mustafa-bilgin-ceyhun-atu-16032025104127.jpg


 Refakatçi olarak bulunduğum hastanenin koridorunda bir aşağı bir yukarı usul usul adımlarken, bir baba ile 8 yaşlarındaki oğlu arasında geçen şu konuşmaya tanık oldum:

Baba- Doktor diyor ki, ateşin sürekli kontrol edeceğiz, bir iki gün daha böyle sürerse mecburen iğne yapacaklar…

Çocuk- Üüç…

Baba- Tamam üç gün daha takip edeceğiz, düşmezse iğne…

Çocuğun derdine derman o ‘zalim iğneden’ bir gün daha kaçma çabası, göz göze geldiğimiz sevecen baba ile beni karşılıklı gülümsetti.

Hiç kaygılanmayın; ilgili bir baba ve gelişmiş tıbbi cihazlarla donatılmış büyük bir hastanenin gözetimindeki bu sevimli çocuk için endişe edilecek bir şey yok...

Fakat bu tanıklığım, usta şairimiz Hidayet Karakuş’un duyarlı kaleminden yakınca bir zamanda okuduğum, ‘Bana Bir Resmini Yolla’ romanını anımsattı.

Romanda, 1930’un o yoksunluk günlerinde çocuk ölümlerine karşı seferberliğe girişen genç Cumhuriyetin çabaları ve bir sabun kalıbı gibi elden kayıp giden, çarelerin yetişemediği çocuklarımız konu ediliyordu:

“Sür Tahsin köye. Gidelim de çocuk evde bari dinlensin. Sabahtan beri kağnının üstünde kemikleri battı sırtına…

Öküzlerin önüne geçen Tahsin içindeki büyük sıkıntıyla çekti öküzleri, is kokan çarşının içinden, Aşağıpazar Mahallesi’ne doğru yürüdü kağnı.

Salur’u çıktıklarında Ali İhsan, “İyi ki kurtulduk is kokulu yerden ana” dedi. Sesi çok cılızdı. Üst üste öksürdü. Gözleri yaşarıyordu durmadan. Işığa bakamıyor, “Ana ört gözlerimi, gözlerim acıyor” diyordu.

Tahsin’in çevresiyle oğlunun yüzünü kapatırken gözkapaklarındaki şişlik dikkatini çekti. Sabahleyin de böyle miydi? Alnı yine yanıyordu.

“Allah’ım Allah’ım oğlumu bize bağışla…”

İçinden içinden söylüyordu. Ali İhsan duyar, diye korkuyor; gözlerini siliyordu durmadan.

Huriye, oğluna belli etmemeye çalışarak acıyla büzüşen gözlerinden ince ince yaş döküyordu. İçinde kayalar devriliyor, damarlarında kanı çekiliyor, kağnının nerelere geldiğini anlamıyordu. Ali İhsan’ın alnına koyduğu ıslak bezi sık sık el testisinden aldığı suyla ıslatıyor hem gözlerini kapatıyor hem de alnını serinletmeye çalışıyordu. Ellerini çocuğun alnında, saçlarında dokunmaya korkarak usul usul gezdiriyordu.

Köye girerken Ali İhsan, ellerini gözlerine götürdü;

“Ana, bizim köyün kokusu geldi, köyümüze geldik mi?”

“Geldik yavrum… Geldik gülüm…”

Ali İhsan, derin derin soluk alıp veriyor, arada bir öksürüyor, ateşiyle kavruluyordu. Huriye, ağzına kilit vurmuş; susuyordu. Hakkı’yla Dudu, evdeki ağır havanın ayırdındalar gibi durgunlaşmışlardı. Analarının kucağına gelip biribir dizine, bir öteki dizine oturup Huriye’yi okşamaya başladılar.

“Teyzeniz bıraktı mı çocuğum”

“Ana teyzem dama çıktı size bakmaya. Ağam hasta mı ana?”

Dudu’nun, usulca sorduğu soruya Hakkı, parmağını dudağına götürüp “Sus” dedi usulca. Kızıyla küçük oğlunu sımsıkı sardı.

Huriye, ikisini de yanaklarından öperken ürperdi. Hakkı’nın ateşi dudaklarını yakmıştı.

“Eyvah!” dedi içinden.

Bu sırada Tahsin, Ali İhsan’ın ıslak havlusunu değiştiriyordu. O sırada abası Şerifadime geldi kardeşinin yanına. Çocuğun alnına dokununca elini çekti hızla.”

Her sayfasında insan yüreğine iğneler batıran bu romanı, her sayfasına zihnimde eşlik eden “Kuzamuk Ağıdı” şiiri ile birlikte okudum.

 

Eğitimini tamamladıktan sonra çocuk hastalıkları alanında uzmanlaşan, ömrünü özellikle yoksul halk çocuklarının sağlığına adayan, koca yürekli ozanımız Ceyhun Atuf Kansu’nun bu yakıcı şiirinin zihnimde çınlamaması olanaksızdı.

Büyük insanlığın değerli evlatlarından Ceyhun Atuf Kansu’yu, ölümsüzlüğünün 47. yılında bitmeyecek bir saygı ile anıyorum:


Ben, gamlı, donuk kış güneşi,

Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.

Köyleri, yolları, dağı taşı

Isıtıyor, avutuyordum.

 

Bir köy gördüm tâ uzaktan,

Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,

Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,

Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,

 

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,

Çocukları kızamuk döküyor,

Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,

Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.

 

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,

Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,

Ve düşmüş bir gül oluyorlar birden,

Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.

 

Alilerin kızı Emine'yi gördüm,

Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,

İkindiye doğru, evlerine vardım,

Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.

 

Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,

Ah, güllü Gülizar öldü,

Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,

Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.

 

Gamlı türkümle tepeden aşağı bıraktım,

Bıraktım kendimi düşesiye, ölesiye,

Bu acıdan sonra nasıl doğacaktım,

Nasıl dönecektim aynı köye?

 

İniyor ve karaltında örtüyordum,

Bu çocukları, bu habersiz çocukları,

Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum.

Bir şey demek için açılmıştı dudakları.

 

Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden

Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım,

Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden,

Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.

 

O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,

Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?

Ben perişan, utanmış... bu köyün üstünde,

Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?

 

Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,

Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,

Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,

Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.

 

Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın

Bütün suçlarını kalbimde taşırım,

Görerek ah, görerek, bilerek bir yığın

Karanlık gündüzün üstünde yaşarım.

 

Her mevsim dolanıp geldiğinde bu köye

Gücük ayda, kar örtülü bu ovada,

Utancımdan, hıncımdan yaş dökerek böyle,

Gamlı ve perişan asılı duracağım havada.

 

İkindiye doğru bırakıp kendimi

Bu küçük mezarların üstüne

Bilmeyeceksiniz, perişan, çaresiz halimi,

Gül diyeceğim, gül dereceğim gül üstüne

Yol kıyısında yirmi üç çocuğun mezarı,

Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne.

 

Büyük insanlığın değerli evlatlarından Ceyhun Atuf Kansu’yu, ölümsüzlüğünün 47. yılında bitmeyecek bir saygı ile anıyoruz…

 

Mustafa Bilgin
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler