Çocukken Adana’da herkesin bir babası vardı. Ana avrat söven, kolunu bacağını kırana dek döven, sonra da sarılıp öpen, bir babası vardı. Bir benim yoktu. Akşam ezanı okunurken, tozlu sahada peşinden koştuğumuz top bir görünür bir kaybolurdu. Herkesin anası, “Çabuk eve gel, yoksa baban kemiklerini kırar!” diye bağırırdı. Arkadaşlarım birer ikişer söylene söylene evlerinin yolunu tutarken, koskoca sahada bir başına kalırdım. Her vurduğum top gol olurdu. Kaleci olmadıktan sonra attığın golün bir kıymeti olmazdı. Ben en güzel volelerimi, röveşatalarımı yaparken, toprak sahada tek bir alkış sesi bile duyulmazdı. Ayağımda sektirdiğim topu göremezken, anam saha kenarından seslenirdi, “Taylan, gel oğlum!”
Işığa koşan kelebek misali anamın sesine gidip, elindeki filenin ucuna yapışırdım.
Adana’da herkesin anası evde oturur, yemek yapar, çamaşır yıkar, dikiş diker, boş kalınca da oğlunun kolunu burardı. Bir benim anam çalışır, akşam elinde ekmeği, sebzesi, meyvesi, Cumhuriyet gazetesiyle işten gelirdi. Sahanın kenarında önce terli saçlarımı karıştırır, sonra da çamura bulanmış yanağımdan öperdi. “Ana,” derdim, “bu akşam babam gelse de kemiklerimi kırsa, ne güzel olur, değil mi?” Hiç cevap vermeden yürür, derin bir sessizliğe gömülürdü. Neden sonra, kendine gelir, “Senin kemiklerini asıl ben kıracağım! Bu saate kadar ne topuymuş bu?” diyerek gıdıklamaya başlardı. Eve kadar güle koştura giderdik. Ablam, sofrayı hazırlamış, bizi bekliyor olurdu. “Anne, yüz verme şu serseriye! Okuldan sonra gene ders çalışmak yerine, topun peşine gitti,” derdi. Anamın yüzü düşer, çorbayla birlikte ev de soğurdu. Yemekten sonra dayanamaz, “Ödevlerini al da gel yanıma,” derdi. Benim kalın kafam alana kadar –iki defa, üç defa– anlatırdı. Sıkıldığım zaman, televizyonda spor programı başladığı zaman ya da bir türlü anlamadığım zaman sorardım, “Ana, ben piç miyim?” O zaman ders biter, anam iki eliyle yüzümü tutup, alnımdan öper, “Hadi, defterini kitabını topla, bu günlük bu kadar yeter,” derdi. Ben derslerden kurtulmanın verdiği sevinçle yerimden fırlarken, anamı derin kederiyle baş başa bırakırdım.
Bir ödevlerden sıkıldığımda, bir de arkadaşlarımla kavga ettiğimde piç olurdum. Piçliği, birinde babammış gibi kabullenirdim, diğerinde babam gibi terk ederdim. Maç yaparken faul yaptığımda, taşın üzerinden geçen şutumun gol olduğunu iddia ettiğimde, okulda kopya vermeyen ineği dövdüğümde, büyük sınıflardan oğlanlarla konuşan kızlara laf attığımda, piç olurdum. Karşımdakinin büyük – küçük, iri – çelimsiz, kız – erkek olmasına bakmadan girişirdim. Eve genellikle ceketimin kolu sökülmüş, gömleğimin düğmesi kopmuş, bir yerlerim kızarmış olarak dönerdim. Anamın aldığı en yeni kıyafetler bile iki günde parçalanır, eskilerle bir mevsim geçirirdim. Ne zaman yeni bir şey giysem, mahalledeki çocuklar kıskanırdı. “Cici baban mı aldı üstündekini? Anan işyerinde müdüre veriyormuş, o da sana kıyafet yolluyormuş?” gibisinden laflar ederlerdi. Ayaklarında yırtık ayakkabı, üzerlerinde ağbilerinin küçülmüş gömleği olan elimin parmaklarından çok çocuğun arasına dalar, kıyafetlerim onlarınkinden beter olmadan da çıkmazdım. Anam Devlet Dairesi’nde çalışmasa, diğerlerininki gibi evde otursa, belki kimse bana piç demezdi. Ama o zaman da anamın babası olacak deyyus boğazımızdan geçen her bir lokmayı sayardı. Hangisi daha kötüydü, bilemiyorum?
Anam, babamdan hiç bahsetmezdi. Selamet Partili dedem anlatırdı oğlunu, bize uğradığı seyrek zamanlarda. Dedem, İslam’ın şartlarını, bir de imanın şartlarını sorardı. Bilemeyince de, Allahıma kitabıma söverdi. Sonra tövbe edip, “Baban da senin gibi haytaydı…” diye anlatmaya başlardı. “Babanın okumaya hiç niyeti yoktu. Güç bela beşi bitirdikten sonra okumayacağım diye tutturdu. Ben de okuldan aldım. Sanat öğrensin diye bir elektrikçinin yanına koydum. Ama hayta dedik ya, orada da durmuyor, ustasından her gün şikâyet, her gün şikâyet. Dükkânda ustası, evde ben dövüyorum, bana mısın demiyor. Elektrikçiden aldım, marangoza verdim, haydi oradan yorgancıya… Orası burası derken, baban Sinemacı Macit’in yanına girene kadar bir türlü rahat durmadı. Ama sinemada ne iş verilse yaptı; etrafı temizledi, sarı gazoz sattı, bilet kesti, yer gösterdi, en sonunda makinist bile oldu. Bu arada okul arkadaşlarıyla sinemaya gidip gelen ananla da işi pişirdi. Ananın yaşının dolmasını bile beklemeden, okuldan alıp nikâh kıydı. Anan liseyi, hayırsız baban terk edip gittikten sonra dışarıdan bitirdi. Baban artistlerin filmini oynatıyor ama kendisinin de artistten aşağı kalır yanı yok, yakışıklı adam. Akşamları kahvede filmlerden sahneler oynuyor, jönlerin hareketlerini, sözlerini tekrar ediyordu. Allahıma kitabıma, Kadir İnanır’dan da Tarık Akan’dan da iyi oynuyor, bir Yılmaz Güney’in eline su dökemiyordu. Kahvedekiler, babanın hevesini sürekli kaşıyıp, yüzüne gülüp arkasından makarasını yapıyorlardı. Artistlerden daha yakışıklısın, daha iyi oynuyorsun, onlardan bir eksiğin yok, diyorlardı. Artist olursan paraya para demezsin, esmerini bir koluna, sarışınını öbür koluna takarsın, Reno, Murat ne ki, Mersedes’i altına çekersin, diye çocuğun aklını karıştırıyorlardı. Anan karşı çıkıyordu, gider bizi unutursun, beni çocuklarla baş başa bırakırsın, diye. Ama nafile, babanın içine girmiş bir kere artistlik belası!
*
Bir gün Adana çalkalanmaya başladı, Yılmaz Güney film çekmeye gelmiş diye herkes birbirine söylüyordu. Soluğu alan kendini sette buluyordu. Baban hiç durur mu? O da oynattığı filmi, sinemayı bırakıp, işten ayrılıp hemen sete koştu. Zaten canlısı gelmiş, kim ne yapsın Seyyit Han’ı, Yedi Belalılar’ı, Bir Çirkin Adamı’ı. O zamanlar ablan sütten yeni kesilmiş, anan sana iki aylık hamile, hesap et işte. Baban çıktı Yılmaz Güney’in karşısına, ben de sinemacıyım, tüm filmlerinizi ezbere oynayabilirim, diye anlatmaya başladı. İki de sahne oynayınca, Yılmaz Güney’in hoşuna gitti, sırtını sıvazladı. ‘Sen, bir set işçilerine falan yardım et, belki bir figüranlık falan ayarlarız,’ dedi. Aman Allahım, yardımcı rolü beğenmeyen baban, bir mutlu oldu ki sorma. Sanki Fatma Girik’le başrol teklifi almış gibi havalara girdi. Neyse, günler gelip geçti, baban karın tokluğuna sete gidip geldi, film ilerledi ama ayağının ucu bile kadrajın içine girmedi. Yılmaz Güney’in setteki otoritesi karşısında baştaki cesaretini de kaybetti. Anca yanında yöresinde koyun misali melül melül dolaştı durdu. Artık ekibin son bir iki plan daha çekip toparlanacağı sırada, Yılmaz Güney, Adana’nın sıcağında malzemeleri taşırken burnundan ter süzülen babanı görünce, ‘Ya seni de unuttuk, iyi mi?’ dedi. Babanın, ‘Estağfurullah Yılmaz Ağbi, lafı mı olur?’ demesine fırsat kalmadan, hemen oracıkta filme bir kavga sahnesi eklendi. Babanı evire çevire dövdüler. Birkaç gün sonra da çekimleri tamamlayıp, gittiler.
Sinemacılar gittikten sonra baban aylarca kafası kesilmiş horoz gibi etrafta dolanıp, filmin gösterime girmesini bekledi. Filmin Adana’ya geldiği gün, tüm arkadaşlarını toplayıp sinemaya gitti. Bekle, bekle, bekle… En sonunda babanın sahnesi gelince koskoca salon susa yazdı. Bir tokat, bir yumruk, bir tekme derken ağzı burnu kan içinde yere yuvarlandı. Sanki sanırsın bir araba dayağı yiyen baban değil başkası. Bir alkış koptu, ardından ıslıklar, bağrışmalar falan, herkes tebrik etmeye başladı. Film gösterimden kalkana kadar baban tüm seansları seyretti. Sinemacı Macit gene insaflı adammış, işi yüzüstü bırakıp gittiği halde ağzını açmadığı gibi, bilet parası bile almadan locaya buyur etti her seferinde.
Baban, filmin gösterimden kalktığı günün akşamı, –anana bir şey demeden– son otobüse binip, İstanbul’a gitti. İki ay sonra ilk mektubu geldi, ‘Yılmaz Ağbi’yi buldum. Onunla çok film yapacağız,’ yazan. Doğum haberin bile Adana’ya döndürmeye yetmedi, bir adını Taylan koyun dedi, o kadar! Figüranlıktan, set işçiliğinden ne para kazanacak da size yollayacak, sıkıştıkça benden isteyip durdu. Zamanla bir iki filmde yan rollerde görünür oldu da, ancak ondan sonra para istemeyi kesti. Eline üç beş kuruş geçtikten sonra da ilk iş olarak anana boşanma kâğıdı gönderdi. Anan, döneceğine inandığı, toz kondurmadığı kocasını, ancak o zaman defterden sildi. Hem de öyle bir sildi ki, izini bile bırakmadı. Hiçbir şey istemeden boşandı, evde ona ait ne varsa fakir fukaraya dağıttı. Nikâh resimlerine bile acımadı, hepsini yırttı attı. Ne bize ne de babasına muhtaç bırakmadı sizleri. Liseyi dışarıdan bitirip, Devlet Dairesi’nde işe girip, namusuyla parasını kazanmaya başladı. O hayta babanın ise filmlerdeki rolü büyüdü ama gün geçtikçe gözümdeki değeri küçüldü.”
Dedem, belki de anamın ısrarıyla bahsederdi, pek hazzetmediği oğlundan. Anam, ağzına almamaya yemin ettiği kocasından kendisi bahsetmezdi. Ama bir babam olduğunu bileyim de, bir daha ‘Ben piç miyim?’ sorusunu sormayayım diye, dedemi konuştururdu, belki de. Nüfus kâğıdımda yazan bir ismin ötesinde bir şey olsaydı… Ne bileyim, en azından bir fotoğrafı, bir çakmağı hatta bir kazağı bile olsaydı, inanacaktım bir babamın olduğuna. Ama Baba Adı hanesinde yazan bir isimden başka bir şey değildi, babam. Yeşilçam darboğaza girdikten sonra etrafı Amerikan filmleri sarmıştı. Senede iki elin parmakları kadar yerli film çekiliyor, onlarda da yönetmenler babam gibi eski usul alaylı oyuncularla çalışmak yerine okulluları tercih ediyordu. Zamanında onlarca filmde oynamış babamı bir kez bile izleyemeden koca delikanlı olmuştum.
Günlerim, tozlu sahada top peşinde koşmakla, okuldan kaçıp Seyhan’da yüzmekle, bir de piç diyenlerle dövüşmekle geçiyordu. Yeni gömleğimin parça parça olduğu, ağzım burnum kan içinde eve geldiğim o gün, mutfaktan aldığım ekmek bıçağıyla kapının ardında anamı beklemeye başladım. Eve girer girmez, “Neden bana yeni kıyafetler alıyorsun ana, neden?” diye bağırıp, üzerine yürüdüm. Anam, bir şey demeden öylece durdu. Kurbanlık bir koyun gibi, bıçağı boynuna çalmamı ister gibi kıpırdamadan bekledi. Bıçağı kaldırdım ama vuramadım, ayağının dibine fırlattım. Sonra da, “Ana, ben piç miyim?” diye ağlamaya başladım. Anam bana sarıldı öptü, birlikte ağladık. Ablam gelip, bizi o halde bulana kadar yağmur misali gözyaşı akıttık.
Bu olaydan sonra anamın yüzüne bakamaz olmuştum. Kendimi affettirebilmek için, artık okulu asmıyor, çıkışlarda top sahasına uğramadan doğruca eve gidiyordum. Yemekten sonra da, anamın ağzını açmasına bile fırsat vermeden kitabımı defterimi alıp ders çalışıyordum. Bıçağı yere fırlatmamın üzerinden bir ay kadar geçmiş olmalıydı. Anamla ders çalışırken, birden gözü televizyondaki filme takıldı. Sessizce, “İşte baban olacak şerefsiz, bu!” diyerek, başıyla ekranı işaret etti. Öylece bakakaldım. Görüntüler aktığı, babam çoktan ekrandan silindiği halde, ben dakikalarca onu görmeye devam ettim. Ardından yalınayak sokağa fırlayıp, “Ben piç değilim!” diye bağırmaya başladım. “Ben piç değilim!” Dedem, beni aşağı mahallede bulmasa, sanırım o gece evin yolunu asla bulamazdım.
Babamla ilk karşılaşmamdan sonra, her hafta Adana’nın sinemalarını dolaşıp, filminin gelip gelmediğine bakar olmuştum. Aylar sonra Kadir İnanır’ın başrolünü oynadığı bir filmin afişinde adını görünce sevinçten deliye döndüm. Bana piç deyip duran, mahallenin tüm çocuklarını toplayıp, kendi cebimden sinemaya götürdüm. Sabırsızlıkla babamın beyaz perdede gözükmesini beklemeye başladım. Onlar beleş sinemanın keyfini sürerken, ben azap içinde tek bir kareyi bile kaçırmamaya çalışıyordum. En sonunda tüm yakışıklılığı ve tüm heybetiyle babamı Kadir İnanır’ın karşısına dikilmiş görünce bağırmaya başladım. “İşte bu benim babam! Kadir’e tepeden bakan bu adam, benim babam!” Ondan sonra da her gördüğüm sahnede, “Allahına kurban!” diyerek tekrarladım. “Bu benim babam!”
Filmden çıkınca, herkes etrafımı sarmış, beni tebrik ederken, mahallenin iti Kazım, “Adı ne lan, babanın?” diye sordu. Büyük bir gururla afişlerdeki adını soyadını söyledim. Afişe baktı. “Lan oğlum, soyadınız bile tutmuyor. Olsa olsa ananın kırıklarından biridir, baban falan değildir bu adam!” diyerek iğrenç bir kahkaha attı. Anında diğerleri de onun yanına geçip, alaya, dalgaya başladılar. “Haftaya da Tarık Akan’ın filmi geliyormuş, baban belki odur. O filme de getir bir bakalım!” diyen Kazım’ın üzerine çullandım. Boğazına yapışmıştım ki, biletçilerle yer göstericiler elimden zor aldı. Çocukları dışarı çıkartılar. Beni sakinleşmem için fuayede oturtup, soğuk bir gazoz açtılar. O sırada yaşlıca bir adam geldi. Afişteki ismi kalemle çizip, üzerine Ahmet Saygılı yazdı. Raptiyeleri çıkartıp, afişi rulo yapıp katladı. “Sen Ahmet’in oğlu Taylan mısın?” diye sordu. Kafamı hafifçe sallayınca, konuşmayı sürdürdü, “Ben Macit Yılmaz, Sinemacı Macit diye bilirler beni. Baban yanımda az çalışmadı. Şu yukarıdaki makine odasında film oynatıp dururdu. Sonra kendisi de usta bir oyuncu oldu da, biz onun filmlerini oynatır olduk.” Yırtılan gömleğimi düzeltip, “Sen bakma arkadaşlarına, onların babaları ünlü değil diye seni kıskanıyorlar. Yarın arkadaşlarını al gene sinemaya gel. Bu defa bendensiniz, sizi en güzel yere oturtacağım. Bütün afişlerdeki o artistlik ismi de çizip, yerine babanın gerçek ismini yazacağım,” dedi. Şefkatle sırtıma vurup, afişi uzattı.
*
Elimde afişle dışarı çıktım. Kaldırıma serip, incelemeye başladım. Kadir İnanır’la Hale Soygazi birbirine bakıyordu. Babamın resmi yoktu sadece altlarda adı yazıyordu. Sinemacı Macit’in kalemiyle yazdığı adı, parmağımla okşamaya sevmeye koyuldum. Elimin terinden babamın ismi silinip bozulmaya başladı. Parmağım kalemin mürekkebinden simsiyah olmuşken, babam afişte kara bir leke olarak kaldı. Afişi buruşturduğum gibi, gördüğüm ilk çöp kutusuna attım. Ertesi gün sinemaya gitmedim.
Mehmet Fırat Pürselim
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR