Weimar Cumhuriyeti ve aydınlar / M. Tanju Akad
Bütün bu muazzam yetenekler, kendilerini ülkelerinden kovan sokak çeteleri ile büyük sermayenin iğrenç ittifakını ve iktidar yürüyüşünü sadece seyrettiler. Alman sanatçılar, şairler ve bilim adamları kendi alanlarına tanınan bir miktar özgürlük karşılığında hükümeti eleştirmeme konusunda zımni bir a...
BİR GEÇİŞ DÖNEMİNDEN NOTLAR
Geçiş dönemi pek anlamlı bir laf değildir, çünkü her dönem bir geçiş dönemidir. Dünya tarihini büyük olaylar ve aralarındaki geçiş dönemleri olarak ayırmak aşikar olanı ifade etmekten başka bir şey sayılmaz. Öte yandan öyle geçiş dönemleri vardır ki, büyük olaylar (örneğin ihtilaller, savaşlar) kadar büyük altüst oluşlara sahne olurlar.
İmparatorluk ile Nazi iktidarı arasındaki bir geçiş dönemi olan Weimar Cumhuriyeti’nin (1918-1933) olağanüstü zengin kültürü ve bununla birlikte sonsuz aymazlıkları ise beni daima derinden etkilemiş, günümüzü daha iyi anlayabilmemi sağlamıştır.
Bu cumhuriyet çökerken dünyaya saçtığı binlerce sürgün arasında Albert Einstein’dan Thomas Mann’a, Berthold Brecht’den Wassily Kandinskiy’ye kadar kimler yoktu ki. Grozs, Gropius, Reinhard, Walter, Beckmann, Köhler, Tillich… Saymakla bitmez.
Naziler gelince, kaçışan bu yeteneklerin yerini büyük bir sıradanlık aldı. Nazi sanatı bir “kitsch” den, sınırsız bir bayağılıktan ibaretti.
Bütün bu muazzam yetenekler, kendilerini ülkelerinden kovan sokak çeteleri ile büyük sermayenin iğrenç ittifakını ve iktidar yürüyüşünü sadece seyrettiler, tıpkı dünyanın en örgütlü ve en disiplinli işçi sınıfının ve güçlü partilerinin yaptığı gibi.
Bu nasıl olmuştu?
Öncelikle son derece büyük karışıklık vardı. Cumhuriyeti kuran sosyal demokratlar eski rejimin bürokratları tarafından sabote ediliyor, işsiz askerlerden oluşan çeteler ise açıkça solcu avına çıkıyorlardı. İlk üç yılda solculara atfedilen 22 cinayet davasında on idam verilirken, sağcıların işlediği 354 cinayet için sadece bir tane ağır ceza hükmü çıkmıştı. Ortalama ceza solcular için on beş yıl, sağcılar için dört ay idi. Bürokratlar soğuk ve tarafsız görünüşleri altında otoriteyi destekliyorlardı ama zihinlerinin derinliğindeki otorite meşru değildi. 1920 yılında çekilen The Cabinet of Dr. Caligari adlı film dönemin karanlık ruhsuzluğu –ya da ruhsuz yarı karanlığı mı desek- yansıtır. Burada bürokratlar, iki metre yüksekliğindeki taburelerde oturup tepeden bakarlar. Katil zanlısı Caligari’yi aramak için tımarhaneye giden Francis ise onun hasta değil başhekim olduğunu görür. Tarih ne kadar çok imkan sağlıyor, mukayese için.
Dönemin büyük bölümünü Almanya’da geçiren ve 1945’de daha bombardımanın dumanları tüterken çok sevdiği Berlin’e geri dönen William Shirer, Weimar döneminde adalet kurumlarının karşı devrimin merkezlerinden birisi haline geldiğini anlatır. Aşırı sağcı Kapp darbesinden yargılanan 705 kişiden sadece biri beş yıl göz hapsi almış, geri kalan 704 tanesi beraat etmiş, bu sırada ordunun tutumunu eleştiren yüzlerce kişi ihanetle suçlanarak çok uzun mahkumiyetlere çarptırılmıştı.
İlgili okurlar, Nürnberg Mahkemeleri (1961) filminde Burt Lancaster’in oynadığı sanık Alman yargıcın, Spencer Tracy karşısındaki ezikliğini hatırlayacaktır. Mahkeme katibi yüzbaşı da sonradan Enterprise’ın kaptanı olan William Shatner idi. Yani nereden nereye. Aynı filimde idam edilen Alman generalin karısını oynayan Mavi Melek’in yıldızı Marlene Dietrich de Weimar sürgünleri arasındadır. Savaşta Amerikan askerlerine moral vererek ve savaş bonolarını satarak Hitler’in yenilgisine katkıda bulunmuştu. Marlene savaşı yollarda tüketirken, bir başka sahne yıldızı, Josephine Baker da Paris’te direnişçilere katılacak ve savaştan sonra devlet şeref madalyası alacaktı.
Bambaşka bir dönem, bambaşka insanlar…
En büyük karışıklık kuşkusuz ki sokaktaki değil, zihinlerdeki karışıklıktı. Ne istediğini bilen tek bir kişi vardı ve Münih’teki darbe girişiminden sonra iktidarı alması için sadece on yıl yeterli oldu. Zoraki cumhuriyetçilerden oluşan toplumda bu o kadar da zor değildi. Kaldı ki, cumhuriyeti sevmeyenler komünistler, sosyal demokratlar, Naziler ve diğer sağcı gruplardan ibaret değildi. Entelijensiyanın büyük bölümü de sevmiyordu. Cumhuriyet, hepsi için bir çaresizlik çaresiydi ve hepsi daha otoriter bir rejim özlemi çekiyordu. Thomas Mann bile imparatorlukçu iken 1920’de cumhuriyete dönmüş, bu nedenle yeni liberal görüşleri yeterince samimi bulunmamıştı.
Jochaim. C. Fest, The Face of the Third Reich adlı eserinde Hitler’in, bu yılların kolektif hastalıklarının sentetik ürünü olduğunu söyler. Ama Weimar Cumhuriyetini saran ve devamını olanaksız kılan duygusal boşluğun, idealize edilen geçmiş nedeniyle, yakın geçmişin aşağılanmasından kaynaklandığını söylediği sonuç cümleleri bence çok daha önemli bir noktaya işaret eder.
Acaba bu, karşı devrim dönemlerinin ortak bir özelliği sayılabilir mi?
İlk aklıma gelen örnekler bu yönde oldu ama fazla düşünmedim ve ileride ele alınacak konular listesine ekledim.
Peter Gay, The Weimar Culture adlı kitabında Alman demokrasinin temeldeki zayıflığından, Reishstag’ın (Meclis) ise otoriter yönetimin incir yaprağından başka bir şey olmadığı söyler. İmparatorluğun federalist yapısı, Bismarck zamanında kurulduğundan beri güçlü adamların yönetimini sürekli kılacak şekilde ayarlanmış, entelektüeller bunu meşru kılacak ideolojiler üretmişti. Alman sanatçılar, şairler ve bilim adamları kendi alanlarında tanınan bir miktar özgürlük karşılığında hükümeti eleştirmeme konusunda zımni bir antlaşma içerisindeydi. Böylece apolitik, bireyci bir kültür gelişmişti.
Weimar Anayasası, gerçek politika yapma olanağını getirdiği zaman, Almanlar, o güne kadar yasaklandıkları yere girince şaşıran köylüler gibi kapı ağzında şaşkın kalakalmışlardı. Yazar, Weimar’ın son günlerinde, 1932 yılının sonlarında, Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç ay önce Berlin’deki atmosferi yansıtan ve gazeteciler arasında bir nevi kara mizah olarak yayılan bir kısa anlatımdan söz eder.
Hikayeye göre, Ming hanedanının ikinci imparatorunun hükümdarlığı döneminde Wang Lun adında bir cellat yaşıyordu. Kurbanlarının kafasını keserken hızı ve ustalığı nedeniyle çok meşhur olmuştu ama bütün hayatı boyunca içinde kalmış bir arzusu vardı: Kişinin kafasını o kadar hızlı kesecekti ki, kafa boynun üzerinde kalacaktı. Çalıştı ve çalıştı ve nihayet, yetmiş altı yaşına geldiğinde arzusuna ulaştı. Çok fazla idam olan bir gündü ve büyük bir hızla kestiği kafalar tozun içine yuvarlanıyordu.
Sıra on ikinci adama geldi ve adam sehpanın merdivenlerini çıkarken Wang Lun’un kılıcı şöyle bir parladı ve kafası kesilen adan çıkmaya devam etti.
Yukarı ulaştığında öfkeyle cellada söylendi:
“Niye acımı uzatıyorsun? Diğerlerine karşı merhamet ettin, çok hızlıydın!”
Bu Wang Lun’un büyük anı idi. Yüzünde dingin bir tebessüm belirdi, kurbanına döndü ve “Hafifçe başını eğ” dedi.
Yazar kitabı şu sonuçla bitirir: “Birkaç ay sonra Hitler geldi ve toplama kamplarından veya sınır kasabalarında ölümden kaçabilenler, diğer ülkelere dağıldı, Almanya’da barınamayanlar dünyanın dört köşesindeki üniversitelerde, hastanelerde ve tiyatrolarda büyük kariyerlerini sürdürdüler. Weimar sanatının ve biliminin ruhu gerçek evini sürgünde buldu.”
Avrupa’nın bu en büyük ülkesi, 20. yüzyılda imparatorluk, Weimar, Nazi iktidarı, işgal/ikili yönetim ve nihayet tekrar birleşmeyi yaşadı.
Weimar, bilim ve kültür alanında son derece büyük bir birikimi miras aldığı halde, bunun orada insani değerlerin büyük çöküşünü önlemeye yararı olmadı.
Nazi iktidarı elli milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. Toplama kampları, daha iktidarlarının ilk yılında tıklım tıklım dolmuştu. Bütün dünya onlara karşı birleşip savaşmasa, daha birçok halkı yok edeceklerdi.
Toplumlar yukarıdan ve aniden gelen demokrasiyi korumayı ve kullanmayı bilmiyorlar.
Demokratik devrimler asla kısa yoldan tamamlanamıyor.
Bu sanata da yansıyor. Günümüzde sanata karşı çıkan baskıcı yönetimlerin zevksizliği ve sanat anlayışlarının sığlığını başka ülkelerde de görmüyor muyuz? Bunlar bize sanat ve kültürle ilgili epey düşünce malzemesi veriyor. Zevksizlik hangi ortamlarda yaygınlaşıyor, kaliteli sanatı nasıl ortalıktan kovmaya çalışıyor, demokrasi düşmanları nasıl bir bayağılık ortamında kendilerini rahat hissediyor gibi sorularla karşılaşıyoruz
Yanıtlıyoruz ama içimiz bulanıyor. Atmak istiyoruz, atamıyoruz.
M. Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR