Aşk ve Ölüm / Gülümser Heper
Felsefe Bölümünden sınıf arkadaşlarıydık. Gençlik yıllarımızın en değerli zamanlarını birlikte geçirmiş, aldığımız eğitimin bize sağladığı derinlikte çok şey paylaşmıştık. İnsan ruhunun inceliklerini, çelişkilerini, tutkularını, kırıklıklarını ilk olarak birbirimizde keşfetmiştik belki de. Mezuniyet sonrası hepimiz farklı şehirlere dağılmış, farklı alanlarda çalışmaya başlamış, bazılarıyla bağlantımızı koparmış, bazılarının izini kaybetmiş, bazılarıyla da telefonda da olsa iletişim kurmayı sürdürmüştük. Yıllar içinde birbirimizden aldığımız haberlerin çoğu gündelik hayatın sıradanlığı içerisinde “Aaa öyle mi?” diyerek geçiştireceğimiz cinstendi. Fakat günün birinde aldığım bir haber üzerimde derin tesirler bıraktı. Okuldan hem sevgilim hem de en iyi arkadaşım Süheyla intihar etmişti. Şiddetli bir intihardı üstelik. Ölümü engelleyecek bütün ihtimaller ayrıntıyla düşünülmüş ve tek tek ortadan kaldırılmıştı. Benim için tam anlamıyla bir şoktu. Öngörebileceğim bir şey değildi. O, çevremdeki bütün kızlardan farklıydı. Zekiydi, güzeldi, hoş sohbetti, mücadeleciydi ve hepsinden öte bir liderdi. Sosyal faaliyetlere katılır, dans eder, spor yapardı. Siyasi bir partinin öğrenci temsilcisi dahi olmuştu. Vurgundum ona. Bilirdi ona vurgun olduğumu. Beni sevdiğini de biliyordum. Tanımlayamadığım bir şey engel olmuştu birlikteliğimize. Zengin bir işadamıyla evlenmişti. Adamın zengin olduğunu öğrenmem, ilişkilerini ilk duyduğumda ruhumda oluşan o derin çatlağı biraz da olsa onarmıştı. Küçümsemiştim Süheyla’yı. Ama hiçbir zaman unutamamıştım. Bir üniversitede profesör olduktan sonra yeniden bağlantı kurma şansı elde etmiştim. Aynı şartlarda yaşamamız ve benzer aile yapılarına sahip olmamıza rağmen o alabildiğine ilerlemiş bense olduğum yerde kalakalmış, ailemin bana sunduğu yıkıntılar üzerine bir taş koyamamıştım. Başarısız bir evlilik yapmış, bir aile kuramamıştım. Farklı işlerde çalışarak ancak karnımı doyuruyordum. Karnımı doyuracak kadar para kazanmayı yeterli bulmuş, sonra da istediğim işi yapmaya başlamıştım. Neredeyse on beş yıldır çevirmenlik yapıyordum. Tam on beş yıl boyunca hayatımda değişen tek bir şey olmamıştı. Bir sinek kanadı kıpırdasa ilgi gösterecek kadar sükunete bulanmış olan ben, aldığım bu haberle şaşırıp kalmıştım. Yıllar içinde aşkımı hayranlığa dönüştüren bu kadının intiharı ve ölümü içimde yerleşik birçok düşünceyi altüst etmişti. En azından kendim için onun ölümünü sorgulayacaktım. Kim bilir belki de onun ölümünde kaybettiğim aşkımı arayacaktım. Belki de ölüm bir aşk kadar tutkuyla bağlı olduğu kendi gerçeğini, bu yolla bana anlatacaktı. Beni Süheyla’nın ruhuna götürebilecek bir insana ihtiyacım vardı. Şiddetle hem de. Kocasını düşündüm bir an. Düşüncesi bile korkuttu beni. Ne diyecektim adama? Ben senin karının arkadaşıydım dersem ne diyecekti ki adam bana? Deli olduğumu düşünebilirdi. Ya da küstah ve terbiyesiz. Ölü külleri deşeleyen bir adam! Ölünün odasında kendi acılarına, kırıklarına merhem bulmayı düşünen bir divane! Küçümseyerek bakacaktı muhtemel. Ya da ağır bir küfür savuracaktı bana. Kolay değildi göze almam. Kendimi cesaretlendirmem gerekliydi bir müddet. Cesaretimi kaybetmeden girmem gerekliydi evine. Cesaret de kaybı da anlık bir duygulanımdı benim için. O kısa anı kaçırmamak ve bir anda evinin kapısını çalıp kocasıyla konuşmak için Süheyla’nın evinin önünde dolaşmaya karar verdim sonunda. Ortak bir arkadaştan evini öğrendim. Çay yolunda bir villada oturduğunu söyledi. Sonunda aradığım evi buldum. Kapıcıdan yas evinin neresi olduğunu sordum. Önünde durduğumuz evi gösterdi. Adamın şüpheli bakışlarını sırtımda hissederek geri geri gittim. İçeri girmek için cesaret bulacağım güne kadar kapının önünde dolaşmaya karar vermiştim zaten. Onun kapısında dolaşmak tuhaf bir şekilde iyi geliyordu bana. Nasıl iyi geldiğini bilmiyor sadece hissediyordum. Evin hemen önündeki küçük bir parka oturuyor, onun da bu parkta oturduğunu hatta genç bir meşe ağacının altında kitap okuduğunu düşünüyordum. Bazen duyularım bana ufak oyunlar oynuyor, pencereden bana bakan sarışın bir kafa, köpeğini gezdiren ince bir siluet, bazen de yağmurlu bir gecede ağlayarak yürüyen bir kadın görüyordum. Bir keresinde evinin karşısındaki bankta saatler boyunca oturmuş ve bir anda kafayı yavaş yavaş sıyırmaya başladığımı düşünmüştüm. O öldüğünden beri içimdeki ruhun bir yabancıya ait olduğunu düşünür olmuştum. En zor anlarımda bile dengeyi korumuş olan ben yıllardır görmediğim bir kadının ardından bu kadar dağıtacak kadar deli olamazdım. Orada beklemekle içimdeki acıyı da dindiremiyordum. Yeni bir şey duymaya ihtiyacım vardı. Bana bir yol açmayacağını bildiğim halde yine ikimizin ortak kız arkadaşı olan Hülya ile konuşmaya karar verdim. Telefonda sesimi duyar duymaz şöyle dedi: -Öldüğünü duyunca ilk seni düşündüm. -Yapma ya! Neden? Sesimdeki şaşkınlığı algılamış olacak ki sordu: -Fuat’cığım tuhaf bir şey mi söyledim? Hepimiz ona vurgun olduğunu biliyorduk. -Kocası hiç aklına gelmedi mi? -Fuat saçmalıyorsun. Kocasını ne tanırım ne bilirim. Aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa olsun insanlar bazen tek bir şeyle hatırlanabiliyor. Benim aklımda kalan senle olan görüntüsü. Hülya haklıydı, aşkımız gerçekti, zamanla başka bir şekle dönüşmüş ama varlığını hep sürdürmüştü. Hülya konuştukça yüreğim bir kedi tarafından cırmıklanır gibi sızlıyor, hafif hafif de kanıyordu. Ancak Hülya kan içinde kaldığımı görmüyor, ısrarla devam ediyordu… -İnsan ölümü biriyle eşleştirir mi? Tuhaf bir şekilde senle eşleştirdim. Ne yapayım kızma bana. Sen arar aramaz eşleştirmemin doğru olduğunu düşündüm. Sizi hayat birleştiremedi ama ölüm birleştirecek gibi.
Telefonu kaparken ağlıyordum Bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Süheyla’ya olan aşkım ilk günden daha şiddetli bir şekilde boğazımı sıkıyordu. Süheyla’nın aşkı bir ölüm gerçekliğinde bana kendini hatırlatmış olabilirdi. Hülya bunu anlamıştı. Ben anlamamıştım. O anda bir karar verdim. Süheyla’nın kocasıyla konuşacaktım. Geceler boyunca kafamda konuşacaklarımı sıraladım. Eski bir dost gibi davranacaktım. Konuşurken adamın gözlerine bakacaktım, ne sesim titreyecekti ne de yutkunacaktım. Vereceğim en ufak bir açık bir ölüye saygısızlık olduğu kadar iki insanın yıllardır paylaştıklarına da saygısızlıktı. Bir kocanın ölen karısının ardından duyacağı en ufak bir güvensizlik hissi insani olarak beni yerle bir edebilirdi. Çok dikkatli olmalıydım. Önceden telefon açmam, telefonlarını bildiğim fikriyle şüphe oluşturabilirdi. En doğrusu çat kapı gitmekti. İçeri alırsa sorun kalmazdı, yok almaz ise yapacak bir şey kalmayacaktı. Bir Cumartesi öğle sonu evin kapısını çaldım. Sonunda Süheyla’nın kocası, Rasim’i görmüştüm. Orta yaşlı, esmer tenli, kalın dudaklı kahverengi gözlü bir adamdı. Hafifçe bir göbeği vardı, kırlaşmış iyi kesimli saçları ve parlak cildi orta yaşta bir erkeğin oturmuş güzelliğini yansıtıyordu. Jilet gibi ütülenmiş lacivert takım elbisesi, beyaz gömleği, siyah rugan ayakkabıları ve içerisinde petrol mavisi çizgilerin olduğu kravatıyla moda dergilerinden çıkmış kadar iyi giyinmişti. Adamın o heybetli ve oturmuş güzelliğinin yanında çirkin ördek gibi kalmıştım. Süheyla’nın böyle bir adamı seçmesi, güzellikten yana tercihini kullanması doğaldı. Evleri de tek kelimeyle muhteşemdi. Zeminler, ışıklandırma ve eşyalar her biri ince bir zevk ve estetik duygunun dışa vurumuydu. İçeri girdiğim andan itibaren gördüğüm her bir şeydeki güzellik ve estetik Süheyla’nın kendi gerçeğiydi. Süheyla’ya ait olan her şeyde bir azamet, bir güzellik, kısacası muhteşemlik vardı. Gördüğüm şeyler şaşırtmıyordu beni. Beni görünce o da şaşırmış gibi davranmadı, dostça selamladı, içeri buyur etti. Adamı bir gölge gibi takip ediyordum. Büyük bir çalışma odasına alındım. Çalışma masasının hemen yanı başındaki kocaman bir pencerenin önüne karşılıklı konulmuş iki deri koltuktan birini eliyle göstererek buyur etti beni. Gösterilen yere oturdum. Cevizden yapılma görkemli çalışma masasının üzerinde Süheyla’nın resmini anında fark ettim. Son yıllarına ait bir resim gibiydi. Resmin gençlik yıllarından farklı olduğu mutlaktı, değişime yaşlanmak diyemezdim, güzelliğine ilave olan bir sükunet, bakışlarına ilave bir hüzün ve yüzün incelerek daha bir küçülmüş haliydi. O gençliğe özgü, kanlı canlı, dolgun suratı artık daha bir uzun ve daha bir biçimliydi. Resme dikkatle bakmam Rasim’in gözlerinden kaçmamıştı, sordu: -Farklı mı göründü size resmi? -Evet. -Karşı duvardakine bakın, bir de şu yan duvardaki toplu resmin içindeki Süheyla’ya bakın. -Evet hepsi farklı. -İyi bir gözlemcisiniz. Hepsi farklıydı. Yaşlandıkça değişim muhteşem değil mi? Değişimin bu hızda devam etmesi tabiat kurallarına aykırıydı. -Nasıl başardı bu gelişimi? -Yaşımız ilerledikçe sağlığımızı kaybetme endişesi olarak tanımlıyordum kendi adıma. Sağlıklı yaşamayı bir ibadet gibi düşünmeye başladık. Sigara dahil bütün eski alışkanlıkları bıraktık. Doğal besleniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor, toprakla uğraşıyor, güneşleniyorduk. Aynen şehir hayatını bıraktığı gibi bir gün iş hayatını da aniden bıraktı. Nedir bu acele diye soranlara, okumadığım tonlarca kitap, görmediğim sayısız film, gezmediğim çok sayıda şehir var diyordu. Yapmak istediği şeyler önünde dağ gibi sıralandıkça geride kalan zamanın buna yetip yetmeyeceğini merak ediyor, ettikçe de sağlığına daha çok dikkat ediyordu. Bana göre önümüzdeki engelin birisi yaşlılık, diğeriyse ölümdü. Yaşlılığın getirisi olan her tür yitimin üzerine gitmek için birbirimizi tuhaf bir şekilde motive ediyorduk. -Anlattığınız tabloyla sonraki değişimi bağdaştıramıyorum. -Ben de bağdaştıramıyorum! Ölümsüzlüğü ararken, ölüme koşmak bu olsa gerek… Muhtemelen kandırıldım! Adamın söylediği son cümle sırtımda bir ürpermeye içimde bir bulantıya neden olmuştu. Bir an adamın benden şüphelendiği endişesine kapıldım. Endişemi derinleştirecek sözler peşi sıra geldi. -Kendimi bir aptal gibi hissediyorum, kocaman bir aptal, kandırılmış, uyutulmuş yaşlı bir aptal. -Bu fikre nasıl kapıldınız bilmiyorum. Belki ilk dönemin kızgınlığıdır. -Doğaldır! O benim otuz yıllık özgürlüğümü çaldı, beynimi, düşünce içeriğimi, hayata bakışımı, her şeyimi değiştirdi. Gitmesine seviniyorum artık. -Haksızlık ediyor olabilirsiniz, paylaştığınız şeyleri yok farz edemezsiniz. -Paylaşılanlar bir yanılgıdan ibaretse, paylaşım sayılmaz, bir deliliği paylaşmışız. -Delilik lafı gelişigüzel kullanılabilen bir kelime bence, deliliğin sınırı nerede başlar nerede biter tartışmalı bir kavram. -Bilerek kullanıyorum bu lafı. Bırakın biraz kızgınlık duyayım, bunu hissetmem doğal, ruhumun rahatlamaya ihtiyacı var, beni nasıl aldattı böyle anlamak zor. -Kimle veya neyle aldattığını düşünüyorsunuz? -Kendiyle azizim. O bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesi, sürekli bir şekilde daha ileriye daha da ileriye gitme dürtüsü, bitmek tükenmek bilmeyen hayata karşı açlığı, uyku dahi uyumadan sabahın köründe kalkması, zamanı altın bir tasta sunulan bir şarabı yudumlar gibi haz alarak içmesi… -Evet şaşılacak kadar hayata bağlı bir tablo çiziyorsunuz, kopuş nerede başladı, onu da aldatan bir şey mi vardı acaba? -Öyle! O gittikten sonra tüm odasını baştan sona aradım, bir iz bir ipucu için, sonunda bu mektuplar buldum, hepsi de ona, yani aşkına hitaben başlayan. -O dediğiniz kim? -Bilmiyorum alın okuyun bu mektupları, belki de sizedir. İçimdeki bulantı hissine birden ağır buz gibi bir terleme eklendi. Yüzümdeki değişim Rasim’in de gözünden kaçmamış olacak ki bir şey isteyip istemediğimi sordu. Bir bardak su rica ettim, beni kendime getirebilecek bir bardak su. Rasim cebinden çıkardığı bir mektup yığınını karşılıklı oturduğumuz koltukların arasına konmuş küçük yuvarlak masanın üzerine koydu, bana su getirmek için uzaklaştı. Orada öylece kalakalmıştım. Mektuplara dokunmak istiyor ama tuhaf bir şekilde korkuyordum. Mektuplara dokunmak bir ölüye dokunmaktan ziyade Süheyla’ya dokunmak gibiydi. Hem de kocasının yanında dokunmak gibiydi. Tuhaf bir şekilde utanç hissederek bekliyordum. Aldatan bir Süheyla’nın mektubu vardı karşımda. O mektupları okumak bir ölüye de saygısızlıktı bir yerde. Onları okuma fikri beni daha da utandırdı. Bu kez utandığım, Süheyla’nın bizzat kendisiydi. Bir ölüye dokunmak, onun birine itiraf ettiği şeyleri öğrenmek çok ağır bir alçaklık türüydü bir yerde. Mektup yığınını öylece bırakıp oradan kaçmak istiyordum. Bu adamın karısının gizli çamaşırlarını ortaya dökmesi de büyük bir alçaklıktı. Ona alet olmayacaktım. Tam masadan kalkmak üzereydim ki adam başımda durmuş bana tepeden bakıyordu. Elinde tuttuğu bir bardak suyu masaya bıraktı. Adamın bakışları kızgındı, öfke doluydu, o kadar doluydu ki bir anda varlığımı tehdit edecek birikime yol açtı. Ben de adama hiddetle baktım. -Kendimi bir ölü soyucusu gibi hissediyorum. Okumayacağım bunları. -Okuyacaksın Fuat, okumak zorundasın! Gerçekleri Süheyla’nın sesinden duymak seni neden bu kadar rahatsız etti? Adamın sözlerinde haklılık payı vardı. Beni suçlayarak olaya müdahil olmamı istiyordu muhtemel. Belki de acısını bölüştürüyordu. Ben Süheyla’yla yıllardır birkaç fikir alışverişi dışında bir şey paylaşmamıştım. Ama buraya kadar gelerek ölümüne müdahil olmuştum, bu ölümün bir parçasıydım. Okumadan gitmek kaçmak gibiydi, belki Süheyla’nın düşüncelerinde de gönderilmeyen bu mektupların bir gün sahibine ulaşacağı fikri vardı ve bu gizli amaçtı, mektubu okumaktan başka çözüm yoktu. Rasim tam karşıma oturdu, ben suyumu içerken kenarı yırtılmış zarflardan birisini bana uzattı, ellerim titreyerek aldım, sesim titreyerek okumaya başladım: “Sevgiliye… Hatırlar mısın? Bir keresinde bana Bellona diyerek hitap etmiştin. Nedenini sormuştum. ‘Hayatın zaferlerle dolu; fakirliğe karşı zenginliği, yokluğa karşı bolluğu, kimsesizliğe karşı çokluğu kazanmayı başardın’ demiştin. Başardığımı onaylanıyordun fakat sesindeki ironiyi birazcık da olsa fark etmiş ve sana soran bakışlarla bakmıştım. Bir çocuğa bakarcasına sevecenlikle bana bakmış benimle artık kuralsız oynayacağını söylemiştin. Kabul ediyorum demiştim. Senle gelen her şeyi kabul etmiştim, kurallı kuralsız… Sevgili, önemli olan sendin, seninle oynamaktan tuhaf bir şekilde zevk alıyordum, başardıkça bu zevk daha bir zirve yapıyordu. Başarmak seninle oyuna devam etmek için bana yollar açıyor gibiydi, sana kendimi ispatlamak gibiydi bir yerde. O gün kuralsız oynamaya da hazırım dediğimde şaka yapmıyordum. Oyundan ibaret bir hayatta beni kurallardan kuralsızlığa geçirme kararını neden almıştın anlamamıştım. Çok düşünmüştüm bunu. Kuralsız oynamak seni çok az görmekmiş, sensiz oynamakmış, anladım. Seni görmedikçe çıldırmaya başladım, artık yeni bir amacım vardı, seni aramak ve bulmak…” Şaşırmıştım. Süheyla’nın amaca dönüştürdüğü tutkusu her neyse ölüme götüren de o olmuştu muhtemel. Burada yazılanlar korkunçtu. Yeni başlayan bir ilişki değildi bu. Yaklaştıkça derinleşen bir ilişki ve zirve yapan bir haz vardı. Sonrasında ani gelen bir kopuş ve ardından gelen ölüm… Rasim yüzüme bakıyor ağzımdan çıkacak sözcükleri bekliyordu. Yüzü biraz şişmanlamış gibi geldi bir an, biraz da yaşlanmış. Süheyla’nın yokluğunda o da kuralsız oynamaya başlamıştı belli. “İlginç” dedim sadece. Rasim okuduğumu yeterli görmemiş olacak ki bir mektup daha uzattı elime, oku dedi. “Aşkıma, Sana ait birçok gerçeği kendimde paylaşıyordum aşkım. Efendilik, iktidar ve kudret. Bir haz çukuruna düşmüş gibiydim. Paylaştıkça artarak katlanan bir haz. Sende olup bana tesir eden bu hisler benliğimin tümünü kontrolüne geçirmişti. İçerim tıka basa senin özelliklerinle doldurulmuştu. Yaş deriden bir torba gibi hissediyordum, tıkıştırdıkça güçle, gururla doluyordum. Giren her şey yerini seviyor, milim yerinden oynamıyordu. Bunun bir facia olduğunu sen gidince iyice anladım aşkım. Beni mutsuz görmüştün bir gün hatırlar mısın? Cevabını bildiğin şeyi soruyormuşsun. Mutsuzluğumun gerekçesini anlatmak zor gelmişti bana. Kelimelerin yetmediği yerde ağlamıştım. Hissettiğim kudret gözyaşlarıma engel olamamıştı. Hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamıştım. Şefkat dilenmiştim senden. Ağlarken saatlerce bana bakmış bir yudum şefkat vermemiş, yüzünü çevirmiştin benden. İnsan kendinde olanı verirmiş, sende yok demiştim. Kızmıştım sana, şefkatsizsin demiştim, hatta ileri gitmiştim merhametsizsin demiştim. Ah şimdi bunları düşünmek çok acı geliyor bana aşkım. Senden aldığım şeylerle bir iktidar kurdum kendime. Var olanı değil yok olanı gözüme sokman için gitmen gerekliymiş. Verdiğin son dersmiş bu. Affet beni aşkım, hakaretlerim için affet. Artık sen gelmeyeceksin, ben sana geleceğim… Rasim bir üçüncü mektubu uzattı… “Aşkım gelmeye karar verdim. Bu karar beni çok rahatlattı. Günlerce aylarca kıvrandım, tüm bedenim yokluğunun ıstırabıyla doldu, acı lif lif yüreğime beynime işledi, içimdeki hayvancıklar lime lime döküldü, acıdan kavruldum. Sonra sonra birden bir sabah vakti acılarım şahlandığı bir anda bir at yanıma geldi, terkisine beni aldı ve birlikte uzun bir yola gittik, gittiğimiz yol sana gelen yolun başıymış meğer. Daha yolun başındayken bu yola sokmak için beni terk ettiğini anladım, sevgilim geleceğim kararlıyım… Bir başka mektup: “Sevgilim, bu beden ruhumu esir almış, bu beyinse düşüncelerimi, acilen özgürleşmem lazım, kokuşmuş bedenimden ayrılan ruhumun özgürleşeceği ana yaklaşıyorum, iktidardan, efendilikten, kudretten ibaret terkimi boşaltma zamanım geldi. Hesapsızca doldurulan bir terki, kontrolsüzce harcanan bir hayat, daha hep daha çok alan, doldurdukça acıkan bir kudret. Yanlış öğretiler, yanlış bir yaşam, yanlış bir beden… Ah her bir şey bana ait olan her bir şey ne kadar da yabancı. Ah giderek beni terk ederek ihtiyacım olan şeyi öğrettin bana, ne kadar akıllısın sevgilim, seni yönetmeye yönlendirmeye kalkışmam ne büyük aptallıktı, seni sadece kudret iktidar ve güçten ibaret düşünmem ne büyük bir çıkmaz sokaktı, gittiğinde bunlar yetmemeye başladı. Sonunda anladım, ihtiyacım olan şey biraz merhamet, biraz sevgi, biraz bağışlanmaydı; iktidarla dolu terkimde koyacak yer kalmamıştı. Tek yol vardı, ruhumu özgürleştirerek terkimi boşaltmak, o gün bugün, sana geliyorum aşkım.” Mektubun tarihine baktım. Süheyla’nın öldüğü güne aitti. Su akmış ve yolunu bulmuştu.
Gülümser Heper
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR