 3 romanında da benzer bir düşüşü gözlemlemiştim. Tabii tek takip ettiğim yazar ve bir seçkiyle her yıl binlerce ürün verilen bir edebiyat kıtasını değerlendirmek mümkün değil. Ama aynı nedenle de bu tür seçkilerin daha kapsamlı ve daha doyurucu olması gerekir. Gerçi editör girişte bu büyük “kıta”dan 20 öykü seçmenin zorluğunu belirtiyor. Neyse ben beğenmedim buradaki öyküleri.

 

174-Ken Parker da sürekli takip ettiğim tek çizgi roman. Benim için her sayısıyla ayrıcalıklı konumunu pekiştirmeye devam ediyor. Tek sorun çok düzensiz ve diğer çizgi romanlara göre çok seyrek yayınlanmaları. 48. sayıda Ken Parker ile bir diğer roman kahramanı arasındaki (30. ve 31. sayfalarda yer alan) diyalog Ken Parker’in kişilik çizgilerini kalınlaştıran türden. Amerikalı göçmen bir aileden olan kişiye  şöyle diyor Ken Parker:

 

“ Demek ki o zamandan beri yerlilere kin besliyorsun.

 

“Öncesinde de beslerdim. Dedem bir göçmen kervanında öldürüldü. Ağabeyim ise Demiryolu inşası sırasında.”

 

“Sen onlara göçmen diyorsun, ama Kızılderililere göre işgalciydiler.”

 

“Hikaye! Sadece bir sürü vahşiye biraz medeniyet götürmek istiyorlardı.”

 

Ken Parker şöyle karşılık veriyor bu değerlendirmeye karşı:

 

“Bence hiçbir topluma zorla bir şey kabul ettirilemez. En üst düzeyde medeniyet veya refah bile. Aksi taktirde Anayasamızla da korunan en temel haktan, yani kendi mutluluğunun peşine düşme özgürlüğünden mahrum kalırlar.”

 

Bu sözler üzerine karşısındaki kişinin büyük laflar ettiğini belirtmesine karşılık ise Ken Parker kitap okumak ve bilgilenmek üzerine şöyle der:

 

Eğitimli sayılmam. Biraz kitap okudum. Hepsi bu. Ve anladım ki ne kadar çok şey bilirsen kandırılman o kadar zorlaşır.” (Ken Parker, sayı. 48. sayfa 30 ve 31)

 

Son cümle bugün daha önce hiç ilgilendirmediği kadar çok ilgilendiriyor bizi. Kandırılmak ya da kandırılamamak, belki de temel mesele bu.

 

175-En son Ankara Ticaret Odası’nın kongre salonunda yapılan Ankara Kitap Fuarı, beklediğimden çok iyi bir ortam sundu. Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan kitap fuarlarına göre iyiydi ama bir çok büyük yayınevi ve Kültür Bakanlığı burada da yoktu. Üzücü ve düşündürücü. Ama özellikle İstanbul’dan katılan sahafların varlığı fuara ayrı bir hava kattı. Açıkçası kendilerine Ankara’ya gelip bizim gibi kitapseverleri mutlu ettiler. Teşekkür ediyorum onlara. Çoğu ile muhabbet etme fırsatı buldum. Bu arada içlerinden bir tanesi, sondan bir önceki gün “Ne alırsan 5 Lira” sloganıyla kitaplarını tekrar İstanbul’a geri götürmenin maliyetine katlanmamayı bir politika olarak belirleyince bana da gün doğdu. Almak isteyip alamadığım bir çok kitabı uygun fiyatla satın almam mümkün oldu. Ankara’da da bir sahaflar festivali düzenlemenin zamanı geldi bence.

 

176-Ve kitap fuarında Yalçın Küçük Hoca’yı aradı gözlerim. Post-Modern Faşizmin acımasızlığıyla ve uydurma savlarla, sadece düşündüğü ve yazdığı için ve ne yazık ki ülkemizde aydın olmanın kaçınılmaz bedelini ödemek üzere yeniden hapse konulan bu yılmaz aydınlık savaşçısı yine de kitap fuarında vardı. Eski baskısı olmasına rağmen Aydın Üzerine Tezler’in Mızrak Yayınevi tarafından basılmış 1. cildini satın aldım. Yalçın Hoca, uzaktan yetişen elleri (sözleri) ile satılan her kitabının ilk sayfasından bir matbu metinle şöyle dedi sevenlerine:

 

“Şimdi tekrar Silivri’deyim. Bu kitap ile birlikte size, sevinç, güven ve umutlarımı gönderiyorum, sevgilerimle, Yalçın Küçük.”

 

Kısa bir süre önce Yalçın Hoca yeniden özgürlüğüne kavuştu ve tüm izleyenlerini sevgi ve umutla doldurdu. Türkiye, bir yüzünde Post-Modern Faşizm, bir yüzünde Soğuk İç Savaş olan çözülüş sürecinde yuvarlandığı çukurdan bence yukarı doğru çıkmaya başlarken, Hoca’nın özgürlüğe kavuşuşu bu dönüşümün tarihsel bir simgesi oldu.

 

177- Alfa Yayınları önce Susan Wise Bauer’in yazdığı Antik Çağ adlı 872 sayfalık muhteşem bir kitap yayınladı. “İlk Kayıtlardan Roma’nın Dağılmasına” alt başlığını taşıyan eser oldukça doyurucu. Harita ve tablolarla da desteklenmiş, sade  anlatımıyla her düzeyden okuyucuya hitap etmeyi başarıyor bu eser. Ama asıl sürpriz Umberto Eco’nun editörlüğünde toplam 4 cilt olacağı söylenen Ortaçağ başlıklı serinin yayını oldu. İlk cildi elime aldığım andan itibaren garip bir heyecan duyuyorum. Hatta uzun zamandan sonra ilk kez bir kitabı, ondan uzak kaldığım dönemde özlediğimi hissettim. Dahası bir çocuğun yeni alınan bir bayramlık ayakkabısına ya da oyuncağına sarılarak uyumak istemesine benzer bir duyguya uzun zamandır hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Eco’nun ben bir üniversite öğrencisiyken yayınlanmış ve daha sonra başarılı bir biçimde sinemaya da aktarılmış Gülün Adı romanı ile perçinlenmiş “Ortaçağı Bilen Adam” imgesi, bu yapıtı oluşturan metinlerin, hem bilgilendirici hem de eğlenceli bir okuma süreci vaat ettiğini düşünmemizde son derece etkili oluyor. Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar alt başlığını taşıyan bu cildi ve sonraki ciltleri okumadan artık Ortaçağ konusunda söz söyleyemeyiz gibi geliyor bana.

 

O kadar çok muhteşem kitaplarla tanışıyorum (ve onları büyük bir mutlulukla eve taşıyorum) ki, uzun yaşamayı beklemek zorunluluk oluyor. Sabah kalkıp, kahvenizi çayınızı yudumlayarak o gün sadece kitap okuyacağınızı arada sevdiklerinizle zaman geçirip sanatla, edebiyatla dolu bir hayatı sonunda yudumlayacağınızı kesinlikle bileceğiniz günleri düşlemek, hem bir hayat enerjisi, bir beklenti, yaşadığınızı evrenle bir güçlü bağ kurmanız, hem de okunacak kitapların, hepsi birbirinden farklı mutluluk hazineleri olduğunu bildiğiniz halde hepsini açamayacağınızı düşünmenin hüznü demek.

 

 Hayat kısa, kitaplar fazla.

 

Dr. Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM