Ben/cil metinler - İki
herkes gönül evini kendisi inşa eder Neredeyse gece yarısıydı uyandığımda. Yine de ne yataktan çıkabiliyor, ne de başımı yastığa koyabiliyordum. Uyku, eskiden başımı yastığa koyar koymaz annemin çocukluğumdaki gibi kendince ninniler söyleyip anında uyuturken beni, şimdilerde adeta düşman kesilmiş desem abartmış olmam. Sonunda direncim kırıldı ve yataktan çıktım. Salona geçtim. Üçlü koltuğa uzandım sessizce. Gözlerimi, açtığım pencereden içeriye koşturan güneşin ilk ışıklarından alamadım. Günışığı uyumadığımı anlamış gibi anında büyülemiş gibi beni çocukluğumun uykusuna teslim etti… Bir terapist gibi uyuttu beni. Nasıl ve neden oldu diye sorsanız da aklınızın alacağı türden bir açıklama yapamam, inanın. İşte sonrasında yaşadım anlatacaklarımı. Kim bilir belki de bir gün önce aşka, sevdaya dair konuştuklarımızdan dolayı, belki de sana anlattıklarımdan etkilendim, bilemiyorum. Ama ne olursa olsun sevdim bu gündüz düşümü. Sözcüklerimin gücü yeter mi o düşü anlatmaya pek emin değilim ama elimden geldiğince de düşüme sadık kalarak, onun bana duyumsattıklarını sana olduğu gibi aktarmaya çalışacağım. Açtığım pencerenin önünde bir kuş gördüm. Zümrüdü Anka Kuşu gibiydi. Masalların, efsanelerin, mitlerin o alımlı kuşu, öyle güzel, öyle büyük ve öyle alımlıydı ki… Dördüncü kattaki evimin yüksekliğinde, az ötemde, o yükseklikteki boşlukta duruyordu. Kanatlarını açmış, gözlerini gözlerime dikmişti. Daha ben ne olduğunu anlamadan, şaşkınlığımı üzerimden atamadan senin o tatlı, içtenli sesini ödünç almış gibi; sesine benzeyen bir sese konuştu benimle. ‘Seni almaya geldim,’ dedi. Adeta büyülenmiştim. Ne olup bittiğini, onu nasıl anladığımı sormadan, her insan hayvanlarla da türündekilerle konuştuğu gibi konuşabilirmiş ve bu da çok normalmiş gibi, sadece ona; ‘Nereye götüreceksin ve kim için almaya geldin beni?’ dedim. Uyumuyor da üçlü koltukta oturuyormuşum gibi. Dizimde de senin ve ikimizin olduğu bir albüm varmış. ‘Onun isteği bu, seni Sevda Ülkesi’ne götüreceğim,’ dedi. Onun dediğini duymamış, duymuşsam da anlamamışım gibi yalnızca kafamdakini söyledim yarı bilinçsizce, ‘Ama sen konuşuyorsun, üstelik de renkli ışıklardan bir kuşsun… Sevda Ülkesi de neresi ve o, dediğin de kim?’ dedim kendi duyacağım bir sesle. ‘O, senin için olmazı olur yapar, çünkü seni hep önde tutar, bilmez misin ve onun kim olduğunu nasıl bilmezsin?’ dedi. ‘Bu dediğin doğru mu gerçekten,’ dedim yalvarır gibi. ‘Doğru olmasaydı ben burada olmazdım. Ayrıca masallardan da mı bilmezsin benim konuştuğumu…’ ‘Evet, ama sadece masallarda…’ ‘İnsan yaşatırsa sevdiğine dair güzellikleri içinde masallar da gerçek olur; hadi zaman kaybetmeyelim de gidelim,’ dedi. ‘Tamam,’ dedim ve üçlü koltuktan kalktım. Albümü de koltuğa bıraktım. O kuşun sırtına bindim. Benden gözlerimi yummamı ve boynuna sıkıca tutunmamı istedi benden. İstediklerini yaptım. Gözlerini aç demediğim sürece açma, bu kesinlikle uyman gereken bir kural, demişti bana. Ne kadar sürdü yolculuğumuz hiç anlamadım, sanki gözlerimi yummamla açmam arasında hiçbir zaman aralığı yokmuş gibi gelmişti bana, gözlerini aç artık dediğinde. Konduğu yer adeta cennetti. Gördüğüm çiçekler, kuşlar, kelebekler, ağaçlar öylesine muhteşemdi ki… Çevremizde gördüklerimizden katbekat güzel ve ilginçtiler… Çimenler kadife kadar yumuşaktı. Gökyüzü masmaviydi. Sadece sesini duyduğum akarsu serinliğini yüzüme vuruyordu. Onu ve kendimi unutmuştum ki kuşun sesiyle kendime geldim. ‘Artık Sevda Ülkesi’ndesin,’ dedi ve de ekledi: ‘Daha sonra seni almaya geleceğim.’ O muhteşem kanatlarını açarak yanımdan göğe yükseldi ve ışığa karıştı, kayboldu. Ben de gözlerimi bu eşsiz manzaradan ve Sevda Ülkesi’nin gönül evlerinden alamadım. Etrafıma şaşkınlıkla bakarken burun buruna geldiğim melek yüzlü, kanatlı genci gördüm. Eril miydi, dişil miydi pek anlamadım. O da ben gibiydi ama ışıktandı. Yine de görebiliyordum onu. ‘Rehberinim senin,’ dedi ince ve sanki çok uzaktan kulağıma gelen bir sesmiş gibi sesiyle. ‘Eros musun sen yoksa?’ dedim heyecanlı biçimde. ‘Sizin dünyanızdan gelenler nedense beni hep ona benzetiyor, ama ben o değilim,’ dedi gülerek. Çimenlerde yürürken gördüğüm güzellikleri, görmediğim ama şarkılarını duyduğum kuşları nasıl anlatsam bilemiyorum. Yerimde olmanı çok isterdim demekten başka anlatamıyorum yaşadıklarımı. O an kuşlar en güzel düğünlerini yapıyorlardı sanki ya da şarkılarıyla beni karşılıyorlardı… Buradaki evler, gönül evleri bizim kanıksadığımız hiçbir eve benzemiyor. Hem evlerimiz gibiler hem de hiç evlerimiz gibi değiller… Nasıl anlatacağımı hiç bilmiyorum. Onca gönül evi ve doğal güzelliklerine rağmen bir insana rastlamadığımı fark edince ona sordum, ‘Burada kimse yaşamıyor mu?’ diyerek. ‘Çok dikkatli bakarsan görürsün, sorduklarını,’ dedi. Etrafıma, gönül evlerinin kendine has pencerelerine baktım alıcı gözüyle. Evlerin pencere gerisinde, bahçelerinde, sokaklarında adeta kendilerinden geçmişlercesine etrafına, birbirlerine ilgisiz insanlar gördüm. Gördüklerim ilgimi çekti tabii ki. Bir gönül evinin önünde, benle göz göze geldikten hemen sonra evine girmeye çalışan genç bir adam gördüm. Kapıyı açamadı bir türlü. Durmadan yüklenmesine, seslenmesine rağmen kapıyı açıp da girmedi içeri, içeride de birileri varsa bile onun seslendiğini ya duymuyor ya da evde hiç kimse olmadığından kapı açılmıyordu. ‘Gönül evlerinin kapıları vardır ama anahtarları da kilitleri de yoktur. İşte bu yüzden gönül evlerinin kapıları ancak içeriden açılır ve kapanır. Bu gönül evinin sahibi onu içeri almak istemiyor ama o bu gerçeği kabullenmek istemiyor,’ dedi Rehber’im. Ne diyeceğimi düşünürken oradan uzaklaştık. Geride bıraktığımız gencin sesini duymaz oldum. Oldum diyorum çünkü yanımdakinin duyma özelliği benim gibi mi değil mi hiç bilmiyorum. Yanlış anlamasın, saygısızlık olmasın diye de bunu ona sormadım. Az ileride sağımdaki bir gönül evinin kapısının önünde durana açıldığını gördüm. Rehber de gördü onun içeri girdiğini ve kapı biz eve yaklaşmadan kapandı. Ben nedenini sormadan Rehber anlattı olup biteni. ‘Bu gönül evinin sahibi ikna olmuş demek ki, bu yüzden kapıyı açtı kapının önünde durup seslenene. Mutlu olduklarında içeridekiler gönül evlerinin renkleri beyazdan pembeye, pembeden de kızıla dönüşür kendiliğinden… Bazen hep sarı kalır, bazen masmavi, bazen de yeşil ve bazen de kapkara olur gönül evlerinin renkleri içeridekilerin yüzünden. Beyazlaşanları, yani doğal ve olması gereken hâle gelebilen gönül evleri çok azdır maalesef… Renklerin dilinden analarsan hangi rengin neye karşılık geldiğini de bilirsin,’ dedi. Beyaz saflıktı. Başlangıçtı. Seçilme ve seçmeydi. Sarı ve mavi birbirini anlama ve olduğu gibi kabullenmekti, birlikte olunmasa da… Yeşil birlikte üremekti, olmaktı… Pembe ve kızıl da aşkın ta kendisiydi. Kara ise hayatı birbirine zehir etmenin sonucuydu… Her gönül evinin rengi sarı, yeşil, mavi, pembe beyaz ve kara da olsa parmak izimiz gibi kendine özgüydü. Aynı dediğimiz renkler bile aynı değildi burada. Gördüğüm ev beyazdan pembeye, pembeden de kızıla dönüşmüştü gözlerimizin önünde. Her renkten gönül evleri gördüm aradan zaman geçtikçe. Tuhaflaştım nedense. Bir başka gönül evi dikkatimi çekmişti. Biri, gördüğüm bu evden çıkmak istiyordu. Kapının kolu yoktu açabilmesi için. Sordum nedenini Rehber’e. ‘Ne yazık ki Sevda Ülkesi’nde böyle şeyler de oluyor. İçeri giren biri girdiği gönül evinden çıkmak istese de o evin sahibi izin vermiyor çıkmak isteyene. Çünkü bazı gönül evlerinin kapı kolları görünmez biçimde dışarıdadır, bu yüzden de ancak içeri alan çıkmak isteyene açabilir gitmesi için kapıyı,’ dedi. Üzüldüğümü, şaşırdığımı anlamış da konuyu değiştirmek istermiş gibi yapmaya çalıştı Rehber’im, ‘Senin dünyandakilerin de birer gönül evi var Sevda Ülkesi’nde,’ dedi. Heyecanlandım, meraklandım tabii. ‘Gerçek mi bu dediğin?’ diye sordum ona. ‘Tabii ki gerçek, hatta senin bile bir gönül evin var buralarda bir yerde diye tahmin ediyorum.’ dedi. ‘Benim bir gönül evim mi var yani?’ dedim şaşkınlıkla. Yanıt vermedi bana. Elimden tuttu benim. Peşinden merak içinde adeta sürüklendim desem yanlış olmaz, kuytu ve serin bir dere kenarındaki su görünümlü bir evin önünde durduk sonunda. Şaşkınlığıma şaşkınlık eklendi gördüğüm şey karşısında. Rehber’imin yanındaki ben, o su renkli evin kapısına sokulan beni gördüm. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Adeta dilimi yutacaktım. Eve yürüyordum. Kapıyı çalmak üzereydim. ‘Sen öyle san,’ deyince Rehber’im ürperdim birden. Çünkü içimden geçirdiğim şeyleri de bir biçimde anlıyor ve duyuyordu. Temkinli olmam gerektiğini öğrendim böylece… Dikkatli baktığımda gördüğüme inanmak istemedim. Sağ elimi kaldırıp kapıyı tıklatacağım zaman ev geriye gidiyordu. Ben bu yönde çabaladıkça ev geriliyordu ve ben bir türlü kapıyı çalamıyordum. Seslenmek istediğimde de sesim çıkmıyordu. Durduğum vakit de ev yerinde duruyordu… ‘Ne oluyor böyle?’ dedim Rehber’e. Gülümseyerek baktı bana. Bakışlarında güven verici bir yan vardı, sanki beni sakinleştirmek rahatlatmak istiyordu. Sesinde de aynı istek vardı konuşurken, ‘Daha yolu başındasın, yanımda gördüğün şeyler normal. Çünkü sevda emek, sabır ve yürek ister,’ dedi. ‘İyi de bu dediklerin bende yok mu?’ dedim, benden çıkan sese ben de yabancılaştım bir an, çünkü isteğimin, irademin dışında yalvarmıştım ses tonumla. ‘Tabii ki var sende de bunlar ama unutma, gönül evinin sahibi bilir ancak sana ne zaman açacağını kapısını, anladın mı…’ dedi. Ve ekledi, ‘Sabır acı ama meyvesi tatlıdır demiş ya büyükleriniz, işte öyle bir şey… İçerideki de bilir, duyar sözlerini, hatta senin onunla ilgili içinden geçirdiklerini de…’ Rehber susunca aniden kayboldu. Ne olup bittiğini anlayamadan kendimi bir anda Zümrüdü Anka Kuşu’na benzeyen kuşu karşımda, kendimi de kuşun beni getirdiği yerde buldum. Göz alıcı çimene, kuluçkaya yatmış anaç bir tavuk gibi çökmüştü. Bindim sırtına. Tutundum boynuna ve yumdum gözlerimi sıkıca. Göğe yükselişini, ileri uçuşunu ve yüzüne değen serinliği hissettim… Gözlerimi açmam için seslenince kuş, pencereden içeri gireceğim yerde neden ve nasıl olduğunu hiç anlamadan kendimi dördüncü kattan aşağı düşerken gördüm… Korkuyla uyandım. Üçlü koltukta sızmışım, albümün halıya düşmüş olduğunu gördüm gözlerimi açtığımda. Şaşkınlığımı üzerimden atıp albümü kaldırdım ve giyinmek için odama geçtim… İç paralayan bir öksürükle uyandım. Uyandım da yandım ve inandım gördüğüme. Çünkü yanı başımdaydın. Işığın odamı aydınlatmıştı. Hemen doğruldum. Gözlerimi ovuşturdum. Sana çaktırmadan çimdikledim kendimi. Düş değildi gördüğüm, sevindim. Ama bir yandan da aklımı kurcalıyordu o öksürük sesi… Nasıl olmuştu da senden gelmişti o öksürük sesi… ‘Sussan da gözlerinden okurum içinden benle ilgili geçirdiklerini,’ dedi ve ekledi içten sesiyle, ‘Derin uykundan uyandırmak için seni, taklit ettim sesimi benzeterek sesine ve öyle öksürmeye çalıştım. Bilirim ki en çok da insanın sesi gelir kendine korkunç, işte bu yüzden… Ve şaşırma düşüne de, nasıl odana girdiğime de… Işık camdan geçmez mi? İşte ben de ışıktanım, unuttun mu?’ ‘Nasıl oluyor da sen?..’ dedim. ‘Aklında olup bitiyor aslında bütün bunlar…’ dedi. ‘Olamaz, nasıl ya?!’ dedim. ‘Nasılını, nedenini de sen biliyorsun,’ dedi. ‘Peki, sence aklım neden yapıyor bana bu oyunları?’ dedim. ‘Sevdiğini yaşatırsa bir seven içinde, onunla ilgili tüm düşleri hep gerçek olur, belki de bu yüzden…’ dedi. ‘Çok değer verdiğim, sevdiğim biri olsa, onun bana geleceğini düşünsem, o yanımda ete kemiğe bürünür mü sence? Demek istediğin bu mu?’ dedim. ‘İsteğinin içtenliğine ve sevginin büyüklüğüne bağlın bu, yani neden olmasın; değil mi ki her şey bizde başlayıp bitiyorsa…’ dedi. ‘Sana inanmak istiyorum, bu yüzden de bir şey daha sorayım. Senden neden insan öksürüğü çıktığını içimden geçirmiştim, bunu da duymuş muydun?’ dedim. ‘Anladım, senin içinden geçirdiğini nasıl bildiğimi öğrenmek istiyorsun, bu bence kolaycılık kendin bul merak ettiğini,’ dedi. ‘Ketum olmak sana hiç yakışmadı desem…’ ‘Acı olmadan sevmek, tutulmak olmaz bence, bu yüzden yorma kendini, günü, zamanı geldiğinde içinden bana dair geçirdiğin tüm soruların yanıtlarının sende olduğunu anlayacaksın nasılsa…’ ‘Anladım,’ dedim ve sustum. Kuşa baktım. Başında topluiğne biçiminde çıkıntılar olduğunu o an fark ettim. Usulca sokuldum yanına. Benden uzaklaşmadı, kanatlarını açıp gitmedi. Ürkmüştü biraz. Daha da sokuldum ona. Gördüm başındakilerin birer iğne olduklarını. Acısının, inlemesinin bundan olabileceğini düşündüm, içim yandı; acıdım ona. Ağladım da içime usulca. Canı daha fazla yanmasın diye elimden geleni yaptım… İğneleri tek tek çıkardım başından. O an bozuldu büyü. Hayatımdaki tek güzellik ve fotoğraflarındaki gözlerine bakarak ölüm denen zalime severek ruhumu vereceğim dilber oldu karşımda o kuş; başındaki son iğneyi çıkardığımda. Yüreğimden akan sevinçli kopuş ve senin gülümseyen duruşun aklımı başımdan aldı o anda. Bir ucuna oturdun üçlü koltuğun, ötekine de ben oturdum. Anlattın bir masal gibi başına gelenleri. Dedin ki, ‘Evde yalnızdım. Canım da sıkılmıştı. Ağrılarım bedenimi mengene gibi sarıp sıkmıştı. O an kapımız çalındı. Açtım kapıyı. Güleç yüzlü komşumdu karşımdaki. Girdi içeri, salon aldım, konuştuk ağrılarıma ve sıkıntılarıma rağmen. Geçeceğine daha da arttı sıkıntım, acım. Midem de berbat olmuştu. Sorunca, üstümde bir kırgınlık var nedenini bilmedim, dedim. Sana ılık bir duş gelir, dedi ve beni çocuğuymuşum gibi ikna edip banyoya soktu. Ne olup bittiğini anlamadım desem, hiç abartmış olmam, inan. Annemden başka hiç kimsenin sırtımı sabunlamadığı, saçlarımı taramadığı hâlde ona bunlar için izin verdim. Beni yıkadı anlayacağın. Önce güzelce su döktü, masaj yapıp saçımı sabunladı. Bu arada sabun gözlerime girdi, acısını dindirmeye çalıştım tabii. Ben ondan su dökmesini istediğim sırada başıma ne yaptıysa, başımda büyük bir acı ve ağrı hissettim. ‘Sonunda muradıma erdim,’ dediğini duydum sanki ama anlamadım tam olarak dediğini. Sonra dedikleri netleşmeye başladı aklımda. ‘Sesinden ve yüzünden hep nefret ettim,’ demişti. Orman Büyücüsü oldu karşımda. ‘Binamızda benden başka güzel sesli ve yüzlü biri yok artık,’ dedi. O konuşurken ben de bir kuş olup banyo penceresinden çıktım dışarı. Gökyüzüne yöneldim. Bana ancak sen yardım edebilirdin, ilk aklıma gelen bu oldu. Sesin haberci kuşlarından öğrendiğim yolları izledim uçsuz bucaksız gökyüzünde… Yaşadığın yeri buldum. Camdan ışık gibi süzüldüm salona. Öksürükle uyandırdım seni… Sonrasını biliyorsun zaten… Sen, az zamanın kaldığını anımsadın. Bu zaman içinde bir şeyler yapmalıydık birlikte. Seninle evden çıktık. Seni sırtlandım. Güneş görünce ikimizi daha bir ışık saçtı üzerimize. Çiçekler daha bir güzelleştiler, koktular. Ağaçlar hızla yapraklandı. Caddeler, evler neşelendi. Seni deniz üstünden geçirdim. Kent ayaklarının altında bir renk cümbüşü oldu. Bu güzelliklerden ayırmadın gözlerini ve aklını da benden… Gün bitmek, ben de yorulmak bilmiyordum. Zaman hiç akmıyordu. Zamanı gizli bir el durdurmuştu bizim için sanki. Neredeyse beni kuş yapana sevinecektin. Sonunda an geldi. Renkler silindi. Gölgeler ordusu kente indi. Güneş çekildi. Acı ve hüzün slogan sevdalısı bir çocuk gibi sevincini kalbime kazıyordu. Eve döndük. Artık eskisi gibi olmuştum. Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR