Devlet ve birey
Üç bin yıl öncesinin bireyi, muhtemelen düşük yoğunluklu nüfus, klan, kan bağı ve benzeri küçük boyutlu yapılanmalardan dolayı devletin etkin gücünü pek hissetmiyordu ve bugünkü gibi katı, boğucu, bunaltıcı bir teslimiyet de yaşamıyordu… Günümüzün çağdaş bireyi ise bu zorba güçle hayatın her alanında karşılaşıyor ve işin feci yanı atalarımızdan devraldığımız en kötü alışkanlığımızı -devleti- ısrarla devam ettiriyoruz. Alışkanlık doğası gereği yeniliğe direnir… Bu durağan ve hantal özelliğimizle devam edersek eğer, zulüm, zorbalık, sömürüden başka bir şey olmayan bu kafesin, bu cehennem yapının bir parçası olarak, gelecek nesillere kahredici bir miras bırakmış olacağız… Dünya üzerinde kurulu hemen her devletin işleyişi benzerdir: Otorite, kural, yasa, baskı, silahlı güç, entrika, itaat, din ve etnisitenin olağandışı kullanımı her devletin ortak noktasıdır. Mülk kimdeyse lütuf ve kerem sahibi odur… Her devlet “Biz ve onlar” kuralıyla kendini devam ettirir. Her devletin şeytan olarak gördüğü bir kesim mutlaka vardır ve sergilediği erdemsizlikle sürekli alıcı özellik gösterir. Yani veren değil, alandır… Bu görüş aykırı gözükebilir ama hiçbir devlet annenin yavrusuna sağladığı oksijeni sağlayamaz. Sosyal devlet dediğimiz en haktanır, dayanışmacı devlet bile bireyden almadan kendini sevimli, imrenilecek ve övünülecek yapı olarak gösteremez… O, her zaman olduğu gibi başköşede yer edinir, oturarak çalışır, sırtını koltuğa yaslayarak uygun diyetlerle beslenir ve bol bol enerji depolar… Kursağı geniştir… Sürekli tıkınmasına karşın asla doydum demez ve birey onun için öğütülmesi gereken bir nesnedir. Tıpkı büyük çeneli obur erkek karıncaların, kocaman bir ağaç kütüğünü un ufak etmesine benzer şekilde, devlet de bireyi öğüterek besinini elde eder. Başka şekilde söylersem, her devlet varlığını kemirmeye ve öğütmeye dayandırmaktadır… Binlerce gözü ve kulağı ile kendini güvene almak için her köşe başında bireyi baskılar, denetler ve kullandığı binlerce gözün, kulağın finansmanını da zararlı birer kurtçuk olarak gördüğü “vergi bireylerden” tahsil eder… Sonra da arada bir ya da ara ara, tahsilattan elde ettiği yüklüce miktardan yurttaşına, birer damla şekerli sıvı sunarak ne kadar cömert olduğunu kanıtlar… Yurttaş ise bunu kabul etmek zorunda, çünkü başka bir şey gelmiyor elinden… Çünkü devletin salgıladığı bakteriler onun florasını bozmuştur, düşünme yetisini işlevsiz hale getirmiştir… Böylece her dönemde, her çağda olduğu gibi asıl ev sahibi olan birey yenilgiye uğrar ve (ekende yok biçende yok, yiyende ortak… –YUNUS EMRE) sistemi gereğince dışarıdan gelen bakteriyel gücün egemenliğine teslim olur ve teslim olduğu güç tarafından planlı şekilde değişime tabi tutulur. Birey parçalara ayrıştırılır, küçültülür, kendisine ve doğaya yabancılaştırılarak özünden koparılır. Ne çarpık bir yapı… Ne tuhaf düzen… Her devlet kendini yararlılık ve gereklilik ilkesi üzerinden ajite edebilir ama işin aslı böyle değildir. Yararlılık ilkesi, sadece devleti elinde tutan güç tarafından kullanılan sinsi bir önermeler dizisidir… Gelecekte devletin yapısı nasıl biçimlenir, yararlılık ve gereklilik nasıl belirginleşir, bilemem ama eğer bugünkü gibi egemenin belirleyici olduğu sistemle devam ederse, birey mutlak şekilde aynı zorlukları ve çıkmazları yaşayacaktır… Kimi zaman zümre, kimi zaman otokrat, bürokrat, bankacı, kimi zaman menşevik- bolşevik, kiminde imam- papaz, kiminde bahisçi- piyangocu yapılara tutsak olarak ıstıraplar yaşayacaktır. Deneyimlerimiz ve yaşadıklarımız bize yeni yapılanmaların gerekli olduğunu göstermektedir. Yeni bir düzenleyici güce ulaşmak, seçimde bulunmak tamamen kendimize bağlıdır. Bunun da koşulu yeterli sayıda sorulara sahip olmaktır. Eğe yeterince sorumuz varsa sorabiliyorsak, eskinin yerine koyabileceğimiz yeni bir şeyimiz mutlaka olacaktır. Haydar UzunyaylaDEVLETLERİN ÖZELLİĞİ
DEVLET ve YARARLILIK İLKESİ
Gerçekedebiyat.com