Bir Kitap Bağımlısının Notları - 14 / Ali UlviÖzdemir
Bence ne Elif Şafak ne Ayşe Kulin, Nazlı Eray’ın en kötü döneminin eserlerindeki kadar bile “edebiyat” üretemediler. Kalıcı olan Nazlı Eray’dır
136- Bir Kitap Bağımlısının Notları birdenbire 12. bölümden 14. bölüme atladı. 13 sayısıyla ilgili takıntım sürüyor. Bu takıntımın değişik sonuçları oluyor. Uzun yolculuklara ayın 13’lerinde çıkmıyorum örneğin. Bir lokantada hesap 13 lira geldiğinde 14 lira ödüyorum ya da bir sahafta “13 lira olur” dendiğinde “12 ya da 14 olsun” diyorum. Bu durumda zaman zaman “12 verin” yanıtını aldığım da oluyor.
137-Geçmişte okuduğum kitaplardan söz etmeye devam. 4 Temmuz 1990 ile 4 Temmuz 1991 arasında 106 kitap okumuşum. Bu sayı benim bugüne kadar bir yılda okuduğum en fazla kitap. Her 3.5 günde bir kitap okumuşum demek ki. O yıl üniversiteyi uzattığım yıldı. Derslere girmiyor, sadece sınavlar için fakülteye uğruyordum. Aynı zamanda bir kafede haftanın 6 günü çalışıyordum da. Her şeye rağmen göreceli olarak bu kadar çok okumanın insanın ders, sınav, iş baskısı olmadığında daha çok okuyabileceğinin kanıtı olduğunu düşünüyorum. Sadece çeşitli konularda kitap okumaktan ibaret işler olsa çok iyi olurdu. Editörlerin bu işi yaptığı söylenebilir, ama büyük fark şu ki editörler kendi seçmedikleri kitapları okumak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla bu verimi düşürebilir. Ama Dostoyevski’nin, Kafka’nın, Balzac’ın, Bukowski’nin, Hemingway’ın kitaplarını okumak zorunda kalan bir editörün durumunu düşündüğümüzde dünyanın en iyi mesleğine yaklaşmış olurduk sanırım. Sabah işe gittiğinizde masanızın üzerinde yukarıdaki yazarların yayınlansın diye gönderdiği 30 dosyanın olduğunu düşünün. İnsanlığın maalesef çoğumuz için bu kadar severek yapacağı işler üretemediği bir gerçek. Bu durum, sadece çok küçük bir azınlığın tadabildiği bir mutluluk halen. Dostoyevski’den bir sözünü ödünç alıp, değiştirerek söylersek “kim işinden nefret etmez ki!”
138- 1990-1991 döneminde okuduğum kitaplar içinde en önemli olanlarından biri, aynı zamanda edebiyat dünyasının da en büyük eserlerinden biri olan, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı. Demek ki 22 yaşında okumuşum bu muhteşem eseri. Bence bu kitabın ideal okuma yaşı daha erken bir döneme, lise yıllarına denk düşmeli. Bense üniversiteden mezun olduğum, geç bir yaşta okumuşum. Yine de klasik romanları hayatımızda birden fazla kere okumak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Örneğin bir yaz tatilini Dostoyevski’nin eserlerine, bir diğerini Proust’a ayırmak harika olurdu. Bir gün Suç ve Ceza’yı yeniden okumayı düşlemeyen bir kitap sever düşünülebilir mi? Bence hayır.
139- O dönem Yalçın Küçük okumayı sürdürüyormuşum. Türkiye Üzerine Tezler’in 3. ve 4.cildi yanı sıra Davalarım, Kürtler Üzerine Tezler, Küfür Romanları, Estetik Hesaplaşma, Bilim ve Edebiyat, Türkiye’de Marksist Damar Var, o dönem art arda okuduğum Yalçın Küçük kitapları olmuş.
140- Yalçın Küçük Hoca, haksız bir biçimde, adil olmayan bir yargılama sonucu uzun süreli hapse mahkum edildi. Ona ve diğer aydınlarımıza yapılan suçlamaların hiçbirine inanmıyorum. İnananlarla da bu konuyu tartışmayı boş iş olarak niteliyorum. Maalesef bazı konularda tartışma, uzlaşma, doğruyu bulma dönemini geride bıraktık. Çünkü ülkede yaşanan toplumsal kutuplaşmanın uç noktalara varmasının bir sonucu olarak siyasetten bağımsız hiçbir alan kalmadı. Aldığımız nefes bile bir tarafın değirmenine su sağlamak noktasına getirdi. Bizler ve onlar olarak var olma dışında bir yaşam alanı kalmadı neredeyse. Bu aslında soğuk iç savaş demektir. Böyle dönemlerde her şey kendinin ham haline dönüş yapar. Devlet devletimsi olur, adalet adaletimsi, edebiyat edebiyatımsı, insan insanımsı… Ama bu bir arınma dönemi olarak da nitelendirilebilir. Mutlaka ardından yeni bir tamamlanma aşaması gelir. Devlet başka bir devlet, adalet başka bir adalet, edebiyat başka bir edebiyat ve insan başka bir insan olur. Pek çok eskiyi sıyırıp atacağımızı hissediyorum. Böyle anlarda Patrick Süskind’in Koku romanındaki son sahne aklıma geliyor. Büyük bir çılgınlığın, aşırılığın sonrasında unutarak yerinden doğrulma hali: “Biz az önce ne yaptık?” İnsanın kendi ham halinden utanacağı, az önceki duruşuna, yeni haliyle eskisi arasındaki farka inanamayacağı bir yeni dönem başlar. Bence başladı.
Fransız ihtilali döneminin ünlü kişiliği Danton’un bir sözü Yalçın Hoca’nın durumuna uyuyor aslında: “Siyasi bir dava, dava değil düellodur.” Yani siyasi davalarda adalet, yargı, hukuk gibi kategoriler ya da kavramlar değil, güç ilişkileri ve buna ilişkin kavramlar iş görür. Güçlü olan diğerini mahkum eder. Tarihin de güç sahibi olanlara göre yeniden düzenlenmesi bu çekişme dönemlerinin doğal bir sonucudur. Geçmiş söz konusu olduğunda bu çekişmenin sonucu tarihe dönük olarak iyilere kötü, kötülere iyi demek olarak ortaya çıkarken, günümüzde yaşayan kişiler için bu çekişmenin sonucu “bizim iyilerimiz yüksek makamlara, sizin iyileriniz hapse” formülüne göre belirir. Yaşananların bence açıklaması budur. Yalçın Küçük Türkiye’dir. Ama bunu benim değil, görüşlerini paylaşmasa da güç sahibi kişilerin demesi gerekirdi. (Bizim bir De Gol’ümüz yok demek ki). Bana göre düşünce, sanat, edebiyat, bilim insanlarımıza, ne söylerlerse söylesinler siyasal alanın figürleri olarak değil, her zaman kendi entelektüel yaratıcılıklarını gerçekleştirdikleri alanın içinde değerlendirilmesi gereken figürler olarak bakmamız gerek. Yalçın Küçük’ün yeni kitaplarıyla kitapçılarda karşılaşmayı, televizyonda kendine özgü konuşmalarını özlüyorum.
141-Keşfettiğim bir yazarın bütün eserlerinin peşine düşüp ardı ardına okuma anlayışını bugün de sürdürüyorum. O yılları güzel yapan keşfetme yılları oluşuydu. Borges’i (Alçaklığın Evrensel Tarihi, Yolları Çatallanan Bahçe, Borges ve Ben, Kum Kitabı, Ölüm ve Pusula, Brodie Raporu ) Jery Kosinski’yi (Boyalı Kuş, Bir Yerde, Adımlar, Şeytan Ağacı), Andre Gide’i (Pastoral Senfoni, Ayrı Yol), Nazlı Eray’ı ( Geceyi Tanıdım, Arzu Sapağında İnecek Var, Pasifik Günleri, Panait İstrati’yi (Sokak Kızı, Perlmutter Ailesi), Şolohov’u (Don Hikayeleri, Uyandırılmış Toprak, Don Kıyısında Hasat) hem keşfettiğim hem de yapıtlarından elime geçeni yutarcasına okuduğum bir dönemdi. Bu yazarlara daha önce yapıtlarını okumaya başladığım Dostoyevski’yi (Suç ve Ceza, Tatsız Bir Olay, Beyaz Geceler, Yeraltından Notlar), Puşkin’i (Dubrovski, Bilyekin Hikayeleri) ve Balzac’ı (30 Yaşındaki Kadın, Albay Chabert), Milan Kundera’yı (Yaşam Başka Yerde, Anahtar Sahipleri) katabilirim. O dönem Rus edebiyatının temel eserlerini bitirmeye kararlı olduğum anlaşılıyor. Tolstoy’un, Çehov’un hikayelerinin yanı sıra, bence bugüne kadar yazılmış en iyi savaş romanı olan Aleksandr Aleksandroviç Bek’in ünlü Moskova Önlerinde’sini de aynı dönemde okumuşum. Bu son romanı daha sonra birkaç kez daha da okudum. Okuduğum onca savaş romanı içinde en iyisi olduğuna ilişkin görüşüm değişmedi.
142- 1990-91 döneminde Hemingway (Kazanan Ödül Yok), Alberto Moravia (Romalı Kadın) ve İtalio Calvino (Kozmokomik Öyküler) gibi, sonrasında diğer yapıtlarını da merak ederek okuyacağım yazarları okumayı sürdürmüşüm. Ama asıl bence her dönem okunabilecek ve hepsi belli bir düzeyde yapıtlar olan kitaplarıyla Emil Ajar’ı da o dönem keşfetmiş olmam önemli. Bu ilginç Fransız yazar, yaşamı olağandışı olan yazarların eserlerinin de çizgi üstü olduğu gerçeğini hatırlatıyor bana. Uçurtmalar, daha sonra dizi haline de getirilerek televizyonda gösterilmiş, tarihsel dokuyu bir aşk öyküsünün ardına belki de en iyi yerleştiren roman olarak hala aklımda. Geçenlerde bir roman tavsiyesi isteyen bir arkadaşıma verdim, okudu ve çok beğendiğini söyledi. Güncel romanlarda aradığını bulamayanlara şiddetle öneririm.
Hiç çekinmeden bugüne kadar okuduğum en iyi roman olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ da Emil Ajar’ın bir eseri. (Emil Ajar’ın diğer adı Romain Gary bilindiği gibi. Aslında aynı kişiye ait bu iki isim edebiyat tarihinin en düşündürücü hikayesini de gizlemektedir. Ama başka bir konu.) Bu romanla birlikte şaşırtıcı bir gerçeğe ulaşmıştım. En beğendiğim romanlar az ya da çok içinde otobiyografik unsurlar da barındıran romanlar oldu. Özellikle Bukowski, Hemingway, Fante, Miller gibi çağdaş Amerikan yazarlarını beğenmem de bu unsur çok önemli bir paya sahip. Örneğin Dostoyevski’nin eserlerinde de otobiyografik öğelerin olduğunu kim yadsıyabilir? Ya Orhan Kemal’in? Bence büyük yazarların çoğu büyük yaşamların da öznesi aynı zamanda. Bu arada Orhan Kemal’in bence diğerlerinin gölgesinde kalmış eserlerinden biri olan Evlerden Biri’ni de o dönem okuduğumu belirteyim.
143- 4 Temmuz 1991-3 Nisan 1992 döneminde ise sadece 60 kitap okumuşum. Dönem bir yıldan daha kısa çünkü listenin sonunda şöyle bir not var: Askerlik! Demek ki 8 aylık bir dönemde okumuşum bu 60 kitabı. Yani her 4 günde bir kitap bitirmişim. 8 Mart 1993 günü biten askerliğim ise “tam askerlik(!)” oldu. Ama bu dönemde de fırsat buldukça kitap okumayı sürdürdüm. Asteğmen öğrenciyken Zıhlı Birlikler Okul kütüphanesine dadandığımı ve bir keresinde kütüphaneye girerken elimdeki kitaplarla Etimesgut Zıhlı Birlikler Okul Komutanı’na yakalandığımı hatırlıyorum. Ama bana çok iyi davrandığını ve çok güzel bir sohbet yaptığımızı söylemeliyim. Güler yüzlü, öğrencileri seven bir subaydı. O kütüphaneyi ise beklediğimden çok zengin bulmuştum. Hatta çok ilginçtir, belki de dünya edebiyatının en anti militarist romanı sayabileceğimiz Erich Maria Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok adlı romanını da bu kütüphanede bulup okumuştum. Bir keresinde de bölük komutanı “Yahu Ulvi bu kitapların hepsini okuyor musun?” diye sormuştu şaşırarak. Çünkü alışılmadık bir sıklıkla yanına gidip eğitimden sonraki boş zamanlarımda okuyacağım her kitabı gösterip izin almam gerekiyordu. Ama günahını almayalım bir kez bile bu konuda sorun çıkartmadı. Sonuçta üniversite mezunu bizim gibi asteğmen adaylarının eğitiminden sorumluydu ve kitap okunmasına bir yasak yoktu. Sonuçta eğitim ve kıta dönemi toplam olarak askerlik yaptığım dönemde yaklaşık 50 kitap okuduğumu hatırlıyorum. O zaman şimdiki gibi çok kanallı televizyonların olmaması, mesai sonrası bize kendimize ayıracağımız önemli bir zaman kazandırıyordu.
144- Askere gidene kadar okuduğumu söylediğim 60 kitap arasında da önemli kitaplar var. Öncelikle Nazlı Eray’ın bütün kitaplarını okuma isteğimi sürdürmüşüm. Bence Nazlı Eray’ın evrensel bir dil yakaladığı Orphee’yi en başta saymak gerekir. Ardından Deniz Kenarında Pazartesi, Kız Öpme Kuyruğu, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Yoldan Geçen Öyküler, Ah Bayım Ah’ı okumuşum. Nazlı Eray’ın bu ilk döneminde verdiği eserler, bence Türk edebiyatında kadın yazarlarımız açısından bir doruğu işaret etmektedir. Nazlı Eray bu kitaplarının sonuna kitapları yazdığı süreleri de ekliyordu ve ne kadar kısa zamanda yazdığına hayret ediyordum okuduğumda. Kolay yazıyordu Nazlı Eray, ama bir çizgisi, Yalçın Hoca’nın deyişiyle bir kavgası vardı. Nedense Nazlı Eray’ın bazı kahramanları bana Türk resim sanatının en büyük isimlerinden biri olan Nuri Abaç’ın resimlerindeki figürleri hatırlatırdı. Daha sonra ise ne yazık ki Nazlı Eray, kolay yazmaktan kolayı yazmaya doğru geçiş yaptı. Bu bakımdan Nazlı Eray’ın edebiyat yaşamını kabaca iki bölüme ayırmak doğru olur diye düşünüyorum. Ama ne olursa olsun edebiyatımızda Nazlı Eray’ın bıraktığı bir boşluk vardır. O boşluğa son yirmi yıldır kadın edebiyatçı, kadın yazar etiketi ile bir çok isim edebiyat dışı destekle oturtulmaya çalışıldı. Bir anlamda kadın yazar kontejanı varmış gibi pek çok medyatik isim ileri sürüldü. Bence ne Elif Şafak ne Ayşe Kulin, Nazlı Eray’ın en kötü döneminin eserlerindeki kadar bile “edebiyat” üretemediler. Kalıcı olan Nazlı Eray’dır.
145- Bu dönemde yeni yazarlarım olmaya devam etmiş. Örneğin Enis Batur’u keşfetmişim. Enis Batur ile ilgili çok sık duyduğumuz bir tanımlama vardır: Edebiyatımızın Uç Beyi. Bence doğrudur. Ama bence tek eksiği, Bukowski’nin de çağdaşlarına en çok yönelttiği eleştiri olan “çalışılmış” cümlelerle kitaplarını örmesidir. Enis Batur’un onlarca kitabında bu “çalışılmışlık” havası hemen sezilir. Kendine özgü bir deneme dili vardır ama, biraz da yapaylık kazanır kullandığı dil. Buna karşılık içerik ve ufuk açıcı olmak açısından erişilmez bir ilgi evrenini tek başına temsil etme özelliğini halen korumaktadır.
Enis Batur’un Kediler Krallara Bakabilir, Bu Kalem Bukalemun, gibi ilk dönem eserleri değerlerini bugün de koruyor. Kendine özgü kalıcılığı olan eserler verme açısından Enis Batur edebiyatımızın değerini yükselten önemli bir isim.
146- Bu dönemde yine yapıtlarını arda arda okuduğum bir diğer yazar da Tolstoy. Sivastopol Öyküleri sonrasında dört cilt halinde dev eseri Savaş ve Barış’ı da bu dönemde okumuşum. Savaş ve Barış, bilimsel bir esere en çok benzeyen roman olmalı. Tolstoy’un bu romanı yazarken yüzlerce belgeyi incelediği söylenir. Sadece bu romanında yarattığı kahramanlarının sayısının 500 civarında olduğu saptanmış. 500 kişiye bir edebiyat eserinde biçim vermek kolay iş değil. Ama bugün bile yeniden okunma isteği duyurmuyor bende. Aslında, bu bütün Tolstoy eserleri için geçerli. Oysa hemen akla gelen Dostoyevski için tam tersi: Her on yılda bir yeniden okunma isteği duyuyor insan.
147- Taner Timur, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük aydınlardan biridir. Hiç televizyonda gördünüz mü? Ayşe Buğra gibi, Mehmet Ali Kılıçbay gibi bir anlamda medyatik olmayan, ama, ilgi, bilgi ve yöntem açısından dünya çapında bilim insanlarıdır bu insanlar. İşte Taner Timur’un Osmanlı Toplumsal Düzeni adlı kitabını da ilk bu dönemde okudum. Beni etkilemişti. Hiç daha önce okuduğum tarih kitaplarına benzemiyordu. Tarihin sadece siyasi tarih olmadığını, büyük insanların öykülerinden, savaşlardan, iktidar kavgalarından, yıkılıp kurulan devletlerden ibaret olmadığını göstermişti. Beni tarih konusuna yönelten ve bugün tarih alanında bir akademisyen olmama neden olan ilk kitaplardan biridir. İlber Ortaylı’nın da son dönemdeki kitaplarından çok daha önemli olduğunu düşündüğüm İstanbul’dan Sayfalar da o dönem okuduğum kitaplardan biridir. Tarihi sevdiren yapıtlardan biridir, ama ironiktir, İstanbul’u sevdirememişti bana bu kitap.
148-. Geçenlerde Adil Han’da bir sahaftan Hilmi Ziya Ülken’in yeni baskısı olmayan, eski baskısı da pek bulunmayan “İslam Felsefesi” adlı kitabı buldum. Sahaf dostum kitap için 13 lira isteyince “ya 12 olsun ya 14” dedim, karşılık olarak. Dostum şaşırdı. Böyle durumlarda satıcılar çoğunlukla “12 olsun o zaman” derler. Bunu bir pazarlık unsuru olarak kullanmak istediğimi sanmasınlar diye 14 lira öderim. Esnaf geleneğimizde alicenaplık, müşteriye değer verme, parayı ön plana çıkarmama gibi önemli nitelikler hala varlığını koruyor. Oysa kira parasını zor çıkaran, kitapları sevdiği için sahaflık yapan bu tür insanlara karşılık aynı meziyetleri büyük işletmelerin bir çoğunda göremiyorum.
149-Yine yakın bir zaman önce Ankara’da, çok çok büyük bir kitabevinden 10 gün kadar önce aldığım bir kitabı geri verip veremeyeceğimi sordum. Çok sık yapmadığım bir davranıştır. Niyetim geri vereceğim kitap karşılığında başka kitaplar almaktı. Ama danışma masasında oturan, neredeyse benim yarı yaşımda olan bir genç, umursamaz bir tavırla üstelik küstah bir yüz ifadesiyle ve hiçte nazik olmayan bir ses tonuyla “bir haftayı geçince olmaz” deyip beni beklemediğim bir biçimde bozdu. 1987 yılından beri taksitli hesabımın olduğu bir kitabevi zinciriydi. 26 yılllık müştesisine bu kaba tavırla yanıt veren ve 26 yaşında bile olmayan bu genç çalışanı istihdam edip bu tavırların önüne geçemeyen, burnundan kıl aldırmayan bu kitabevini (adını söylemek istemiyorum, ama İmge kitabevi değil) anında defterden sildim. 26 yıllık sadık müşterisine bu kabalığı yapan, bunun farkında bile olmayan bu işletme, hiç kuşkusuz benim yokluğumu da fark etmeyecektir. Ama ben bu kitabeviyle ilişkimi kestiğimi biliyor olacağım. Bu da bana yeter. Bir tür fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış durumu. Hiç önemli değil. Damarlarımda çoktan beri kariyer olarak bıraktığım halde İşletmecilik virüsü dolaşmaya devam ediyor. Ben olsam bir reklam faaliyeti olarak 25 yılı geçen müşterilerime sembolik bir plaket verirdim. Tabii bunu beklemiyorum, ama bu kabalığı da hak etmediğimi düşünüyorum. Bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nde de yaşadım. Hele bir malı geri vermek isterken müşteriye bu şekilde davranmak akıl dışı bir davranıştır. Normalde hiçbir gerekçe göstermeden bir malı geri vermek için makul süre bir aydır. Ama kendini dev aynasında gören, rekabetten uzak, şehir merkezlerinde bulunduğu mekan itibariyle avantajlı olmanın ötesinde bir işletmecilik başarısı olmayan bu tür kitapevlerinin kısa sürede internet alışverişine ve alişveriş merkezlerine yenik düşmesi kaçınılmazdır. Müşteri devamlılığını ve memnuniyetini sağlamak, müşteriye nazik davranmak, modern işletmeciliğin en başta gelen kurallarıyken, kitapsever, üstelik neredeyse “deli” gibi kitap harcaması yapan müşterisini bile koruma bilincinden uzak bu işletmeler iflas noktasına yaklaştıklarında suçu başka yerde aramaya da eğilimlidirler. Üzülmenin ötesinde şaşkınım. İşte böylece bir kitabevinin 26 yıldan sonra müşterisi olmayı bıraktım. Hiç üzülmedim. “Müşteri her zaman haklıdır” sözü de yitip giden değerlerimiz kervanına katılmış oldu.
150- İş Bankası Yayınları, nicelik ve nitelik olarak yayınladığı kitaplarla kültür hayatımızın temel kurumlarından biri oldu. Ankara’da Sakarya Caddesi’nin girişindeki küçük kitabevinin çalışanları ise sürekli müşterilerini tanıyan, nezaketi ve güler yüzü esirgemeyen, zaman zaman bunaltıcı olabilen sorularımıza sabırla yanıt veren duruşları ile bu mekanı neredeyse bir sığınak haline getirdiler. Böylece Ankara’da Kızılay’da bir işletme 26 yıllık müşterisini kaybetti ama hemen 150 metre uzağındaki küçük İş Bankası Yayınları bürosu bir sadık müşteri kazandı.
Önümüzdeki yazılarımda görüşme üzere.
Ali Ulvi Özdemir
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR