Bilim ve felsefe arasında köprü olarak edebiyat / M. Tanju Akad
Özgürlük şiirlerinin direnişçilere moral vermek için kullanılması çok bilinir. Ancak Naziler de askerlerine Hölderlin’in eserlerini ve Niebelungenlied’leri dağıtmışlardı!
İkiyüzlü bir yaşam “standart” olmaktan çıkarılabilir mi? Her toplum sorunlarını çözerken farklı yollar geliştirir. Buna, “o toplumun kültürü” diyoruz. Toplum, bu yolları bazen kendisi bulur, çoğu zaman da başkalarından alır veya uyarlar. Böylece eğitimden evliliğe, bilimden sanata ve üretimden yönetim işlerine kadar hayatın bütün yönlerini kapsayan alanlarda, gelenekler mirası ile yeni olanın sürekli değişen bir karmaşası oluşur. Hukuk ve kurallar hiçbir zaman bu değişime yetişemediği ve esasen bazı toplumlarda da içselleşmediği için, yönetim ve meşruiyet sorunları hiç bitmeyen bir derttir. Kültür alışverişi içerisindeki toplumlar tarih boyunca bunu bazen işbirliği, bazen de çatışma ortamında yapmışlardır. Kimi zaman da bir toplum diğerleri üzerinde hegemonya tesis ederek kuralları ve hatta inançları zorla kabul ettirmiştir. Kanunlarıyla ünlü Hammurabi’nin, Babil tanrısı Marduk’u Mezopotamya panteonunda birinci sıraya yükseltmesi ile Rus Ortodoks papazlarının Kafkasya ve ötesindeki halklar üzerinde kurulan baskıda oynadıkları rol arasında yaklaşık otuz altı asır vardır, ama olayın özü aynıdır. Siyasi otorite başka konularda olduğu gibi, inanç konularında da kararı kendisi vermek ister. Tabii bu her toplumda farklıdır. Kimi toplumlarda son derece dolaylı ve karmaşık yollarla yapılır bu yönlendiricilik. Bu durum baskı altındaki insanlarda farklı tepkiler yaratır. Bir grup, karşı koymanın fazla anlamı olmadığı kanaatine vararak tam bir uyum içerisine girer ve hatta, baskı yapanların safında onlardan bile daha azgın bir baskıcı hale gelir. Rus milliyetçisine dönüşen Gürcü papazı Zugaşvili’nin milyonlarca insanı öldürmek için Bolşevik partisini kullanması bunun örneklerinden birisidir. Diğer bir grup ise inanmış gibi yaparak aslında yeni inancı kendisine uydurmaya çalışır. Bundan beş asır önce İspanyol engizisyonu, Hıristiyan olduğunu söyleyen Yahudileri sahte Hıristiyan oldukları itirafını almak için işkenceden geçiriyordu. Asıl amaçları ise servetlerine el koymaktı. Bu sırada rafizi inançların çeşitli takipçileri, Hıristiyan ve İslam dünyaları içerisinde katliamları atlatmaya çalışıyordu. İki yüzlülük belki insanlık kadar değil ama kesinlikle “uygarlık” kadar eskidir. Hatta, uygarlığın –birçok başka şeyin yanı sıra– insanları ikiyüzlülüğe alıştıran (ya da zorunlu kılan) bir aşama olduğu dahi söylenebilir. Buna karşı, insanlığın ikiyüzlülüğü hala “kötü” bir şey olarak görebilmekte olması da olumlu ve umut veren bir şeydir. Demek ki olumlu değerleri koruyan ve yeni nesillere aktaran kanallar var. Daha fazla ilerlemeden, edebiyat üzerine bir küçük not düşmek isterim. Edebiyatın sayısız fonksiyonu vardır, ancak bunun doğrudan bir sosyal araç olarak yaratılmaya çalışılması, edebiyatın kendisini tartışmalı bir şey haline getirir. Bu tür zorlamalar illa da her koşulda edebiyat dışıdır ya da anti edebiyattır demiyorum, ama en azından işi bu yöne saptırabilir, bu olasılığı çok artırır. Öte yandan, bir edebiyat eseri kendi başına değerini ortaya koyduktan sonra ister istemez sosyal fonksiyona sahiptir artık. İyi bir edebiyat eseri hayatın karmaşıklığının kavranması ve insanların yeni sorunları karşılamaya hazır hale gelmesine yardımcı olur. Daha dar anlamda ise, bunların geniş ahali kesimlerini etkileme aracı olarak nasıl kullanılacağı her toplumda düşünülmüş ve kurumsal olan (ve olmayan) eğitimin bir parçası haline getirilmiştir. Özellikle de, büyüyen devletler hem seçkinlerini yetiştirmek, hem de ahaliye moral vermek için edebiyatı nasıl kullanacakları üzerinde durmuşlardır. Totaliter ve/veya yayılmacılık ya da hegemonya peşinde koşan büyük devletlerin bu konuya –en azından olanaklarının çokluğu çerçevesinde– daha özel bir önem verdikleri söylenebilir ama en fakir halkların da destanları vardır! Özgürlük şiirlerinin direnişçilere moral vermek için kullanılması çok bilinir. Ancak Naziler de askerlerine Hölderlin’in eserlerini ve Niebelungenlied’leri dağıtmışlar. Puşkin’in 19. yy’ın Rus ihtilalcilerini nasıl etkilediği çok konuşulmuştur ama Mustafa Kemal’in kendi nesillerinin Tevfik Fikret’ten ne kadar esinlendikleriyle ilgili sözlerini hatırlayan fazla değildir. Yirminci yüzyılda işler hızla çok berbat bir hal almıştır. Bu felaketlerin birincisi Rusya’da ihtilalden sonra gündeme gelen “sosyalist gerçekçilik” trajedisidir. Bunu anmak bile insana acı verir ama Rusya’da bu yöndeki korkunç baskıya rağmen edebiyat eserleri çıkmaya devam etmiştir çünkü çok köklü bir gelenek vardır, ama birçok yazarın her eseri bir öncekinden kötü olmuştur. İkinci büyük felaket ise batı dünyasında büyük devletlerin sanat ve edebiyatı siyasi amaçlar için kullanmaya başlamalarıdır. Bu son derece geniş konunun araştırmacılar tarafından fazla değinilmeyen bazı yönlerini başka bir yazıda ele alacağım ama edebiyatçıları yönlendirdikleri ya da doğrudan satın aldıkları, sergiler ve kongreler tertipledikleri, bu alanda sayısız dergi ve yayın için büyük para ayırdıkları artık genel malumattır. Bu anlamda emperyalizm, edebiyatı da bir mücadele alanı haline getirmiştir. Son derece sevimsiz bir şeydir, ama ne yazık ki böyledir. Bu savaşı biz açmadık! Pekala, emperyalizm ve dünyaya yayılmış çömezleri ideolojik mücadelelerini sadece sanat, edebiyat ve medya üzerinden mi yapıyorlar? Tabii ki hayır. Onların boş bıraktıkları tek bir alan bile yoktur. Konu çok geniş olduğu için burada bilim ile sınırlayacağım. Bilimi ele almamın bir nedeni, ikiyüzlülüğün ve sahtekarlığın inanılmaz derecede yaygınlaştığı bir alan olmasıdır. İkincisi de hakim bilim anlayışının objektif olma iddiasıyla değerler alanını dışlamasıdır. Bilimin sadece ölçülebilir ve kantitatif olan şeylerle uğraşması gerektiğini, insani ya da toplumsal değerlerin bu kıstaslara gelmediği için bilimin dışında tutulması tebliğ edilmiştir. Bu yaklaşım, bilimi yönlendirmenin son derece ikiyüzlü bir girişimi olmakla birlikte, yüz yılı aşkın bir süredir yeterince sorgulanmadan kabul görmektedir. İkiyüzlüdür, çünkü bilim dünyası hemen her kararını sahip olduğu değerler, önyargılar ve çoğu kez son derece muhafazakar olan akademik gelenekler çerçevesinde verdiği halde, böyle değilmiş gibi davranmaktadır. Geleneklere ya da politikalara aykırı tezlerin araştırma konusu yapılmasına bile izin verilmemektedir. Bilim adamının sadece hangi konuyla uğraşacağı değil, araştırmasından beklenen sonuçlar bile ima yoluyla ya da doğrudan ifade edilmekte, aksi halde bursu ya da fonları kesilmektedir. Konu seçildikten sonra, veri toplama istenilen sonuca göre yapıldığı gibi, bulgular da seçici şekilde ele alınır, bazen doğrulukları hiç sınanmaz ve sonuçta ortaya bir bilgi çıkar. Bu bilgi, pratik olarak bilimi yönlendirenlerin (ağırlıkla ticari) amaçlarına uygun ise kullanılır, istenilmediği hallerde saklanır ya da göz ardı edilir. Tabii ki istisnalar vardır ama dürüst bilim adamının en büyük uğraşı önyargılar ve baskılarla mücadele haline gelmiştir. Sosyalist ülkelerde de sanat ve edebiyatta sosyalist gerçekçiliğin bilimdeki karşıtı olan proleter bilimi şeklindeki felaket hem onları birçok alanda geri bırakmış, hem de sayısız gerçek bilim adamının hunharca öldürülmesiyle trajediye dönüşmüştür ki, büyük genetik alimi Vavilov’un, parti şarlatanı tarımcı Lisenko’nun proleter buğdayı safsatasını alkışlamadığı için katledilmesi sayısız örnek içinde en bilinenlerdendir. Sanatta ve bilimdeki bu baskıcı anlayışların reel sosyalizmin çöküşünde küçümsenmeyecek bir rol oynadığı su götürmez. Bilim toplum içerisinde nötr bir alan değildir. Kendisi dışındaki amaçlara göre yönlendirilir. Örneğin kapitalizmin değer teorisi açısından incelenmesi akademik dünyada tabudur. “Onların değerlerine” göre kutsal piyasalara laf söyleyen bir tez yazılamaz bile, olsa olsa piyasa sorunları incelenebilir. Ya da, teknolojik gelişmelerin çevreci bir bütünlük yönünde ilerlemesine izin verilmez, bunun yerine tüketimi ve çevre tahribatını çoğaltıcı bir yönde ilerletilir. (Şirketlerin yaptıkları tahribatın binde ikisi kadar geri dönüşüm sağlamaları ise “çevreci şirket” ya da “yeşil etiket” gibi sahtekarlıklarla pazarlanır). Bilimde sahtekarlığın sonu yoktur ve ortaya çıkan bilgilerin niteliği çoğu durumda tartışmalıdır. Sosyal bilim alanı zaten bir felakettir ama örneğin ziraat fakültelerinde üretilen bilgilerin de bir kısmı yanlış veya en azından yönlendirici ya da engelleyicidir. Şimdi, şu soruyu herkesin düşünmesi gerekir: Sözde bilim yuvası olan üniversitelerde, bilim yapıyormuş gibi yapan milyonlarca talebeye niçin bilim felsefesi dersi verilmemektedir? Bilgi nedir? Bilimsel olan ve olmayan bilgi üzerinde neler söylenebilir? Bilimin sınırları nedir? Kıstasları nedir? Bunları üniversite mezunlarına sorun, alacağınız düzgün yanıt oranı yüzde beşi zor bulur. Sorun bakalım kaç üniversite mezunu “epistemoloji” terimini duymuştur ya da “semantik sorunlar” konusunda düşünmüştür. Durum paçalardan akan bir rezilliktir. Bilimin ne olduğu hakkında bir fikri olmayan yüz binlerce kişi sözde bilim yollarında dolanıp durmakta, daha doğrusu dolanır gibi yapmaktadır. Şimdi, bu insanlara yol göstermenin esaslı bir aracı felsefedir. Felsefenin temel alanlarından ikisi, epistemoloji ve etik, bu konularda düşünülmesini ve fikir sahibi olunmasını sağlar. Bunlar daha çok felsefeden bilime doğru destekte bulunur. Bilim ise felsefedeki temel konulardan bir diğeri olan ontoloji için destek sağlar. Ama bilim felsefesine giriş bile yapmamış olan insanların bu alanlarda kendilerini geliştirmelerini beklemek hayaldir; en iyi, hatta hayallerin ötesindeki bir olasılıkla, sözde bilimle uğraşan kitle içinde bu konulara ancak yüzde ikilik bir ilgi beklenebilir. Aslında yüzde iki de iyi bir oran olurdu, şayet gerçek olsaydı, çünkü bunlar olumlu değerlerin gündeme getirilmesi konusunda çevrelerinde yönlendirici bir işlev görebilirlerdi. Bundan çok umutlu olmadığımız için yüzümüzü edebiyata biraz daha fazla dönüyoruz. İnsanların bütün zaaflarına rağmen iyi bir toplumun mümkün olduğunu gösterdikleri için, yazar ve şairlerin yaşadığımız dünyanın değer karmaşasına ışık tutmalarını istiyoruz. Bunun nedeni onların dünya sorunlarına duyarlıkla yaklaştıklarını ve bunları yüksek bir ifade gücüyle anlattıklarını bilmemizdir. Edebiyatın da büyük toplum olayları karşısındaki gücü sınırlıdır. Edebiyat eleştirmeni George Steiner barbarlığın Hıristiyan hümanizminin, Rönesans kültürünün ve klasik rasyonalizmin geliştiği topraklarda hakim hale geldiğini söylemiştir. Auschwitz’i tasarlayan ve yöneten adamların Rilke ve Goethe okutularak eğitildiklerini ve okumaya devam ettiklerini, akşam da Bach ve Schubert dinlediklerini ilave ediyor. Etik felsefe eksikliğine değiniyor. Demek ki insani değerler gerici sosyal dalgalar karşısında yeterince güçlü bir baraj oluşturamıyor. Ama belki de bu eksik bir bakış, çünkü sonunda faşizmi yenen insanlar bu mücadeleye insanlığın büyük değerlerine sahip çıktıkları için katıldılar, dünyanın dört yanından ölümü hiçe sayarak bu işe koştular. Croce, 20. yüzyılın başlarında yayınlanan Estetik adlı kitabında bilimin fayda sanatın ise güzellikle ilgili olduğu görüşünü dile getirmiş, bilimin giderek (matematikleşerek) soyuta, sanatın ise bireye ve özgün olana, somut bireyde doğan felsefi evrensel sezgiye doğru götürdüğünü ilave etmişti. Bundan sonrası başka tartışmalarla dolu. Bu konu için beni ilgilendiren kısmı, sanatın (ve edebiyatın elbette) bireyi felsefi evrensel sezgiye doğru götürmesi. Bunun için illa felsefe okumak şart değil elbette (ama okusa daha iyi olur, o başka). Bu evrensel sezgi insanların değer sistemleriyle bağ kurmaktan başka ne olabilir? Kaldı ki felsefenin temel konularından olan etik de değerlerle ilgili değil midir? * İşte burada bir başka konu ortaya çıkıyor. İnsanların değer sistemleri bayağılaştırılmış bir sanat ve edebiyat ile yıkıma uğratılmaya çalışılıyor. Örneğin Nazi sanatını ele alalım. Bu kitsch döküntülerin doruğa çıktığı bir zevksizlik yumağından başka bir şey değildi. Dünyası bunlarla çevrili olan insanların her türlü pisliğe hazır hale getirilmeleri birazcık daha kolaydı. “İnsanaltı” dedikleri ırkları öldürebiliyor, hatta bunu yaparken Wagner ile coşuyorlardı. Kitsch sanat, günümüzde aynı anda 70 ülkede yayına sokulan pespaye TV programları şeklini alarak insanların manevi yoksullaşmasına hizmet ediyor. Böylece insanlar yaşam sevinci olmayan yarı gettolarda, fakirlikten çok daha aşağılayıcı olan sadaka beklentisine sokularak yüksek değerlere (örneğin sömürüye karşı çıkmak, bağımsız yaşamak, onurlu olmak) karşı duyarsızlaştırılıyor. Bazı konular, örneğin doğa sevgisi ise doğayı katledenler tarafından çarpıtılıyor, dağlar dereler yok edilirken çevrecilik musluktan akan damlaların sakınılması haline getiriliyor. Her şey sahteleşiyor. İnsanlar eğlenir gibi yapıyor, eğitim görür gibi yapıyor, bilimle uğraşır gibi yapıyor. Bütün hayatı “gibi yapmak” şeklini alıyor, adeta ”yaşar gibi” yapıyor. Bu çirkin dünyaya, sadece okuyarak görebileceğimiz bir dünya yaratarak karşı çıkamayız. Edebiyat, anlattığı dünyayı gerçeğe taşıyamaz, ama bunu tanımlar ve açıklarken insanlara bazı değerler kazandırır. Bilim adamını dürüst olmaya yönlendirecek olan -para beklentisi değilse- (ki şimdi maalesef çoğu bu durumdadır) temel değerlerine sahip çıkması olacaktır. Aslında bu sadece bilim değil, bütün diğer alanlarda da böyledir ama bilim için ayrı bir önemi vardır, çünkü bilim tarafsız olduğu iddiası gibi son derece büyük bir sahtekarlık içerisindedir. Alman üniversiteleri büyük geleneklerine rağmen Nazilere çok kolay teslim olmuşlardı. Bunun özel nedenleri vardır. Olmayanlar da binlerle sürgüne gittiler. Günümüze bakalım: Bilim dünyası büyük ölçüde satın alınmış, esasen ticarileşmiştir. Bir bilim insanı söyleyeceği şey için vicdanı ile para arasında sıkıştığını söylüyorsa, zaten iş bitmiş demektir. O vicdanını satmış, sadece gerekçesini söylüyordur. Söyleyeceği şeyi olan bunun arasına para lafı sıkıştırmaz, iş sadece bunun eleştirisi değilse. * Bilim ile felsefe günümüzde birbirinden uzaklaşmakta olan ve giderek kirlenen iki kıyıdır. Steiner’den bir aktarma daha yapalım: bilginin günümüzde iletilebilir hale gelmekten çıktığını, öte yandan yazarlar ve felsefecilerin de bizim bilimi anlamamızı sağlamaya artık muktedir olmadıklarını söylemiş. İnsanlığın bu temel bilgi ve düşün alanlarının birbirinden giderek kopuyor olmalarında ticarileşmenin çok önemli rolü vardır ama tek neden bu değildir. Yani bilimin ticarileştiğini pekala görüyoruz ama felsefede post-modernizm çıkmazını niçin aşamıyoruz. Bu tutukluğu aşmamız için önce kaynağını anlamamız gerekir. Anlamamız için de bu alanlar arasına köprü kurulması çok önemlidir, aksi halde bilgilerimizin referansı kalmaz. (Bilim ve felsefe birbirlerinin referansı olamadıkları zaman iş daha da kötüye sarar). Bu arada iki kıyının da kendisini temizlemeye başlaması gerekir. Ama post-modernist sözde felsefe bilime hangi desteği verecek veya bilimi hangi çıkmazlara sürükleyerek olumlu girişimleri köreltecektir? Ve, bu iki alana hakim görünenler birbirlerini, kendileri için mutlu, insanlığın çoğunluğu içinse mutsuzluk üreten bir çıkmazda tutarken, edebiyat aradan sıyrılarak neler yapabilir? Yani, başkalarında olmayan bir özelliği var mıdır da bu kadar dil döküyoruz. Evet vardır. Gerçek edebiyat, kurumların ve geleneklerin dışında bağımsız olarak kendisini geliştirebilen ve insanlara ulaşabilen bir özelliğe sahiptir. Bu özellik günümüzde çok daha önemli hale gelmektedir. * Edebiyatın rolü, kendi alanlarında temizliğe girişecek olan kişilere manevi güç takviyesi yapmak ve insanlığın binlerce yılda biriktirebildiği olumlu değerleri sahiplendirmektir. Bunun felsefe ile bilim arasında değer aktarmak için yeterli bir köprü olmayacağı açıktır ama küçümsenmeyecek bir faydası olduğu da yadsınamaz. Elimizdeki her araç artık daha önemli hale gelmiştir. İyi değerleri aktaracak olan “iyi edebiyatı”, güdülen, dolayısıyla “sahte edebiyat” karşısında hakim kılmak ise başka bir çabadır ama edebiyatın çok temel kıstasları vardır. Satın alınmış edebiyatçılar, ne kadar şişirilirse şişirilsinler orijinal ve samimi olma kıstaslarının dışında kaldıkları için çöplüğe gideceklerdir. Gerçek edebiyatı, nitelikli eserleri mutlaka desteklemeli, bunları salt “kutsal piyasaların” insafına bırakmamalıyız, çünkü “kutsal piyasa” artık yüzde doksan manipülasyon altındadır. Yani aslında artık piyasa bile değildir. Tıpkı postmodernizmin felsefe olmadığı (ya da çıkmazların felsefesi olduğu) gibi, ya da "performans kriterleri"ne sokulan bilimin etik değerlerden hızla uzaklaşması gibi! M. Tanju Akad Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR