Duygusal aşkların peşinde yazarın romanı: Barselona'da Bir Gece
Ev araba alma hırsı, çocuğunun özel okul taksitleri peşinde kalplerin egemen olduğu taş çağında inanılmaz naiflikte, insanın kadife serinliğinde usul dokunuşlarla örülmüş olaylar bu iki insanı Japon aşk çizgi filmlerindeki düşsel renkler zenginliğinde bir duygular ırmağına sürüklüyor.
'Duygusal aşk mı? O da ne?' dediğini duyar gibiyim biraz durup zorlanmış belleğinizin. Vahşi kapitalizmin hiç dinmeyen, usanmayan, uslanmayan yırtıcılığında parçalanmış yaşamlarımız, çoğumuza 'duygusal aşkı' unutturdu çoktan. Daha da kötüsü günlük hay huyun içinde sistemin çarklarında 'satınalmacı' sıradan insan tekinin normal karşılanabilecek bu tavrının sanatçılara yazar ve şairlere de sıçraması. Artık her şey maddi ve 'maddiyat'a göre şekilleniyor. Kant'ın, yaşamın ilerlemesi için "insanın doğayı ve karşı cinsi sevmesi gerekli" ilkesi ihlal edileli çok oldu. Buna maalesef zamane yazarlarımız da kaydoldu. William Faulkner’e Nobel Edebiyat Ödülü verilince önce almayı reddetmiş ama genç yazarlara öğütlerini daha iyi iletebilmek için gidip konuşma yapmayı yeğlemiştir. O ünlü 10 Aralık 1950 tarihli konuşmada tam da bu konuya parmak basar. 10 Aralık 1950 tarihli konuşmanın bir bölümü şöyle: ''…zamanımızın genç erkek ve kadın yazarları kendileri ile çatışma içinde bulunan beşeri kalbin meselelerini unuttular; halbuki bir kimseye iyi yazdıran da ancak budur, çünkü ancak bu ıstırap ve zahmettir ki yazılmaya değer. Bugünün genç yazarı… çalışma odasına kalbin eski geçek ve doğruluklarından –aşk ve şeref, şefkat ve gurur, merhamet ve fedakarlık gibi gerçek doğruluklardan– başka bir şeye yer bırakmaması gerekir, zira bu evrensel hakikatlerden mahrum bir hikaye de gelip geçici olmaya ve unutulmaya mahkumdur. Bunu yapmadıkça, sadece bir lanetin tesiri altında çalışır. O zaman aşktan değil şehvetten; hiç kimsenin değerli bir şeyini kaybetmediği mağlubiyetlerden, ümit yaratmayan zaferlerden bahseder ve en kötüsü şefkat ve merhamet nedir bilmeksizin yazar. Onun elem ve ıstırapları hiçbir kemikte ağrı yaratmaz, hiçbir iz bırakmaz. Kalbi değil, ifrazatı anlatır! (…)” Tehlikeyi büyük yazar görmüştü ama maalesef uyan fazla olmadı. Bırakalım 'neoliberal' dünyayı, Türkiye'nin anlı şanlı yayınevlerinin el üstünde tuttuğu üstelik kadın yazarlarının yazdığı aşk romanlarında şiddet, alçaklık, maddiyat, küfür, kaba kuvvet, argo gırla gidiyor... Pedofil bile var. (Merak edenler bu yazıma bakabilirler.) İşte, üçüncü dünya savaşı senaryolarının konuşulduğu, sivil insanların dünyanın gözü önünde acımasızca bombalandığı, madenlerin 200 yıl önceki ilkel şartlarda emekçileri yuttuğu, doğanın intikam alırcasına kışı yaza çevirmesine karşın kimsenin takmadığı bir kıyamet senaryoları çağında, Faulkner'in çığlığına uyan yazarımız Hikmet Temel Akarsu, o naif, duygu yüklü novella serisine devam ediyor. Akarsu daha önce ‘Duygusal Yolculuklar’ adı altında yazdığı Symi’de Aşk, Sozopol’de Sonyaz, Elveda Venedik adlı novellalarının dördüncüsünü Barselona’da Bir Gece adıyla yayınladı. Bu kez çağımızın tekno romanı diyebileceğimiz televizyon dizileriyle dünyayı kasıp kavuran, bu alanda dünya ikinciliği ve üçüncülüğü arasında gidip gelen iki ülke insanını, Türk ve (Güney) Koreli aşkını konu ediyor. Milyonlarca turistten biri olmak istemeyen Türk bir akademisyenin Güney Koreli bir kızla tesadüflerin ve gidip gelmelerin sürüklediği bir gecelik tuhaf aşkını anlatıyor. Günümüz gençliğinin aşk eşittir seks ayarının dışında ve üstünde 18. Yüzyıl romantiklerine taş çıkartacak yıldırım aşkı, “varoluş, ilişki ve etik üzerine dokunaklı” diyaloglarıyla öne çıkıyor. Nicedir insan olarak unuttuğumuz duygularımızı bize hatırlatıyor, hatta yapıp ettiklerimizden bir günahkar olarak bizi utandırıyor. İdeal aşk sekssiz mi olmalıdır? Seks aşkı öldürmekte midir? Barselona’da Bir Gece, duygusal ama neşeli ve fakat bitince sorular bırakan bir roman. “Şükürler olsun ki turist nefretiyle iliklerine kadar dolu Barselona’ya ben yüzde yüz turist kimliğiyle düşmemiştim... Nasıl söylemeli: mimarlık kültürü, gezmek, eğlenmek filan hepsi bir yana; aslında farklı ama tümüyle farklı bir duyguyu arardım gittiğim yabancı kentlerde... Yaşadığım yerlerde bulamadığım ve hep özlediğim, kendime bile tanımlamakta zorlandığım bu duygu belki yaban diyarlarda bulunabilirdi. Neydi o duygu? Nasıl bir şeydi?! “(...) Beklenmedik fakat olması gereken... Beyhude hayatlarımıza yeni bir renk verebilen... Evet, en doğrusu bu oldu: Beyhude hayatlarımıza yeni bir renk verebilen... Yaşamım boyunca bulamadığımı yaban ellerde aramak! Mucizelerden medet ummak...” (Barselona’da Bir Gece s. 6-7) Çoğu erkeğin kaba deyimle ‘zamparalık’ üzerine yola çıktığı bir Barselona gecesinde kahramanımız duygusal bir başka zamparalık peşindedir: “Barselona’nın düzenli kaldırımlarında kendimi olanca sıradanlığımla ele veren haritamla birlikte, paytak ilerleyen ördek ailelerini hatıra getiren turist gruplarının bireyleri gibi şaşkın şaşkaloz yürümeye başlıyorum. Görkemli katedralin hemen aşağısında Barselona’yı diagonal bir şekilde bölen, zaten adı da Avinguda Diagonal olan uzun caddeye erişiyoruz. Buradan sağa doğru birazcık yürüdüğümüzde kentin kalbi sayılan Katalunya meydanına (plaça de Catalunya) inen geniş 'avenue'lerin başına gelmiş oluyoruz.” (s. 16) Kahramanımız Catalunya Meydanına yakın “Gotik Mahalle”de aradığı -Schopenhauer’in deyimiyle- belayı buluyor. “İşte tam da burada, bohem Barselona’nın kalbinde, Gotik Mahalle’de... farklı bir gecenin kapılarını açtı bana. “(...) Kim’di onun adı… Bildiğimiz Kim! Kim Ki Duk’un Kim’i gibi… Nereliydi? Kim Ki Duk gibi Güney Koreli! Seul’den. Tıpkı Kim Ki Duk gibi... Ama Kim Ki Duk’tan çok ama çok ciddi bir farkı vardı ki bu özelliği, gören tüm gözleri meftun edecek bir güzelliği yansıtmaktaydı. Kim, Japon masal kahramanlarını anımsatan, ancak mangalarda olabilecek kadar güzel, bir su damlası kadar duru ve tüm Güney Asyalılar gibi soluk benizli, minnacık bir genç kadındı. Başında beyaz dantelalı bir şapkası, elinde sonradan tanık olacağım gibi, geceleyin bile eksik etmediği beyaz japon yelpazesi, bol ve beyaz, üzeri Kore harfleri ile işli, tomurcukları üzerine değdiğinde toplu iğne ucu gibi profil veren ipek gömleği ile aykırı iklime düşmüş bir kar tanesi gibi eşsiz bir yaratıktı. O bir haiku kadar narin, küçük ve beyazdı. Adeta bir masaldan çıkıp Bercelona’ya kadar ulaşmış bir extra terrestrial’dı. Onunla nasıl mı tanıştık?! Tuhaf mı tuhaf bir şekilde…” (s. 27) Bu noktadan sonra okur için de farklı bir romanın kapıları açılıyor. Ev araba alma hırsı, çocuğunun özel okul taksitleri peşinde –ya da böyle bir gelecek için çırpınan– kalplerin egemen olduğu taş çağında inanılmaz naiflikte, insanın kadife serinliğinde usul dokunuşlarla örülmüş olaylar, bu iki insanı Japon aşk çizgi filmlerindeki düşsel renkler zenginliğinde bir duygular ırmağına sürüklüyor. Aşkın o kırılgan yanı seksle kirletilecek midir? Bu berrak duygular ırmağını, erkek, hayvani hisleriyle kirletecek midir? Erkeği bu yabanlıktan caydırıp yola getirecek olan kadının yüzyıllardan süzülüp gelen bilge mantığı mı olacaktır? Barselona'da Bir Gece, 1984 yayınevi, İst. 2023 (satın al...) Romanın sonraki sayfalarında Balzac’ın yüzlerce sayfada onlarca yıla sığdırdığı ilişkiler bütünü bir geceye sığar: Korkular, kaygılar, küçük cesaret atılımları, geri çekilmeler, bir adım öne geçmeler... Sonuç -gecenin sabahı- okurun belki de yıllarca unutmayacağı bir sürprizle bitecektir. Bilindiği gibi insanın en yoğun duygularından biri olan aşk yüzyıllardır merak edilen, belki de herkesin bildiğinisandığı ama kimsenin açıklayamadığı, çözemediği bir duygudur. Bu son derece güçlü ve destansı duyguyu felsefeciler de elbette birincil sıraya koydu. Ve her biri ayrı telden çaldı, onlar bile bu işe akıl erdiremedi. Bu nedenle kendini çok az ele veren aşk duygusunun ikili ilişkilerdeki sürecinde üçüncü kişilerce pek karışılmaması yeğlenir. Önerilecek, akıl verecek çok az deneyim bırakır geride. Verilen öğüt de işi hepten içinden çıkılmaz duruma sokar çoğu kez. Yalnızca üç filozofun aşk üzerine aforizmalarına değinelim yazıyı bitirirken: Aristofanes’te aşk gerçekten çok uzak bir şeydir. Mitolojiye dayandırır! Başlangıçta 3 cinsiyet vardır: Erkek kadın ve onları birleştiren üçüncü kişi. Tanrılar kızınca birbirinin yüzünü göremeyen bu sakat doğum birleşik gövde ayrılmış ve o gün bugündür diğerini aramaktadır. Hayatlarını buna harcayarak ölmüşlerdir. Aristofanes’e göre aşk, bir bütünün tekrar birleşebilmesi için parçaların birbirini aradığı bir durumdur. Yalnızca kendi yarısını veya benzerini bulmuş kişilerin aşkı ebedidir ve bu birleşmeyle kişi eksik olduğu yönlerini tamamlar. Aristofanes şöyle der “Aşk her insanda mevcuttur, aslımızdaki diğer yarımızı arar, iki kişiden bir kişi yapmaya çalışır ve insanın doğasından kaynaklanan yarasına ilaç olur. Her birimiz bir bütün insanın eşleşen yarılarıyız ve her birimiz bize uyacak o diğer yarımızın arayışı içindeyiz.” Oldukça dokunaklı bu tanımı acılaştıran Platon’dur. Platon’un anlayışı kısaca o bildiğimiz tek tanımdır: “Aşkın gözü kördür!” Aşk, bir yönelmeden, talep etme eğiliminden doğar, bu nedenle neredeyse ilahi bir cinnet durumudur. Ruhsallığın en üst noktası olan aşka, anca bu ilahi cinnete varabilenler ulaşır. “Çaresi ise, aşkta boğulmak ve onun kıyısında yok olmaktır.” Platon'da aşk arayan bulur Mecnun felsefesiyle değil emeğin ve sabrın birleşimiyle sıfırdan inşa edilerek kazanılır. 1788-1860 yılları arasında yaşamış Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer -ki Nietzsche'nin ilk akıl hocasıdır- her şeyi alt üst etmiştir. Aşkta ‘Mutluluğu artırmak için’ değil ‘Acıları azaltmak için’ çabalamalıyız anlayışındaki Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği adlı kitabında aşkı hiç de bizim o bildiğimiz gibi masumane duygulara bağlamıyor: -Her aşk en dar anlamıyla bireyselleştirilmiş bir cinsel içtepidir! -Erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra, gözle görülecek biçimde azalır. -Kadının aşkı ise, doygunluğa erdiği andan sonra artmaya başlar. Bu, doğanın amacının, türün sürdürülmesi ve elden geldiğince çoğaltılması olmasının bir sonucudur. -Kadınları genel olarak büyüleyen şey, erkeğin kuvveti ve buna bağlı olan cesaretidir. Çünkü bu özellikler, sağlam çocukların ortaya çıkabileceğinin ve bu çocuklar için cesur bir koruyucunun bulunduğunun işaretidir. -Evliliğin aradığı şey, entelektüel bakımdan hoş vakit geçirmek değil, çocuk dünyaya getirmektir. -Kafa bakımından bir bağlanış değil, gönül bakımından bir bağlanıştır evliliktir. -Bir kadının, sırf kafası ve kültürü yüzünden bir erkeğe aşık olduğunu söylemesi, saçma ve beyhude bir iddiadır.- Hikmet Temel Akarsu’nun Barselona’da Bir Gece novellası, “Uykumda cennetin kokusunu alıyorum… Cennet bu kez tıpkı Kim gibi kokuyor. Uykumda bile bu koku beni ağlatmaya yetiyor.” cümleleriyle bitiyor. Barselonada Bir Gece’deki aşk anlayışı daha çok Arthur Schopenhauer’u haklı çıkarıyor: Kim, o müthiş kutsal kadınlık özelliğiyle sezmiştir: Bu aşk çaresizdir, doğanın amacına uymamakta, türün sürdürülmesine olanak vermemektedir! Bu yüzden son sayfalarda trajedi kendini dayatmakta, gözyaşları sel olup akmaktadır. EK: Ben, bu ödülün, bir insan olarak şahsıma değil, çalışmama, beşer ruhunun ıstırap ve alın teri içinde geçen ve ömür boyu süren çalışmasına, şeref ve şaşaa için ve hele hiç de maddi kazanç için değil, beşer ruhundan, daha önce mevcut olmayan malzeme yaratmak için verildiğini hissediyorum. Böylece, bu mükafat bana emanet olarak verilmiş sayılır. Ödülün para ile ilgili kısmını, o paranın menşeinin gaye ve önemi ile uygun bir yere ithaf ve tahsis etmek zor bir iş olmayacak. Fakat ben, şahsıma tevcih edilen alkışlarla da aynı şeyi yapmak, bu anı, aralarında bir gün benim şu anda durduğum yerde duracak olanın bulunacağı, kendilerini aynı ıstırap, zahmet ve güçlüklere vakfeden genç erkek ve kadınların beni işitebilecekleri bir zirve olarak kullanmak istiyorum. Bizim bu günkü trajedimiz, genel ve evrensel fiziki korkudur ki çok uzun bir zamandır bu korku ile birlikte yaşadığımız için artık ona tahammül edebiliyoruz. Artık ruhun meseleleri diye bir şey yok. Sadece şu soru var: Ne zaman patlayıp havaya uçacağım? Bunların yeniden öğrenilmesi gerekiyor. Bu günün genç yazarı en adi şeyin korku olduğunu öğrenmelidir ve bunu kendisine öğretirken, onu tamamıyla unutması ve çalışma odasına kalbin eski geçek ve doğruluklarından –aşk ve şeref, şefkat ve gurur, merhamet ve fedakarlık gibi gerçek doğruluklardan– başka bir şeye yer bırakmaması gerekir, zira bu evrensel hakikatlerden mahrum bir hikaye de gelip geçici olmaya ve unutulmaya mahkumdur. Bunu yapmadıkça, sadece bir lanetin tesiri altında çalışır. O zaman aşktan değil şehvetten; hiç kimsenin değerli bir şeyini kaybetmediği mağlubiyetlerden, ümit yaratmayan zaferlerden bahseder ve en kötüsü şefkat ve merhamet nedir bilmeksizin yazar. Onun elem ve ıstırapları hiçbir kemikte ağrı yaratmaz, hiçbir iz bırakmaz. Kalbi değil, ifrazatı anlatır! Genç yazar bütün bunları öğrenene kadar, aralarında durduğu ve seyrettiği insanların yok olup kaybolmasından bahsediyormuşçasına yazacaktır. Ben insanlığın sonunun geldiğine inanmıyorum! Kıyamet gününün son çanı çalındığı ve son kırmızı ve ölü gecenin, hareketsiz ve hiçbir değeri olmayan son kayasında kaybolduğu zaman dahi, bir ses, zayıf ve aciz fakat tükenmez bir ses, hala konuşmakta devam edeceğinden, insanın tahammül ederek varlığını sürdüreceğini ve bundan böyle, ölümsüz olduğunu söylemek kolay. Ben, bunu kabul etmiyorum! Ben, insanoğlunun sadece tahammül edeceğine değil, galip geleceğine de inanıyorum! Ben insanoğlunun diğer yaratıklar arasında sadece onun tükenmeyen bir sese sahip olduğu için ölmez olduğuna değil, merhamet, fedakarlık ve tahammülün ne olduğunu bilen bir ruhu, bir maneviyatı bulunduğu için ölmez olduğuna inanıyorum. Şairin, yazarın vazifesi bunlardan bahsetmektir! İnsanların kalplerini yüceltecek, mazinin haşmet ve ihtişamı olan cesaret ve şerefi, ümit ve gururu, şefkat, merhamet ve fedakarlığı hatırlatarak onlara yardım etmek imtiyazı şair ve yazara bahşedilmiştir. Şairin sesi, sadece insanların yaptıklarını kaydetmek değil, onların tahammül etmelerini ve galip gelmelerini sağlayacak dayanaklar, sütunlar da yaratmalı! Ahmet Yıldız WİLLİAM FAULKNER'İN NOBEL ÖDÜL KONUŞMASINDA DEDİKLERİ
TÜRK AKADEMİSYENLE GÜNEY KORELİ KIZ AŞKI
Hikmet Temel Akarsu
AŞK ÜZERİNE ÜÇ FİLOZOF
HİKMET TEMEL AKARSU ve SCHOPENHAUER
WILLIAM FAULKNER’İN 1950 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ KONUŞMASI
Böyle olduğu içindir ki, zamanımızın genç erkek ve kadın yazarları kendileri ile çatışma içinde bulunan beşeri kalbin meselelerini unuttular; halbuki, bir kimseye iyi yazdıran da ancak budur, çünkü ancak bu ıstırap ve zahmettir ki yazılmaya değer.
Gercekedebiyat.com