Son Dakika




Emperyalist-kapitalist sistem, yapısal olarak içerdiği ve kendini yok edecek çelişkilerini çözebilmek, tükenişini geciktirebilmek için, çareyi neoliberalizmi icat etmekte buldu. Kırk yıla yayılan müdahalelerle ulusal ekonomi duvarları yıkıldı, globalizm adı altında dünya her şeyi piyasa ilişkilerinin belirlediği bir köye döndürüldü. Zaten kapitalizmin sonucu olan ulus-devletlerin korumacı uygulamaları bile tedavülden kaldırıldı. Yurttaşlar müşteri yapıldı. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel hizmetler tümüyle piyasaya terk edildi.

Ülkemiz de bu sürecin dışında değildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbesi ile başlayan ve Özal’ın sivil diktasıyla süren seksenler, bunun için mesafe kat edilen yıllardı ama doksanlar aynı şekilde kolay geçmedi egemenler için. Çok partili koalisyon hükümetleri, güneydoğuda süren düşük yoğunluklu savaş, Ordu ve sivil bürokrasi içerisinde yeni arayışların ortaya çıkması, süreklilik arz etmese de sendikal eylemler vs. bu çizgiselliği bozdu.

Bülent Ecevit’in başbakan olduğu 57. Hükümet, yeni bin yılın başında bu kayıp on senenin telafisi için harekete geçti. AB uyum yasaları falan derken geçmişin faturası sayılabilecek ekonomik krizle karşılaşınca da IMF-Dünya Bankası’na teslim oldu. Demokratik solcu, merkez sağcı ve milliyetçi partilerden oluşan koalisyon, ülkenin üç farklı siyasetini bir araya getiriyor, patronları rahatsız eden istikrarsızlık ortamını nihayete erdirmeyi amaçlıyordu. Neoliberalizmin artık tam anlamıyla tesis edilme zamanı gelmiş de geçiyordu. Ama Ecevit’in antiemperyalistliği tuttu. ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı olduğunu söyler söylemez işler tersine döndü. Başbakan hastaneye taşındı. Partisi bölündü. Başbakan yardımcısı, karanlık kişi erken seçim istedi…

Bütün bu kaotik ortam neticesinde, yıllardır sinsice güç biriktiren, ABD ile her konuda mutabık olan dinci-liberal bir parti 2002’de iktidara taşındı. Sonrası malum… Kemal Derviş’in reçetesi eksiksiz uygulandı. Seksen yılda emekle, kanla, terle yaratılan bütün KİT’ler yerli ve yabancı sermaye gruplarına satıldı. Ama varsın satılsındı. AB’ye üyelik ufuktaydı, Kürt sorunu çözülecekti, darbecilerin devri kapanmıştı, hep dışlanan Aleviler Çingeneler Ermeniler devletçe kucaklanıyordu… Özetle ülke demokratikleşiyordu.

O yıllarda işte, Aydın Doğan’ın kanatları altında çalışan gazeteciler plazalarında güzel güzel yaşayıp gidiyorlardı. Hegemonya kurma sürecinde kendisine bir özgürlükçülük halesi yaratan hükümet, dönem itibari ile kendilerine çok dokunmuyordu. Zaten (kovulmalarını takiben Sözcü ve Aydınlık’ta, Tele 1’de ve Halk Tv’de mevzilenecek olan) eskilerden birkaç ağabey dışında, dokunmaya gerek duyulacak birileri de yoktu. Kimler vardı?.. Hadi bir örnek verelim. Bugünlerde pek duyarlı ve hızlı muhalif olan Melis Alphan vardı mesela.

Bağdat Caddesi’nde takılan gençler hangi ayakkabı markalarını tercih ediyor? Eda Taşpınar nasıl giyiniyor? Ajda’nın bacakları ince mi kalın mı? Hangi siyasetçiler şık hangi siyasetçiler rüküş? 35 yaş üstü kadınlar mini etek giymeli mi giymemeli mi? O yangın yıllarında, Ergenekon-Balyoz tertipleri sürerken, TEKEL işçileri ekmekleri için Ankara’da kış günü kar altında direnirken, kendi halinde işinde gücünde insanlar bile telefonunun dinlendiği paranoyasına kapılırken, Akp’li olmayan veya "Cemaat" bağlantısı bulunmayan gençler işsizlikle boğuşurken… bu sorularla köşe doldurup para kazanan Melis Alphan, evet.

2001’den 2018’e dek Radikal, Milliyet, Hürriyet’te çalışan, muhabirlik yapıp köşe yazan, yani tam bir Aydın Doğan Companymamulü olan Melis Alphan’ın muhalif olmaya karar verişi, 2012-2013 yıllarına denk geliyor. Akp’nin liberal önlüğünü çıkarıp eski gömleğini giydiği, alıklar için denizin bittiği dönem… O zamana kadar olaylara karışmadan yaşayıp giden pek çok köşeci gibi Melis Alphan da yolun sonuna gelindiğini hissedip dövüşerek geri çekilmeyi, en azından bunu denemeyi akıl ediyor. Bu da işe yarıyor. Demirören’ler Hürriyet’i satın aldıktan sonra, 2018’de, o dönem sol liberal çetenin yönettiği Cumhuriyet’te de bir süre yazıyor.

Şu günlerde ise, gündemi sosyal medyadan takip eden tatlı su muhaliflerinin en çok izlediği isimlerden biri olarak, çeşitli “muhalif” mecralarda kalem oynatıyor. Toplumsal cinsiyetten hayvan haklarına, Kürt sorunundan Covid-19 salgınına… her şey ondan soruluyor.

Film de burada kopuyor. Melis, salgın sürecinin yönetimine ve insanların bireysel tutumlarına ilişkin itirazlarını, özellikle tatil başlığında, 27 Nisan tarihinde Twitter’dan “Salgın sıfırlanmadan oteller açılsa, seyahat izni verilse dahi tatile giden insanların Covid-19'a yakalanması halinde o bölgedeki hastanelerin kapasitesi zorlanabilir. Bu açıkçası tatil yörelerinde yaşayan yerel halka da haksızlık. Bir yaz tatil yapmamak çok mu zor?” diyerek dile getiriyor.

Birkaç gün önce ise, Bodrum’da güneşlenirken görülen keskin kalemli yazar, kendisini eleştirenlere, “Zaten 2 yıldır çeşitli sebeplerle tatile gitmemiştim. Normalleşme başlayınca temmuzda ben de kendi aracımla güvenli bir yere tatile gittim. Bu yüzden dünden beri nefret objesine dönüştürüldüm. Tatilim de çok güzel geçti, sefam olsun.” diyerek rest çekiyor.

Evet, Melis’in sefası olsun. Melisler'in sefası olsun. Başka bir olasılık yok çünkü. Üç yazıdır anlatmaya çalıştığım şey de budur. ‘Yeni Türkiye’de muhalif, Melis’in ta kendisidir.Burası artık kamu ihaleleri ile semiren müteahhitler, havuz medyasının lağımcı köşecileri, rantçı ve yalancı siyasetçiler, ikiyüzlü saray şarkıcıları kadar Melisler'in de ülkesidir. Dengenin sağlanması için Melisler olmazsa olmazdır.

Ama maalesef Melis yalnız değildir. Sadece turuncu renkli ve foncu internet sitelerinde veya Kılıçdaroğlu medyasında evcilik oynayan yazıcı çizicilerden bahsetmiyorum. Oyuncusu, sinemacısı, tiyatrocusu, dansçısı, türkücüsü… muhalif etiketi ile yıllardır gemisini yüzdüren bütün parazitleri kastediyorum. Söylediği ile düşündüğü, yaptığı ile anlattığı arasında dağlar kadar fark olanları işaret ediyorum.

Parantez açıp bir kesimden örnek vereyim.

Bertolt Brecht, bir oyununda bir karaktere, “Banka kurmanın yanında, banka soymak nedir ki?” diye sordurtur. Solcularımızın bayıldığı bir sözdür bu. Müthiş bir Marksist formülasyondur falan…

Peki, bu böyle iken, muhalif hatta sosyalist olduğu söylenen Mehmet Ali Alabora, Cengiz Bozkurt, Mert Fırat gibi oyuncular nasıl oluyor da utanmadan banka reklamlarında oynayabiliyor? Banka kuranlar hırsız diye kodlanırken bankaların palyaçoluğunu yapıp kredi kartı pazarlayanlar neden devrimci kabul ediliyor?

Bu nasıl bir muhalefet anlayışı?

Aslında basit. ‘Yeni Türkiye’nin muhalifinde öncelik, dünyalığı yapmak oluyor. Düzenin bütün nimetlerinden yararlanıp düzenin üst yapısının Akp eliyle yeniden tasarlanmasına arada bir eleştiri üreterek peşine takacak birilerini muhakkak bulabiliyor. Zaten, muhalif olduğunu iddia eden güruh da bunlardan daha fazlasını istemiyor.

Bakın, bu ülkede, seçimler yaz dönemine rastladığında, CHP seçmeni yazlıktadır, yaşadığı şehre dönüp sandığa gider mi diye tartışmalar yapılıyor. Düşünebiliyor musunuz? Bu nasıl bir yabancılaşmadır? Dinci ve milliyetçi partilerin seçmeni için böyle bir cümlenin kurulmasına olanak var mı?

Sorun yazlık kışlık sorunu mu? Elbette hayır. Zira sağ partilere oy veren garibanların lideri, ülkenin her bölgesine, üstelik kamu kaynaklarıyla ve doğayı talan ederek saray yaptırıyor. Bunu bırakıp yazlıkçıyla dalaşmak değil maksadım.

Ama hiçbir lüksünden vazgeçmeyen, kendisinin ve çocuklarının her şeyde en fazla hak sahibini olduğunu düşünen, politik itirazlarını yanlış bağlamlarda ve nitelikten ve tutarlılıktan yoksun biçimde dile getiren üst-orta sınıf muhalifliği ile onların okuduğu, izlediği kişilerin muhalifliği bir ve aynıdır;bunu söylemeye çalışıyorum.

Yani Melis Alphan, eli kalem tutsa da bu güruhun en çürümüş halidir. Bunun salgın sürecinde bu şekilde ifşası da ayrıca ibretliktir.

Aylardır devletin emekçileri korumak için hiçbir önlem almadığını, fabrikaların, işliklerin, iş yerlerinin ve buralara ulaşırken binilen otobüslerin, trenlerin risk arz ettiğini, normalleşme adı altında adı konmamış ve vahşice bir sürü bağışıklığı politikasının uygulandığını biliyoruz.

Vaka sayılarının az gösterilebilmesi için sağlık kuruluşlarının insanlara yeterince yardımcı olmadığını, hastalık belirtisi taşıyanların gerekli tedaviden mahrum bırakıldığını, özel hastanelerin sadece zenginlerin, seçilmiş kişilerin hizmetinde olduğunu hep birlikte izliyoruz.

Bütün dünyayı tehdit eden salgınla mücadelenin maske-fiziksel mesafe-temizlik lafları ile bireysel çabaya indirgendiğini, bununsa bu denli cahil, yoksun ve yoksul halkımızın kaderiyle baş başa bırakılması anlamına geldiğini söylüyoruz.

Melis Alphan da bunu söylüyor. Ama sonra aracına binip kimseye dokunmadan, çok korunaklı ve lüks bir işletmede tatile gidiyor. İki yıldır gitmemiş ya herhalde bu yıl da gitmezse öleceğini düşünüyor. Her günçalışmak zorunda olan milyonlarca emekçinin hayal bile edemeyeceği koşullarda keyif yapıyor. Fakat bu esnada akıllı telefonundan Akp'yi eleştirmeye devam ediyor. Ne güzel iş…

Halk plajlara akın etmesin ki Melis bir elinde cımbız bir elinde ayna, rahatça güneşlensin!

Halk “evde kal”ma hakkını kullanamasın ve her gün işe gitmeyi sürdürsün ki yandaş iş adamının inşaatları hızla yükselsin, para babalarının fabrikalarında üretim aksamasın.

Alphan ve güya muhalifi olduğu siyasetçilerin arasında fark yok. Hepsi bizim kişisel değil sınıfsal nefret objemizdir.

Şimdilik sürsünler sefalarını, elimizden bir şey gelmiyor.

Ama bir gün mutlaka… Bu düzen değişecek.

Alper Erdik
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM