'Yol yolcuyu çağırır...' Sığırcık Göçü / Sinan Vargı
Sinan Vargı 'Kara kent'in emekçilerinin dokunaklı yaşamlarının arasında usta kalemiyle geziniyor: Damcı, yala patlak, matkap, beyefendi, şeytan, fareci!.. Bu güzel öyküsünde insan hayvan ilişkisini de merkeze koyarak yaşamın acımasızlığını irdeleyen, yüreklere işleyen bu öyküsüyle nicedir unutulmuş ...
Kara kente birkaç aylığına görevli gitmiştim. Aksamları küçük bir meyhanede siyah beyaz bir televizyon, eski bir kasetli teypten gelen Zeki Müren şarkıları ile birkaç balık, bir iki kadeh rakı ile misafirhanenin yolunu tutuyordum. Meyhanenin müdavimleri genellikle hep aynı insanlardı. Birkaç gece sonra onlarla zaten selamlaşmaya başlıyordum. Çoğu maden’den emekliydi. Lakapları da yaptıkları işten geliyordu. Damcı, yala patlak, matkap, beyefendi, şeytan, fareci gibi adların ne anlama geldiğini anlamam için biraz daha zaman gerekiyordu. Sigara dumanı arada sırada birkaçını rahatsız ediyor, tıkanırcasına salya, sümük, gözyaşı ile öksürerek kendilerini dışarı atıyorlardı. Masada geri kalanlar, bana dönüp, “abi kusura bakma, ciğerler dolu, rahatsız oluyor böyle, toparlar gelir veya eve gider şimdi" diyorlardı. Ciğerler dolu sözünden, onların birçok maden kazasından kurtulduğunu, ama yıllar boyu yuttukları kömür tozunun akciğerlerde birikerek, pnömokonyoz hastalığı yaptığını da öğreniyordum. Kara kentin her şeyi kömürdü. Kömür çıkarsa, işçiye maaş ödeniyor, işçi aldığı maaşı esnafa veriyor, ekonomi yürüyordu. Artık kömür çıkartılması pahalıya geldiği için Güney Afrika’dan kömür ithal edileceği haberleri kentte o günlerde çok konuşuluyordu. İşçiler, her ay daha da derinleşen madenlere sabahın erken saatlerinde iniyorlar, akşama kadar kazma kürek matkap ne varsa kömürü çıkartıyorlar, aksamda kapkara bir yüzle çıkıp, duşlarda yıkandıktan sonra, kimi evine, kimi işçi yurtlarına gidip dinleniyorlardı. Birkaç bir şey alınacaksa işletmenin kurduğu ve adına "ekonoma” denilen küçük bakkallardan alışveriş ediyorlardı. Kentte yıllar önce madenleri ilk kuran ve kentin temelinde etkisi olan Fransızlar tarafından yapılan güzel binalarla çevriliydi. Bunların bir çoğu da Fener Mahallesi denilen genellikle kentin ileri gelenlerinin oturduğu bölgede yer alıyordu. Fener’de ilk sinema, ilk tiyatro, ilk tenis maçlarını getiren hep Fransızlardı. Bir bakıma kara kent, Fener mahallesi, orta mahalle ve gecekondular olmak üzere üçe bölünmüştü. Hafta sonlarında bu küçük kentte yapacak o kadar az şey vardı ki. Uzun yürüyüşler sonrası ben de sıkılmamak için meyhanenin yanında bulunan kahveye gidip, bir iki gazete alıp birkaç çay içip vaktimi geçiriyordum. İnsanlarla artık aşina olmaya başlamış, masalarda ki oyunları yandan yandan seyretmeye başlamıştım bile... Usta dedikleri bir yaşlı adam vardı, adını şimdi bile bilmiyorum. Ne ustası idi, ne yapardı, nereliydi inanın hiç sormadım. Ama bugün bile aradan otuz yıl geçmesine rağmen yüzünü, gözlerini, bakışlarını, sigarayı tutuşunu, öksürük krizlerini hiç unutmadım. Bir gün kahvede otururken usta yanıma geldi. "Garipsin sen değil mi" deyiverdi. Garip sözünü sanırım yalnızsın diye kullanmıştı. “Evet garibim” deyiverdim. Birkaç gün sonra onlarla birlikte oyun oynamaya, aksamları meyhaneye gelen ekibin arasına ben de yer almaya başlamıştım. Artık eskisi kadar sıkılmıyordum, sohbetleri sık sık öksürük nöbetleri ile kesilse de, bir kaçı arada bir çıkıp kara kentin kömür kokulu havasını ciğerlerine güçlükle çekse de benim dostlarımdı onlar… Bir gün utana sıkıla lakaplarını adlarını sordum. “Madeni bilmediğin belli” dedi usta ve anlatmaya başladı. “Damcı, madende açılan galeriyi ağaçlarla sağlamlaştırana denir, Bu damın adına da domuz damı denir. Eğer yapan işçi, yaramaz herifin teki ise bu sefer damcı değil domuz oluverir lakabı… Lakabı bir kere aldın mı, ancak musalla taşında kurtulduğunu sanırsın ama o da nafile, seni anarlarken bile adından önce lakabını söylerler. Bir benimki değişti sonradan usta oldu.. Kurtuluş yok yani, o yüzden madene ilk inenler lakaplarını hak edene kadar yalnızca adları ile çağırılırlar.” “Pekiyi ya diğerleri” dedim. “Aha da bu yala patlak Salih. Dinamitçi olduğu için adı patlak Salih. İyi dinamitçidir, girer, deler, patlatır, çıkar. Ayarı iyi tutturamazsa, yandığımızın resmidir. Ama ayarı hep iyi tutturdu şimdiye kadar. Salih’in hep başı ağrır, Bir gün doktora gitmiş, doktor buna migreniniz var demiş ilaç yazmış. Salih sen anlat gerisiniii...” Sözü Salih usta alacak sandım ama hiç duymamış gibi yaptı. Usta, Salih’i bir kere dürttü bağıra bağıra “doktor ilaç yazdıydı ya onu anlat” dedi. Salih’in o gün duyma özürlü olduğu anladım, yıllardır patlattığı dinamitlerden olmuştu. “Ne diyeyim ağabey, adam bize ilaç yazdı tamam, ilacın üstünü okudun nitro filan yazıyor. Önce Allah Allah dedim benzerlik. Sonra babamı doktora götürdüm kalp hastası idi. Ona da doktor trinitrin diye bir ilaç yazdı, dedim sonra bir düşündüm ki ilaç benim elimde. Aslında, trinitro gliserin yani dinamit. Galeriyi açmadan önce deliklere dinamiti yerleştirir son dinamitin kağıdını açar fitili koyarken birkaç yeri yalardım. Tadı iyiydi. Birkaç gün ne ağrı kalırdı ne de migren. Bir gün arkadaşlar dinamiti yalarken görmüşler bu lakap da oradan kaldı önce 'yala Salih', sonra 'yala patlak'... Şimdi adımı ben bile unuttum.” Usta sonra beyefendinin, tanıdık milletvekili bulup yer üstüne kendini aldıran bir arkadaşlarının olduğunu, "matkap"çının ise yıllar boyu madende havalı matkap kullanan ama emekli olduktan sonra, damadının perdeci dükkanında çalışırken, perde rayı takmaya gittiği evde matkabın ucuna en kalın ve uzun ucu takıp yukarıdaki komşunun halısını deldiği için hala matkap olarak anıldığını, "şeytan"ın ise galerilerde gezip milleti korkuttuğunu anlattı. Arkadan da ekledi, “Fareci, burada yok, bir başka gün gelir o da kendisi anlatır...” Birkaç gün bir araya gelemedik, Sonra bir akşam ben oturup demlenmeye başladığımda önce usta geldi oturdu masaya. Biraz sohbetten sonra “aha dedi fareci de geldi!” Fareci çok kısa boylu bir adamdı, masaya otururken Ahmet diye kendini tanıttı. Biraz sohbet ettik, Ecevit, futbol filan derken arkadaş, garip dedi, senin lakabının niye fareci olduğunu merak ediyor anlat ağa, deyiverdi. Fareci Ahmet bey, gülerek anlatmaya başladı: “Madende gaz birikirse patlar. Bizim ölümümüz ya gazdan olur, yada ciğer hastalığından, gaz anında, ciğer hastalığı ise epey süründürüp götürür. Yıllar önce açılan ocaklar yüzeye yakınken, sabah ilk girdiğimizde fareler kaçışır her biri bir delik bulur girerdi. Sonra matkaplar çalıştığında açılan her delikte eğer fare varsa fışşş diye bir ses çıkartıp kaçardı. Sonra matkaplar susar, öğle yemeği vakti gelir, katıklar açıldığında fareler ortaya çıkardı. Fare dediysek bunlar Karadeniz lağım faresi, en küçüğü kedi kadar. Kimileri iğrenirlerdi tekme atarları ama benim madene girdiğim sırada, emekli olan madenciler, ustalar hep derlerdi, farelere iyi bakın, yavrularını öldürmeyin sakın, gaz birikirse altta önce fareler kaçar, fareler sürü ile kaçmaya başlıyorsa hemen terk edin orayı, diye. Başka bir usta da arada bir madene yumuşak ağaç koyun, fareler onu kemirmezse kütükleri kemirirler galeri kafanıza çöker laaa diyerek emekli olmadan önce bize bildiklerini anlatırlardı. Hepsi bir farenin karnını doyururlardı. Ben hep bunların birer tecrübe olduğunu anladım ve fazladan ekmek getirip bir kaçını beslemeye başladım. Bir gün ocaktaki gaz dedektörleri işe yaramaz bir hale gelmiş, bir baktım ki fareler sürü ile kaçmaya başladılar, yerde gaz biriktiğini anladım ve arkadaşlara bağırdım, kaçtık oradan. Patladı galeri, göçtü ama fareler canımızı kurtarmıştı. Birkaç gün sonra bir galeriyi açarken bir aralıkta yeni doğmuş fare yavruları buldum anası başında bekliyordu, fışşşş fışşşş diye sesler çıkartarak üstüme atlayacak gibi bana bakıyordu. Yavruları alıp emniyetli bir yere götürdüm, anası da peşimden geldi. Adım o günden sonra fareci kaldı.” Usta sözü devraldı, “Len nerdeyse evlat edinecekti fareleri buuu, bir ekmekte yavrulara getirirdi valla” deyiverdi. O sırada kapıdan içeri biri daha girdi “aha şeytan’da geldi” deyiverdi ustabaşı. Şeytan’la tanışmıştım. Adı Yusuf’tu. Rize taraflarından köyden gelip madende çalışan ve tam bir laz’dı. Şeytan’ın da önce madende hortlak hikayeleri uydurarak, sonra işe yeni gelenleri korkutan biri olduğunu anladığımda ve anlattığı öyküleri dinlediğimde bende kahkahadan kurtulmak biraz hava almak için kendimi dışarı atmıştım. Artık kara kentte görev sürem doluyordu. Dostlarıma veda edip, Ankara’nın yolunu tutacaktım. Bir gece usta ile ikimiz oturduk. Ona niye usta dediklerini bilmiyordum. O da anlatmamıştı. Sormamıştım. Kendisi anlatır diye bekliyordum. Çünkü hep diğer insanların lakaplarını anlatmıştı bana… O gece usta ile iki kişilik sessiz bir masaya geçtik. Benim neyi merak ettiğimi biliyordu sanırım; anlatmaya başladı: “Eskimiş balık ağları ile sığırcık avlarlar, bilir misin? İlkbahar yaklaşırken tepelerin üzerine sırıkları yerleştirir, aralarına balık ağlarını gerer ve güneş battıktan sonrada lüks fenerlerini yakıp, sığırcıkların gelmesini beklerler. Karadeniz’i geçerken fırtınalar içinde kanat çırpan sığırcıklar, ışığı görüp karaya geldik diye sevinirlerken bir anda ağa yakalanıverirlerdi... Sığırcık çırpınırken usta avcılar onları dikkatlice ağdan çıkartır, küçücük hayvanın boğazını bir kez ağızlarına götürüp ısırarak boynunu kırar tenekelerin içine atıverirlerdi. Bunu hızlıca yapmak, bir eli ile kuşu ısırırken, diğer ağa yakalanan kuşu da ağdan almak ve kısa sürede tenekeleri doldurmak gerekiyordu. "Sığırcık eti pek makbuldü, bizim buralarda kız istemeye gidilirken çiçekçi, çikolatacı filan olmadığı için bir teneke sığırcık en güzel hediye olurdu. İlkbahar kız isteme ayı idi, kız istendikten sonra en geç Temmuz ve Ağustosta da nikahları yapılırdı. Sonra derme çatma bir gecekondu, iki yatak bir gaz ocağı bir de kuzine soba ile evler kurulurdu. "Bizim buranın kızlarının talihli olanı madenciye varmaz. Ama buralarda da madenciden başka koca az bulunur. Esnafı azdır, memuru zaten evli gelir. Varacaksan kısmetlin ya buranın köylerinden ya da dışarıdan göç gelmiş bekarlardan olacak. Onların çoğu da bu kara kente madende çalışmak üzere gelirdi. "Talihli olanı madenciye varmaz dedim ya. Niye diye sormadın. Varmaz çünkü madenci ya patlamada ölecek, ya da güçlükle nefes alır bir halde emekli olacak. Emekli olduktan birkaç yıl sonra da ölüp gidecek. O sırada hanımı ona bakacak, hastaneye götürecek eve tüp getirtecek maskesini takıp yemeğini yedirecek işte. Çilekeş bir ömür yani… "Patlamada ölürse madenci, eğer çocuğu da varsa arkada kalan, eve bir ateş düşer. Birkaç ay sonra devlet işçinin tazminatını geride kalan hanımına verir. Acılı kadın çocuğu ile hayatta tek başına kaldığına mı yansın, yoksa küçük çevrede bir anda dul kaldığına mı yansın. O yüzden yakınları eğer varsa ve kabul ederse hemen ölen madencinin kardeşi ile evlendiriverirler. Yoksa akrabadan biri ile.. Evlendirmezsen, dışarıdan gelenler evlenmek için kız ararken zengin diye bu kadıncağıza musallat olmaya başlarlar. Bir sürü kavgalar cinayetler olur bu yüzden. En iyisi geride kalan dul kalan kadını hemen evlendirip, tazminatın da ailere kalmasını isterler “ Usta dedim, iyi de kardeşi yengesini nasıl kabul ediyor. Bir an gözleri daldı.. Masanın köşesine bakarak konuşmaya başladı “Edemez değil mi, zor değil mi. Bir küçük çocuk olmasa, veya o kadar para olmasa aile baskısı olmasa etmez zaten. Ama yıllar içinde alışıyor insan.” Usta ondan sonra konuyu kapattı, merak etmiştim önceki lakabı neydi onu niye anlatmadı diye ama öğrenememiştim. Ankara’ya dönme zamanı gelmişti, yol hazırlıklarına başladım. Kahveye gidip eski dostlarımla vedalaştım. Hepsi ile sarıldım, bana gösterdikleri dostluktan, beni bu kentte yalnız bırakmadıkları için teşekkür ettim. Bir tek Usta sarılmadı, aksam yengen eve yemeğe bekliyor dedi. Orada vedalaşırız. Ustanın evi güzel bahçeli bir gecekonduydu. Kapıyı usta açtı, salona sedirin üzerine oturduk. İki yetişkin oğlu ve eşi ile tanıştırdı. Eşi beyaz başörtülü yaşlı bir kadındı. Kuzine sobanın üzerinde bir yandan çay demleniyor, fırında da patatesli köfte pişiyordu. Bir yanda da kestaneler suyun içinde bekliyordu. Yemekten sonra da kestane yiyecektik sanırım. Bir an büfeye doğru daldı gözlerim, bir fotoğrafa takılıverdim. Mahalle fotoğrafçısında çekilmiş, siyah beyaz kartpostal ebadında bir fotoğraftı. Genç kara yağız, bıyıklı bir adam ile yanında bir başörtülü kadın vardı. Ama aynı kadın, büfenin bir başka tarafında bir başka adamla daha fotoğraf çektirmişti. Bu başka adam bizim ustabaşından başkası değildi. Ve aynı kadın aslında bize içeride yemek hazırlayan kadının gençliği idi. Gözlerimin içine iyice