Son Dakika



17.10.1960
Düşümde, Denizli'deyim. Sıkıyönetim Komutanlığı'na tayinim söz konusu oluyor. Tayin olursam, ihmal edilmiş bazı işleri halledecektim...
Dün kahveden, akşam vakti gelmiştim. Gaz lambasını masaya koydum. Camını çıkarıp küçük bir bez parçasıyla sildim. Kibrit çakarak lambayı yaktım. Camını taktım. Işığını açarak, yerine koydum. Perdeyi çektim. Öğleyin getirilen yemek tepsisini mutfaktan getirdim. Bir kapta kalan yemek ve yoğurtla nefsimi körletecektim. Lambanın camı, borusunun geniş kısmıyla birleştiği yerden, çıt diye kırıldı. Ayrılan parçalar, çulun üstüne düştü, Bereket versin, parçalanıp dağılmadı, Alevin dumanı yayvanlaşarak yükseldi, Gaz kokusu da arttı. Fitili kıstım. Lambayı alarak, mutfağa geçip bir mum getirdim. Masadaki sigara tablasına koyduğum mumu yakarak lambayı söndürdüm, Yemeğimi yedim.
Kahveci bugün, sabahları merkeple kasabaya odun satmaya gidenlerden birine, beş numara bir lamba camı getirtivermişti, Camı alırken, “Hoca, lambayı nasıl yakıyorsun?” dedi. Şaşaladım. “Nasıl yakacağım?” diyerek anlattım. “Hoca, lambayı yakınca, ışığını çok açma. Cam, biraz ısınınca açarsın,” dedi. Cam, birkaç gün önce de kırılmıştı. Akşam lambayı yakınca, fitilini fazla açmadım. Duvara usulca astım. Işığını, yemekten sonra kitap okumak için açtım. Anladım ki cam, ışığı birden açınca kırılıyordu. Bizim evde de gaz lambası vardır. Ama lambayı anam yakardı. Deneme yanılma yoluyla öğrenme, öğretmene pek yakışmıyor. Eğretiliğimin göstergesi gibi...
Bu satırları, gece saat 11'lerde yazıyorum. İddialı olduğum halde, üniversite sınavını kazanamamıştım. Son sınıftaki şiddetli baş ağrıları sarsmıştı beni. Kendimi dağıtıp zayıflamıştım. Öyle olduğu halde, yalnız teknik üniversite ve mülkiye sınavlarına girmiştim. İkisini de kazanamadım. O okullara, sınıf arkadaşlarımdan girenler olması, aşağılık duygumu depreştirdi. Derken, Milli Birlik Komitesi'nin, lise mezunlarının asker öğretmenlik kararı çıkı. Komşu (A...) iline verilmiştik. İl merkezinde, bir haftalık eğitim kursuna katıldık. Kurs sonunda çekilen kurada bana, Kuyubaşı Köyü çıktı. On gündür buradayım...
Okumaya yazmaya yatkın ve çocuk tabiatlı olduğumdan, pek zorlanmıyorum. Ama yoruluyorum. Nane mollalıktan, günlük hayatta, olmadık zorluklarla karşılaşıyorum. Çok okuduğum halde, kahvede iki laf edecek konu bulamıyorum. Bana sorular sorulmasını istiyorum; ama soran yok. Aval aval bakışlar ve kendi aralarında kâğıt oyunu...
Köydeki ilk günüm. Kahvedeki hoşbeşten sonra, nereli olduğum soruldu. Kasabamın adını söyleyemeyeceğimi hissetmeye yim mi? “Hele vilayetimin adını öğrenin de” diye, geçiştirmeye çalıştım. Ama ikinci soruda, ekeliye kekeliye söyledim. Düzeltircesine tekrarladılar. O gün bu gündür, söylemekte güçlük çektiğim kelimeler arasına katıldı. Tekleme, yorgunluk ve maneviyat bozukluğu halinde artıyor. Bu köylü olan imam, durumu kavradı.
Yeni biri, sorar sormaz, söyleyiveriyor, adı. Dün, zayıf yüzlü, sakallı, kambur bir yaşlı da sormaz mı? Kâğıt oyununa katılarak, duymazdan geldim...
İlkokul devresinde yoktu, bu. İyi hatırlıyorum. İlkokulu bitirdiğimiz yılın yaz başında, öğretmen okulu sınavına girmiştik. İlk günkü Türkçe sınavı, çok iyi geçmişti. İkinci günü sabahı, matematik sınavı salonunun önünde bekliyorduk. Şimdi hatırlayamadığım bir konudaki tartışmaya katılmıştım. Yakınımıza yaklaşan, öğretmen okuluna en çok öğrenci göndermekle ünlenmiş bir köy öğretmeni, “Sen, hatipsin be!” demişti, bana. Sınavdan çıkarken de “Hatip, ne yaptın?” diye sormuştu. Bir hususu belirteyim. Geçen beş yılda, nerdeyse, kekeme oldum. Bazı kelimeleri söylemekte zorlanıyorum.
Geçen gün akşam yemeğinden sonra, gençten biri ziyaretime geldi. Konu bulmak, konuşmayı sürdürmekte sıkıntıya düştüm. Nelerden bahsedebilirdim ki... “Gazete okuyayım,” dedim. Bir patır kütürdür gitti. Heceleri geveliyor, yutuyordum. Çok üzüldüğümü sanma. Adeta hissizleşmiştm. Konuşma ve okumada, akıl almaz bir düşüş yaşıyordum. Sınıfta, düzgün konuşabildiğim günler sayılı. Sesim de kısık. Bir derdim de bu...
Bu satırlardan önce, bir mektup yazdım. Mektubun ikinci nüshasını aşağıya aldım. Karbon kâğıdı koyarak, iki nüsha halinde yazacağım mektupların ikinci nüshasını, günlük defterimin arasına koyarak muhafaza edeceğim. Mektup benim için, günlük yazma gibidir. İçimi döküp rahatlarım...
Sevgili Cemal
17.10.1960
Sabahleyin, Nurullah Ataç'ın “Okuruma Mektuplar”ından bir parça okudum. “Her yazı, hikâye, şiir, bir mektuptur,” diyor. Düşünceler, gözlemler, anılar aktaran. Asıl mektup, “içtenliği ve gelişigüzelliğiyle,” öbürlerinden ayrılırdı...
Şehre indiğimde, kitapçıda gördüğüm bazı kitapları, dergile, ni alamadığıma, okuyumadığıma üzülürüm, Doğunun Sorunlar, adlı hitapla birlikte gönderdiğim Forum dergisini görünce, hayıflanmam artmıştı, Sana, 100-150 liralık kitap alıp göndermeyi geçirdim içimden, Sonra öderdin bedelini, Ama gereksiz bir gayret, hayatına yersiz bir müdahale, diye düşündüm. Vazgeçtim.
Kişisel dertler, boş düşüncelerden kurtulmalıyız. Sosyal gelişmenin dışında kalamayız. Halkın yoksulluktan kurtulması çabalarına katlmalıyız. Yasalar, neden kâğıt üstünde kalıyor Atatürk'ün toprak reformunu yapamayışı, köy enstitülerinin kapatılması, kabul edilemez hatalar olmuştur. Bunlar hakkında, okuyup düşünmeliyiz. Aydın olmanın gereği budur.
Biraz toparlanabilsem... Berber koltuklarından capcanlı kalkarım. Zaman zaman coşar, meydanlarda nutuk atabilecek gücü hissederim. Ama genellikle yorgun, hissizim. Burada, toparlarmaya çalışacağım. Selamlarımla.
Fuat Çınar
20 Ekim 1960
Düşümde, Denizli Lisesi'ndeyim. Yatakhanede, dolabımı bulamıyorum. Bazı arkadaşların, durumu fark ettiklerini biliyo rum. Ama, kimseye bir şey söylemiyorum.
Bu düşün gerisinde, şu olay var. Lisede, eşya dolaplarının bir kısmı, yan bloktaki laboratuvar koridorunun bir kenarında, sıra lanmıştı, Bir arkadaşımla birlikte kullandığımız dolap da oraday” dı. Ortaokuldayken, bir teneffüste, dolaptan bir şey alıyordum: O sırada, koridordan geçen müdür, dolabın önünde durdu. Eşyaların düzensiz şekilde konulduğunu söyleyerek, yüzüme bi tokat aşk etti. Afallamıştım. Kızmıştım da...
İkinci düşümde, gene lisedeyim. Müdür ve yardımcılarını” odalarının bulunduğu, ilk katın ön taraftaki koridordayım.
Yanımda olan, sınıf arkadaşım Neslihan, bir odaya girip soruveriyor. Görüşmek istediğim müdür yardımcısı, ertesi gün, öğleden sonra gelecekmiş. Neslihan'ın üzerinde, bolca bir mont var. Montunun güzel olduğunu söyledim. Gülümseyerek teşekkür etti...
40 öğrencim var. Her gün, bir öğrenci evinden yemek geliyor. Öğleyin, sıra kimdeyse, o evin kadını, kızı getiriyor. Tepsi içinde, genellikle iki sahan yemeğin yanında iki üç yufka oluyor. Bir de tahta kaşık. Benden önce iki hafta kadar çalışan vekil öğretmene de getiriliyormuş. Bekar, bir başına gelen öğretmene “garip” diyorlar. Kahvede çay parası da verdirmiyorlar. Geçen gün, çay içtiğimiz masada, “bir de ben vereyim,” dedim. Yaşlı Halil Ağa, “Hoca, sen bir kişisin,” dedi. “Herkese çay ısmarlayacak olsan, maaşın yetişmez. Biz, bir sürü kişiyiz. Her gün birimiz sana çay ısmarlasa, kimseye dokunmaz.”
Köy küçük. 60 hane kadar. Ama beş tane mahalle odası var. Üçü tek katlı olan binada, genişçe bir oturma odası. Bitişiğinde, oda hanaysa altında ahır vardır. Avlusunda da bir yüznumara var. Bunların üçü işliyormuş. Yanan odaya yolcu, çerçi, cambaz inince, akşam yemeği vakti, mahallenin “hane sahibi” denilen birkaç evinden, yufkayla birlikte birer kap yemek getiriliyor. Başhaneden “mendil” denilen sofra bezi ile birlikte, bolca yufka ve kaşıklar da. Hane reisleri, akşam yemeğini misafir ile birlikte yiyorlar. Buradaki ilk akşam yemeğini, muhtarın odasında yemiştim. Yemekten sonra, günlük işlerden askerlik hatıralarına kadar uzanan, tatlı bir sohbet yapılmıştı. Kış akşamları, mahallenin hane reisleri, delikanlılar odalarda olur. Yaşlılar, ocak başına, sedirlere oturur. Gençler, geriye, kapıya doğru. Dereden tepeden başlayarak yarenlik edilir. Delikanlılar, kışın “ferfene” denilen yemekli eğlencelerini, odalarda yapar. Muhtarın mahalle odasına, “muhtar odası” denilir. Tahsildar, jandarma bu odaya gelir...
Öğleden sonra sınıfa, şık giyimli, fötr şapkalı bir adam geldi. İlk anda, müfettiş sandım. Kibar, mültefitti. Armağan olarak üç kitap getirmişti. Birisi, Beyaz Zambaklar Diyarında adlı bir eğitimci romanı. Masa başındaki sohbetimizde, eğitimin önemine işaret etti. “Çocuk, dikenli, yabani bir bitkiye benzer. Eğitim, onu şekillendirip geliştirir. İnsanı insan yapan eğitimdir.” Kasabaya gelişimde, oğlunun dükkanına uğramamı, bir sıkıntım olursa kendini aramamı söyledi. Telefon numarası olan kartını da verdi.
Hediye olarak kitap getiren, eğitimin öneminden bahseden yaşlıca adam gidince, kim olduğunu büyük çocuklardan öğrendim: Köyün ağalarındanmış. Okul ile daima ilgilenirmiş. Kitap dolabındaki kitapların çoğunu da o getirmiş. Evindeki kitaplığı da meşhurmuş. Köydeki geniş arazisini üç ortakçısı işlermiş. Muhtar da köyün işlerine, insanların dertlerine çare bulunma sında yardımcı olduğunu söyledi. Babacandı. Adı, Hüseyin Balaban. Ama Balaban Ağa diye tanınırdı. Memur gibi şık giyinirdi. Temizliğe, intizama düşkündü. Kasabada, bir devre belediye başkanlığı da yapmıştı. Sokakları genişletmiş, düzgün taşlarla kaplatmıştı. Çarşıya güzel bir park yaptırmıştı. Yazın köylüler pazara gittiğinde, o parkta soluklanırlardı. Dokumacılar kooperatifi başkanı iken, üyelerden alınan yardımlara, esnafın kat kısını ekleterek okul yaptırmıştı. Şimdi, Maarif Memurluğunun da bulunduğu okulu. Cömertti. Yoksullara yardım ederdi. Daire amirleri, hâkim ve savcılarla düşer kalkardı. “Kendinden büyüklerle oturup kalkacaksın ki bir şeyler öğrenesin” derdi...
Kasaba, belediyelik yerleşme yeridir. Sözlükte, “küçük şehir” diye tarifi vardır. Şehirde, başında kaymakam veya valinin bulunduğu hizmet birimi olan daireler, müdürlükler ile adliye ve askeri kuruluşlar vardır. Ancak günlük hayatta, il merkezine şehir, ilçe merkezine de “kasaba” denir. Ben de ilçe merkezini “kasaba” diye anacağım. Bir hususu belirteyim.
Büyükçe olan bizim köy, 1950'lerde belediye teşkilatı kurularak, kasaba olmuştu. Ama halk, köy söylemini sürdürüyordu.
Günlük hayatta, konuşulurken, “köy, bizim köy” diye bahsedilir. Ne köy olur ne kasaba sözü, “Ha köy olmuş, ha kasaba” şekline dönüşmüştü...
25 Ekim 1960
Kimyadan sözlü sınavı var. Son derse çalışamamıştım. Dersi de anlayamamıştım. Başım, kazan gibi, ağrıyordu. Tahtaya çıkınca, denklem formülünü çıkarmakta zorlanacaktım. Hoca hanım alay edecekti gene. “Ne oldu Çınar? Sen bunları bilirdin” diyecekti. Yılan bakışı gözleri üzerimde olacaktı. Yüzünde alaycı bir gülümseme.
Geçen yıl, elektroliz bahsinde bilgisini sorgulamaya kalkarsın ha. Soruma celallenmişti. “Biz bu dersleri, fakültede öğrendik” demişti. Amacım, hoca hanımın bilgisini sınamak değildi. O bahsi bildiğimi gösterecektim ya. Derste yarıştığım arkadaş öne çıkmıştı. “Ben de varım,” demek istemiştim. Ama yanlış anlaşılmıştım. Korktuğum derste, arkamdan gelen karnede 10 numara aldığımı görmüştüm. Korktuğum hoca hanımdan.
Müzmin baş ağrısı çekiyordum. Derslere, eskisi gibi çalışamıyordum. Tekliyordum. Ama kuyruğu dik tutmaya çalışıyordum. Sınavda, hoca hanımın, “Sen bilirsin bunları” diyerek, hıncını çıkarmasından çekiniyordum... Uyandım. Terlemiştim. Gene, bir sınav karabasanı... Köydeydim. Lise, sınavlar geride kalmıştı. Şimdi, ben soruyordum. Karışanım marışanım da yoktu. Ama, sınav kaygısı bitmemişti. Düşlerime giriyordu...
Freud, “Her rüyada, bir önceki günün yaşantılarına bir temas noktası bulmak mümkündür,” demiştir. Düşlerimi, günlüğüme kaydediyorum. Bunların, geçmişimdeki izlerini bulmaya çalışıyorum...
30 Ekim 1960
Dün sabah, bayram kutlaması yaptık. Okulun önünde, kü, çük çam dallarıyla süslü ağaç direklerden kurulu, tak yapılmıştı, Yaşlı ve gençlerden yirmi kadar kişi gelmişti. İstiklal Marşı'ndan sonra, Cumhuriyet'in kurulmasına dair kısa bir konuşma yap. um, Çocuklar şiirler okudu. Burada şiir okunmasına, konuşmaya çok önem veriliyor.
Geçen hafta, öğleden sonraları, sınıfta, şiir okuması provaları yapmıştık. Birinci sınıflar dışında, her öğrencinin ezberlediği bir şiiri vardı. Üçüncü sınıftan bir çocuğun şiir okuması şenlikli oldu. Necmeddin Halil Onan'ın “Bir Yolcuya” adlı şiirinin ilk mısrası, “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak”tır. Çocuk şiir okumaya, “Dur yolcuya bir yolcu” şeklinde başlıyordu. “Bak, “Bir Yolcuya? deyip bir nefes alacaksın. Sonra, “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak? diye devam edeceksin,” diyorum. O yine, “Bir yolcuya dur yolcu” şeklinde okuyor. Çocuklar gülüşüyorlar. Yeniden başlatıyorum. Doğru şekilde okumasını öğretene kadar, akla karayı seçtik.
İkinci sınıftan bir çocuğa, Orhan Veli'nin “Ağacım” şiirini vermiştim, O da okumuştu. Sonra öğrendim. Babası, şiiri beğenmemiş. İri yarı, gür sesli adama göre, kahramanlık şiiri olmalıymış. Uzunca. Çocuk işi gibi değil...
1 Kasım 1960
İlk aylığımı aldım, geçen ayın farkıyla birlikte. Muhtar ile birlikte gitmiştik kasabaya. Muhtarın tanıdığı bir dükkândan, taksitle Grundig marka bir çanta radyo aldım. Kol saati, bir gazocağı, çaydanlık, yarım düzine çay bardağı, kaşık, çatal ve benzeri mutfak malzemeleri. Çay, şeker, kolonya. Kasabanın pazarıydı. Biraz da meyve aldım. Muhtarla birlikte, Balaban Ağa'nın oğlunun manifatura dükkanına da uğradık. Çay içtik. Orta yaşlı adam, babasıyla konuştuktan sonra, telefonu muhtara verdi. Ağa, öğle yemeğine davet ediyordu bizi. Gittik.
Kapıda karşıladı. İki katlı, taş duvarlı evin ikinci katındaki misafir odasına çıktık. Üç duvarı boyunca dizili camlı kitap dolaplarında, çoğu Milli Eğitim Bakanlığı yayını olan klasikler, tarih kitapları vardı. Hepsi de ciltliydi. Bir dolapta da Akis, Varlık, Hayat dergilerinin ciltleri vardı, Güzleri Ankara'ya gidince, bir yıl içinde çıkan klasikleri, tarih ve hatıra kitapları alır ve ciltçiye verirmiş. Dönüşte, telisler içinde getirirmiş. Varlık, Akis, Hayat dergilerine, abone imiş. Günlük gazeteler yanında, dergi ve kitaplan okurmuş. Kitapların son sayfasında değerlendirmeleri yazılıymış. Karamazov Kardeşler ciltlerine göz attım. Baş tarafında, romanı okuduğu üç yılın tarihleri vardı. Altı çizili satırlar...
Dördüncü cildin, yarı boş olan son sayfasında da beğendiğini belirten saurlar... Demokrat Parüliymiş. Ama misafir salonu duvarlarında Atatürk yanında İsmet Paşa, Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir'in de çerçeveli fotoğrafları var. Yemekte, 1930'ların ortaokul anılarından bahsetti. O yıllarda şehre, yaylı ile bir günde gidildiğinden de. Okuma merakını bir matematik öğretmenine borçluydu. İyi bir matematikçi olan öğretmen, serbest çalışma saatlerinde girdiği sınıfta şiirler okur, kitaplardan bahsederdi. Okul kitaplığından okuyabilecekleri güzel kitapları tavsiye eder di. Öğrencilere, okuduğu kitapları anlattırırdı. O devrede başlamıştı kitap alıp okumaya...
Köy-kasaba arası yolu, yayan ve merkep ile bir buçuk saat çekiyor. Akşam üzeri, dolu heybeleri yüklediğimiz eşeklere binerek, döndük. 3 Kasım Düşümde, köyümüzde öğretmenim. Okulun lojmanındayız. Karım ve iki çocuğumuz, binanın batı tarafından, arka tarafına doğru gidiyorlar. Gürültülü bir sağanak başlıyor.
Pencereden bakıyordum. Karşı sırılardan, kuru dereye doğru, sel suları akıyor. Fırtına da var. Kapıyı kapayıp kilitlemeye çalışıyorum. Derken, karım ve çocuklar, koridorda görünüyor. Rahatlıyorum.
Hocanın evine hayırlı haber gelmezmiş ya. Gaz ocağını çalıştı, ramadım. Pompasında arıza varmış. Oysa dükkânda, yakma şek. lini, sormuştum. Adam da tarif edip yakmıştı. Ama pazar dönüşü, bir çay pişireyim, dedim. Yakamadım. Pompası tutmuyor gibi. Beceriksizdim. Makine korkusu var. Huzurum kaçtı. Akşam peynir, ekmek ve biraz yoğurt yedim. Bir de elma. Ocağı götürüp kahveciye bıraktım. Aldığım dükkânı tarif ettim. Kahveci, “Tamam hoca, ben gönderip baktırtayım” dedi. Sabah, odun satmaya giden birisiyle göndermiş. Adam, öğleden sonra getirdi. Pompa lastiği bozukmuş. Değiştirilmiş. Orta yaşlı adam, dördüncü sınıftaki oğlunun adını söyledi. İyi, dedim. Daha çok çalışmasını söyledim. Gaz ocağı için de teşekkür ettim. Akşam yemeğinden sonra, gaz ocağını yakarak çay pişirdim. İlkin keyfimi kaçıran ocakta, kendi aldığım malzemeler ile pişirilen çayın keyfıni tattım.
Babam anlatırdı. Boyunduruk delisi öküz, yüklenerek bir adım önde gider. Sabanı çeken, kağnının yükünü taşıyan odur. Ama, saban ilmeye takılınca dursa ya. Yüklenmesiyle saban çatdadak kırılır. Övendireyi yemesi de bir olur. Küfrün bini bir paradır. Deli öküze, salt, “deli” de, denir. Erkenden güçten düşer. Gözleri fersizleşir. Burnu ipliklenir. Yokuşta, koca öküz soluma: sına tutulur...
Ben boyunduruk delisiyim. İlkokuldan itibaren, çalışkan olarak sınıfta öne çıkan. Ortaokul ve lisede takdirnameler aldım. Dersi bir kere okurdum. Düzenli çalışırdım. Bol bol roman, hikâye okurdum. Şiirler ezberlerdim. Ama gücümü zorlamıştım. Yorulmuştum. Lise son sınıfta baş ağrıları başladı. Derslere, nor mal çalışamadım. Üniversiteye de giremedim... Aşağıda, Cemal'e yazdığım yeni mektup var.
(Devam edecek)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM