Son Dakika



Araplar ve Arapların Müslümanlıktan önceki yaşamları. Arapların evlilik ve seks hayatları, üretim tarzları… Roma Tarihi’nin kayboluşu ve bulunuş hikayesi… Kitabın yeniden bulunuşunun Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanıyla olan benzerlikleri.  

Ammianus Marcellinus’un Res Gestae (Roma Tarihi)[1]adlı değerli kitabının artık Türkçesi de var. A. Marcellinus’un bu eseri, günümüze kadar gelebilen ve 4. yüzyıl tarihine ilişkin önemli bilgiler içeren bir iki eserden biridir.

 Antakya’nın varlıklı ailelerinden olan yazar A. Marcellinus, Yunan asıllı bir Roma yurttaşıdır. Kent eşrafındandır. Hem iyi bir eğitim almış hem de çok gezmiş olmasından dolayı Anadolu ve Ortadoğu’yu da çok iyi bilmektedir.[2]

 Bugün sıradan kentlerimizden biri olan Antakya, en fazla birbirinden farklı din ve kültürlere sahip yurttaşlarımızın yaşadığı bir kent olarak bilinmektedir. Fakat geç Antikçağda (2. Yüzyıldan 6. yüzyıla kadar) her gün kervanların uğradığı, doğudan batıya binbir çeşit baharatın yanı sıra bol servet kazandıran esirler de taşıyan ticaret gemilerinin mallarını boşalttıkları bir ticaret ve dağıtım merkezidir. Bu nedenle de kent çok farklı din ve etnik kökenden gelen insanların yan yana ve iç içe yaşadığı bir yerdir. Hem diller ve gelenekler burada birbirine karışır hem de yeni din ve siyasi-felsefi akımlar burada mayalanır. Çünkü Antakya bir kavimler kapısıdır. Bu yüzden Antakya, Roma İmparatorluğu’nun Roma ve Konstantinopolis’ten sonraki üçüncü büyük kentidir.[3] İskenderiye ise onları takip etmektedir.

Dolayısıyla kentin bütün bu kültür ve düşünce akımlarından etkilenmiş olan yazarımız da harika bir kitap yazabilmek için gerekli olan bütün altyapıya sahiptir.

Ammianus Marcellinus, henüz genç bir askerken Roma İmparatorluğu’nun kuzey sınırından doğu sınırına; güney ucundan batı ucuna kadar imparatorluğun bütün savaş ve muharebe alanlarını tanır ve hatta önemli bir kısmına bizzat katılır da; büyük komutanlara eşlik eder, onların karargahlarında görev alır, en inanılmaz olaylara tanık olur, notlar tutar ve bunları bize bütün çıplak gerçekliği ve renkli sahneleriyle aktarır.

Bu eser boşuna son yıllarda yeniden önemli bir başvuru kitabı olarak öne çıkmamaktadır. Marcellinus kitabında Roma’yı en içinden bilen biri olarak konuşur. Bize Roma’nın en üst sınıfını, aristokratlarını, hanedan mensuplarını, efsanevi savaş komutanlarını, saray entrikalarını, ailelerin birbirini katlettiği acımasız gelenekleri; toplumsal çatışma noktalarını ve sınıfsal çelişkileri, açlık ve ekonomik sıkıntıları; Hıristiyanlarla olan gergin ilişkileri; Hıristiyanlığın yoksul ve sefalet içinde yaşayan baldırı çıplaklar arasında nasıl yaygınlaşarak muazzam bir kitle hareketine ulaştığını ve sonra nasıl Roma İmparatorluğu’nu etkisi altına aldığını, karşılıklı kırımları, savaşların mantığını, atılan pusuları ve dur durak bilmeden Roma’nın üzerine yürüyen barbar kavimleri anlatır; ama aynı zamanda bize Hunlar, Gotlar, Alamanlar, Fars ve Araplar hakkında da muazzam bilgiler verir.

Kitap, Roma imparatorluğuna komşu devlet ve halklar hakkında başka bir yerde bulunmayan çok önemli bilgiler içerir. Yazar eserinde hem gözlemlerini hem de Yunan ve Latin edebiyatından, sonradan kaybolmuş tarih kitaplarından eşsiz bilgiler aktarır. Kitap her açıdan yararlı ve bulunmazdır. O dönemin Fars İmparatorluğu hakkındaki bilgileri de buradan edinebiliriz. Aynı şekilde Hunlar, Cermenler ve Gotlar hakkında da.

Bizi bu kitapta en çok ilgilendirense Arap kavimleridir. Kitapta yer alan Araplar (Sarazenler) hakkındaki birkaç sayfalık bilginin değeri hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Kitap, çok az olmakla birlikte Türkiye’de akademik araştırmanın konusu da olmuş. Eser, Hunlarla (Türk) ilgili bilgiler açısından değerlendirilmiş fakat sanırız kitapta adları geçen Sarazenlerin, aslında Arap kavimleri olduğu araştırmacılar tarafından fark edilememiş.

Arapça bir terim olan “şark”, yani “doğu” terimini baz alan Yunanlar, Arap Bedevilerine Sarakenoi (doğulular); Süryaniler “Sarkayi” ve Latinler de “Saraceni” demişler. 2. yüzyıldan itibaren de Sarazen adı Araplar için kullanılır olmuş. Sonraki yüzyıllardaysa Arapların yanı sıra bütün Ortadoğulu Müslüman kavimler bu adla çağrılmışlar.

Araplara İlişkin Bilgiler

Yazarın ölüm ve doğum tarihi tam belli olmamakla birlikte 322-400 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir, çünkü hem eserde verilen bilgiler bu döneme aittir hem de başka şahsiyetlerin mektuplarından edinilen bilgiler bunu doğrular. Kitap 391 yılında konsül olan Neotherius’tan da bahsettiğine göre onun 4. yüzyılın sonuna kadar yaşamış olması gerekir. Genç yaşta saray muhafızı olan A. Marcellinus, 353’te Constantius’un emriyle Doğu ordusunun başkumandanı Ursicinus’un kurmay heyetine alınmış ve böylece Gallia’dan Edirne kapılarına ve oradan da Halep, Diyarbakır ve Dicle sınırlarına kadar gidip gelmiştir.

Eser 31. Kitap’la, yani 378’deki Edirne (Hadrianopolis) bozgunuyla son bulur. Bu savaşta o kadar çok insan ölür ki savaş meydanında kalmış ve yırtıcı kuşlar ve vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış cesetlerden arta kalan kemiklerin beyaz görüntüsü, günışığında bir kemik tarlası gibi parlamaktadır. Gotların önderliğinde birleşmiş olan Hunlar ve Halakanlar, yenilmez Roma ordusunu öylesine bozguna uğratırlar ki İmparator Valens’in ölüsü bile savaş alanında bulunamaz. Edirne kentinin sur kapısında cereyan eden bu savaş sahnelerinin ortasına Arap savaşçılar da düşer ve bir bakıma Roma ordusunu kesin yenilgiden kurtarırlar.

Kitapta betimlenen şu sahneyi mutlaka aktarmamız gerekiyor: “Kökenlerinden ve geleneklerinden muhtelif yerlerde uzunca bahsettiğim, düzenli ordulara has muharebelerden ziyade cesaret ve atılganlık gerektirecek çarpışmalara daha yatkın olan ve kısa bir süre önce savaş alanına getirilmiş olan Sarazenlerin (Araplar), dağınık bir halde bekleşen barbarların şaşkınlığı karşısında, kentten çıkarak uzun bir çarpışmaya dönüşen bir saldırıya giriştiler. Sonra çarpışmanın tarafları eşit koşullarda geri çekildiler. Bununla birlikte bu doğulu tabur, daha önce hiç görülmemiş bir şekilde yeni bir olaydan ötürü üstün geldi. Zira bu birlikten uzun saçlı ve peştamalı hariç çıplak olan bir adam, oldukça boğuk ve kasvetli bir şekilde çığlık atarak hançerini çıkarıp Got ordusunun orta yerine hücum etti, bir düşmanı katlettikten sonra dudaklarını adamın boğazına bastırdı ve akan kanı emdi. Bu tüyler ürperten ve anormal durum karşısında ödleri patlayan barbarlar bundan sonra herhangi bir eyleme kalkıştıklarında o geleneksel vahşiliklerini sergilemediler fakat tereddütlü adımlarla ilerlediler.”[4]

Tam da bu sahne bize bu olaydan 250 yıl sonra Müslümanların Mekkeliler karşısında ağır bir yenilgi aldıkları Uhud Savaşı’na götürmektedir.

Mekkelilerin yenilgiye uğratıldıkları Bedir Savaşı’nda, Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in babası da öldürülmüştü. O yenilginin intikamını almak için Mekkeliler Uhud Savaşı’nda Müslümanlara ağır bir kayıp verdirmişlerdi.  Hatta öldürdükleri Müslümanların bedenlerinden sadece zırhlarını soyup almamış aynı zamanda cesetlerin gömülmelerine de izin vermeyerek onların kurda kuşa yem olmalarını sağlamışlardı. Hatta ölülerin uzuvlarını parçalayarak oralarına buralarına iliştirmişler. Dahası, Ebu Süfyan’ın karısı Hind, kayalıkların ve mevzilerin ardından gelişmeleri izleyen Müslümanların şaşkın bakışları karşısında Hz. Muhammed’in amcası Hamza’nın karnını yararak böbreğini çıkarmış ve Bedir’de ölen babasının intikamını almak için çiğ çiğ yemişti.[5] Demek ki iyi veya kötü gelenekler, aradan yüzlerce yıl geçse bile kolay kolay değişmiyor.

Araplarla ilgili bir başka önemli bilgi de şudur. Arap toprakları yüzyıllardır Fars ve Roma İmparatorluğu’nun nüfuz ve çekim alanıdır. Dolayısıyla Araplar, kâh Fars ordusuna kâh Roma ordusuna paralı askerlik yapmaktadırlar. Arap aşiret liderlerinin, zaman zaman belli bazı imtiyazlar koparmak uğruna savaşlara gönüllü birlikler gönderdikleri de bilinmektedir. Fakat Roma yönetimi, Araplara hiçbir zaman güvenmez ve yüz vermez ki A. Marcellinus’un kullandığı aşağılayıcı ifadeler de bunu doğrular.

Şimdi Romalı yazarın İslam öncesi Arapların gelenekleri ve yaşam tarzına ilişkin verdiği bazı çarpıcı bilgileri aktaralım:

“Öte yandan ne dost ne de düşman olarak asla hazzetmediğimiz Araplar, orada burada cirit atarak tıpkı yukarıdan avlarını gördükleri anda seri bir uçuş hamlesiyle yakalayan ve onları yakaladıkları takdirde hemen öldürmeyen açgözlü çaylaklar gibi, kısa bir süre içinde bulabildikleri ne varsa harap ettiler. Daha önce, İmparator Marcus’un yapıp ettiklerini anlattığım [kaybolan] kitabımda[6] ve daha sonra zaman zaman bu insanların adetlerini anlattığımı hatırlamama karşın yine de şimdi tekrar onlar hakkında birkaç şeyi kısaca anlatacağım. İkamet ettikleri bölgeler Asurluların topraklarından Nil Nehri’nin çağlayanlarına ve Blemmyae’ın [Habeşistan sınırı] sınır bölgelerine kadar uzanan bu kabilelerin arasında hepsi aynı ölçüde cengaverdir. Yarı çıplak bellerine kadar uzanan renkli pelerinler takarlar[7], atik atlarının ve zayıf develerinin yardımıyla barışın veya karışıklığın hakim olduğu zamanlarda bölgeler arasında gezinirler. Bu adamlardan hiçbiri ne eline bir saban tutamağı alır ne de bir ağaç dikip, toprağı sürerek bir hayat yaşar; fakat bir ev, belirli bir ikamet alanı veya kanunlar olmadan büyük ve geniş bölgelerde sürekli gezinirler, uzun süre boyunca aynı gökyüzüne katlanmazlar veya tek bir bölgenin güneşiyle hiçbir zaman memnun olmazlar. Hayatları daima hareket halindedir, sözleşme gereği belirli bir zaman için ücretle tutulmuş karıları vardır; bir evlilik bağı görüntüsü verebilmek için gelin adayı eğer ki seçilirse, belirlenen tarihten sonra ondan ayrılmak üzere çeyiz olarak kocasına bir mızrak ve çadır sunar; her iki cinsin de birbirine karşı ateşli bir şekilde tutkulu olması inanılmaz şeydir.[8] Dahası, yaşadıkları zaman boyunca o kadar geniş bir bölgede gezinirler ki, kadın bir bölgede evlenir, başka bir bölgede doğurur, hiçbir dinlenme fırsatı bulamadan çocuklarını uzak bir bölgede büyütür. Hepsi yaban hayvanlarının etiyle, ana besinleri olan bol bol sütle, çok çeşitli bitkilerle ve avlayabildikleri için kuş etiyle beslenirler; ayrıca birçoğunun tahıldan ve şaraptan tamamen habersiz olduğunu görmüşümdür. Bu tehlikeli kavim hakkında söyleyeceğimiz bu kadar.”[9]

Bunlar eşsiz değerde bilgilerdir. Bu sayede İslam öncesi Arap toplumu hakkında muazzam bilgiler ediniyoruz. Kuşkusuz bunların bir kısmı abartılı ve özneldir fakat sonraki yüzyıllara ait kayıt ve tanık ifadeleriyle karşılaştırıldığında bunların hiç de yabana atılacak bilgiler olmadıkları görülür.

Bu uzun alıntı bize Arapların yaşam tarzları hakkında genel bilgiler vermektedir. Üretim ve bölüşüm ilişkisi, çok-karılık[10], cinsellik ve şehvet, kadın erkek ilişkisi, toplumsal kurum ve yapılar, konar göçer haller, savaş tarzları, vahşi doğayla iç içe yaşamalar, hiçbir uygarlık belirtisine sahip olmamak vb. durumlar. Aşiret bağı Arapların yaşamında her şeydir. Onların hayatlarını esas olarak savaş ve çatışmalar belirler. Kendi aşiretlerinden başka herhangi bir otoriteye bağlı kalmayan Araplar, sürekli saf değiştirir, bugün dost bildiklerinin kellesini yarın düşman olarak uçurabilir.[11]

Kervan baskınları, haraç ve ganimet temel geçim kaynaklarıdır. Yerleşik olmamaları nedeniyle savaş taktikleri de ona göre biçimlenmiştir. Ani saldırılar, teke tek dövüşte gösterilen cesaret ve atılganlık örnekleri, İslam ordularının nasıl kısa bir süre içinde milyonlarca metre karelik alanı ele geçirdiklerini açıklamaktadır.

 

Eserin Bulunması

Şimdi de bu kitabın nasıl bulunduğuna gelirsek: A. Marcellinus’un 31 kitabı kapsayan muazzam eseri, Orta Avrupa tarihine dair birçok bilgi içermesi nedeniyle 9.-10. yüzyılda Orta Avrupa’nın Hıristiyan manastırlarında ilgiyle okunmuş ve kopyaları çıkarılmış. Fakat eser sonra 14. yüzyıla kadar esas olarak unutulmuş. Ardından yeniden erken Rönesans döneminde (14. yüzyıl) Antikçağa ait kitap ve elyazmalara meraklı bir din adamı olan Floransalı Poggio-Bracciolini, A. Marcellinus’un kitabının bir nüshasını Almanya’nın Herzfeld kentindeki bir manastırda bulmuş. Bir çatı arasında ihmal edilmiş bir şekilde bulunmuş olan eserin en az yarısı yoktur. Bütün bu anlatımlar kuşkusuz bana olduğu gibi size de Umberto Eco’nun Gülün Adı romanını hatırlatmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse hem A. Marcellinus’un eserini Almancaya çeviren Wolfgan Seyfarth’ın sunuşunu okurken hem de bahsi geçen din adamı Floransalı Poggio-Bracciolini’nin kitap toplama merakını ve bu çabasını 19. yüzyılın sonunda muhteşem bir hikayeye dönüştüren Conrad Ferdinant Meyer’in “Rahibeler Manastırındaki Plautus”[12] adlı novellasını okuyunca “acaba Umberto Eco bu hikaye ve anlatımlardan etkilendikten sonra mı ünlü romanını yazdı” diye düşünmeden edemedim.

Kitabın kopyasını çıkaran keşişler birçok hata da yapmışlar. Sonra Fulda manastırında eserin Herzfeld nüshasından kopya çekilen ikinci bir nüshası da bulunmuş. Fakat Vatikan, bu nüshayı ilk başlarda elde edememiş ve sonradan Herzfeld nüshası da birkaç sayfasına kadar kaybolmuş. Bugün bilim dünyasının yararlandığı tek çağdaş nüsha, kaynağı Fulda olan ve sonradan İngiliz tarihçi C.U. Clark tarafından yayıma hazırlanan (1910-15 yılları arasında yayıma hazırlamıştır) nüshadır.

Yazıyı bitirirken bu arada kitabı geçtiğimiz günlerde Türkçeye kazandıran Samet Özgüler’i ve yayımlayan Historia Yayınevini de kutlarım.

Kitabı edinmek için...

[1] Kitabın Ocak 2019 Türkçe çevirisi de yayımlandı. A. Marcellinus, Roma Tarihi, çev. Samet Özgüler, Historia Yayınları, İstanbul, 2019.
[2] Almanca çevirmen Wolfgang Seyfarth Marcellinus’un kavimler kapısı Antakya doğumlu olması nedeniyle hem birçok dil bildiğini hem de çok akıcı bir dile sahip olduğunu belirtmektedir.
[3] Wolfgang Seyfarth, “Einführung”, Ammianus Marcellinus, Römische Geschichte, Bd.I, Akademie Ver., Berlin, 1975, s.10.
[4] Çeviriler, bazı ufak dokunmalarla birlikte esas olarak Samet Özgüler’in çevirisinde aktarılmıştır. Ammianus Marcellinus, Roma Tarihi, çev. Samet Özgüler, Historia Yayınları, İstanbul, 2019, s.621.
[5] M. Rodinson, Hz. Muhammed, çev. Atilla Tokatlı, Özne Yayınları, İstanbul, 1998, s.180.
[6] Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi A. Marcellinus kitaplarını bir solukta oturup yazmadığı, bunları uzun yıllar içinde tek tek yayımladığı anlaşılmaktadır.
[7] Müslümanlıktan önce Araplar, sadece yarı bellerine kadar çıplak gezmez, aynı zamanda Kabe’yi tavaf ederken de sadece edep yerlerini örtecek kadar bir bez parçası dışında bütünüyle çıplak olurlardı.
[8] Arapların cinselliğe olan düşkünlüklerini anlatan bir alıntıyı da biz ekleyelim: “Talmud’un doktorlarından biri olan Rabbi Nathan, ‘dünyanın hiçbir yerinde tıpkı Perslilerin gücü gibi bir güç, Romalıların zenginliği gibi bir zenginlik, Mısırlıların büyücülüğü gibi bir büyücülük olmadığını, Arapların arasındaysa zinaya eğilim kadar yaygın bir zina eğilimi olmadığını, eğer dünyadaki tüm cinsel serbestlik ona bölünmüş olsa dokuzunun Araplar arasında paylaşılacağını, onuncunun ise diğer halklara yeteceğini’ ileri sürmüştür.”Akt. M. Rodinson, Hz. Muhammed, s.68
[9] A. Marcellinu, Age, s.49-50.
[10] A. Marcellinus şunları aktarmaktadır: “Bu insanların arasında, bir zamanlar Maximianus Pers topraklarına bir akın düzenlediği zaman hastalığından ötürü bu bölgede bırakılmış olan bir adam vardı. O zamanlar, henüz tüyleri yeni bitmiş bir delikanlı idi. Söylediğine göre, bu bölgenin gelenekleri uyarınca birçok kadınla birden evlenmişti ve bölgeye geldiğimizde ise çok sayıda çoluk çocuğa sahip iki büklüm kalmış bir ihtiyar olmuştu.” Bkz., Age, s.378.
[11] A. Marcellinus’un kitabından öğrendiğimize göre Araplar, çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre vaziyet alır ve savaşlarda sürekli saf değiştirirler. Bkz. Age, s.378, 402, 423,
[12] Plautus (MÖ 254-184), Roma’da yaşamış ünlü ozan ve komedya yazarı. Meyer bu novellasında Vatikan’da görevli aydın bir din adamının nasıl Plautus’un komedyalarını topladığını ve bu arada manastırlarda uygulanan akıl dışı pratiklere tavır aldığını anlatır.

(Yazının tamamını okumak için KAYNAK: www.sadikusta.com)

Sadık Usta
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)