baktı.. Sigaradan derin bir nefes çekti: "Sığırcıkları hatırladın mı hani sana anlatmıştım." "Evet hatırladım, aslında hüzünlü bir öyküydü" dedim. "İşte bu kara kent, hepimizi bu sığırcıklar gibi boğdu attı. Umutlarımız vardı, hayallerimiz vardı. Bu kara dünyaya aldırmadan yaşamaya, öksürürken arkadaşlarımızın ellerine bakıp kan geldi mi diye merak ederek yaşlanmayı başardık. Kimimiz parçalandı yandı kömürle kömür oldu, kimi de ciğerinde yarım kilo kömürle gömüldü. Biz hepimiz sığırcıklar gibiydik, geldik bu kara kente bu ağa takıldık işte. Gençtim daha, bir gün kara bir haber geldi, madende patlama olmuş, ağabeyim içerde kalmıştı. Dört gün sonra tabutu bana teslim ettiler, kara kentin kara mezarlığına ağabeyimi gömdük. Ben askere gidip geldikten sonra beni ağabeyim madende öldüğü için beni de madene işçi olarak aldılar. Yoksa aile perişan olacaktı. Önce yedek oldum, sonra madende yürümeyi öğrendim. "Ağabeyim ölümünden sonra yengem ve oğlu ile babam ve ben birlikte yaşamaya başladık, yengeme tazminat ödendi. Babam ve amcam etraftan da rahatsız olup, benim yengemle evlenmemi istediler, o zamanlar yeğenim yalnız kalmasın yengem, kurda kuşa yem olmasın diye evlendim işte. Yeğenim, oğlum, yengem nikahlım oluvermişti. Hayat bu işte… "Lakabımı merak edersin değil mi. O zamanlar yedektim, evlendiğim yengemden benim de bir oğlum oldu. Ağabeyimin diğer oğlu amca benim oğlan baba dedikçe benim de lakabımı baba-amca koyuverdiler. Bir gün isyan ettim bana böyle demeyin, kader bu bir gün sizin de başınıza gelebilir diye, yemekte sinir krizleri geçirmişim. O günden sonra madende ve bu kara kentte baba-amca lafı duyulmadı bir daha. Yedeklik bittiği ilk gün işçi iken adımı usta koydular ve bugüne kadar hep öyle geldi..." Yemeği yerken, oğlanların ikisinin de ustaya "baba" dediğini fark ettim. Amca da baba yarısıydı, o büyütmüştü. Sonra ustayla kestaneleri pişirdik. Çaylarımızı içtik, veda vakti gelmişti. Bahçeden beni uğurlarken öksürüyordu. Sokakta aşağı doğru yürürken, tepelerin üzerinde lüks lambalarını yakıp sığırcıkları avlayanları gördüm. Bir daha kara kente yolum düşmedi. Ama kahveye telefon edip birkaç kez görüştüm dostlarla. İki yada üç yıl içinde usta, şeytan, yala patlak, damcı ve fareci hepsi birer birer rahmetli oldular. Kara kentte madenciler yine çalışıyorlar. Devletin kurumu, artık yerini çoğu yerde aslında adı inşaat şirketi olan özel madenlere bıraktı. Usta-çırak ilişkisi, madencilik geleneği yavaş yavaş unutulmaya başladı. Bir an önce kömürü yeryüzüne çıkarmak için iş güvenliği kuralları savsaklanmaya başladı. Göçükler, grizu patlamaları her yıl onlarca canı almaya, canını alamadıklarını da nefessiz bırakmaya halen devam ediyor. Bazen televizyon haberlerinde grizu patladı, madenciler şehit oldu, maden ocağı şu özel şirkete aitti. Bakanlık üç ay önce şirketi uyarmıştı, Bakan beyler şu açıklamayı yaptılar dedikleri zaman işsiz kalmamak için insanların ağa yakalanmış sığırcıklara benzediğine inanıyorum. Sonra aklıma usta, matkap, damcı, fare, yala patlak, beyefendi, şeytan geliyorlar, onları mı özlediğimden midir nedir, sessizce ağlayıveriyorum. Sinan Vargı GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR