'Üç Fidan' ve yaşlı adam / Mustafa Yıldırım
Bu öykü, 3 Mayıs 1972 günü, yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yazılmıştır.
Pamukova istasyonunda bindi trene. Heybesi omzunda şöyle bir baktı. Vagonun yarısı boştu, ama o aksakalını sıvazlarken bana doğru döndü; açık mavi gözlerini kısarak “İznin olur mu?” diye sordu. Bacaklarımı toplayarak “Buyurun” dedim. Heybesini karşımdaki ikili koltuğa koydu ve pencere yanına oturdu. Bir süre sonra kasketini çıkarıp seyrek, kır saçlarını düzelterek gülümsedi. Merhabalaştık. Ben elimdeki kitaba eğildim. O dışarıları daldı. Bir süre sonra gözlerimiz karşılaştı. Sesini iyice kısmıştı; bir sır sorar gibiydi: “Bu gençleri asacaklar mı?” “Bilmem ki!” “Yazık olacak çocuklara…” Bir şey diyemedim. Öyle ya hangi devirde yaşıyoruz. Bir balyoz harekâtıyla başlamıştı cuntalı dönem. Kim kimdir belli mi? Hem bu yaşlı adam, bana neden güvenmişti? O başını çevirdi; tarlalara daldı, ben de kitaba. Yol söyleşisi bitti, diye rahatlarken birden eğildi: “Essahtan asarlar mı?” Ben yine yanıtlamayınca, sesini iyice alçalttı: “Kundura sıkınca çıkarmalı; inat etmemeli! Yaralı ayaklarla dağlara çıkılmaz, sonu fena olur.” Birkaç dakika daha geçti. Yaşlı yoldaşımın iç çekişi sese dönüşünce başımı kaldırdım. Mavi gözlerini kısarak yine öne eğilmişti. Gizemli kış masallarından birini anlatır gibiydi: “Bizim köyde Hasan vardı. İnşaatlarda çalışmak için şehre inmişti.” Merakımı ölçercesine bir an durakladı. Ben de kitabımı yana bırakıp onu duymak için az öne eğildim. Sesinde hiçbir renk yoktu: “Hasan iki yıl sonra köye döndü. Şehirden kendisine bir çift gıcır gıcır kundura almıştı. Köyde çalım sata sata dolaşıyordu. Kahvenin önünden geçerken, belli etmemeye çalışıyordu, amma bir ayağının aksadığını herkes görüyordu.” Sonunda merakımı uyandırmayı başarmıştı. “İnşaattan düşüp sakatlanmış mı?” diye sordum. “Yok yahu!” dedi ve derin bir soluk alarak ekledi: “Kundurası vuruyordu. Gün geçtikçe daha çok aksıyordu. ‘Hasan!’ diyenler oldu, ‘Ayağını kötürüm eder bu kundura; çıkarıver!’ Hasan dinlemedi.” “Topal mı kaldı?” “Yok yahu… Hasan birden görünmez oldu. Gerisin geri şehre gitmiş.” “Kunduranın yenisini almaya mı?” Başını az yana çevirdi, sakalını parmak uçlarıyla karıştırırdı. Sesi kırılmıştı: “Kundurasını devlet hastanesinde çıkarmışlar… Köye getirdiklerinde sağ dizinden altı yoktu.”u “Kangren…” Yaşlı yoldaşım sesini iyice alçaltarak “Kundura sıktı mıydı; çıkaracaksın, ferahlayacaksın” deyip, sustu. Sakarya ırmağı boyunca geçip gittiğimiz yeşilliklere dalmıştı. Ben, Fato! Ya istiklal Ya Ölüm! filminde bizimkilerin Bilecik yakınlarında attığı demiryolu köprüsünü düşünürken, o birden bana döndü. Islak mavi gözlerinde endişe yüklü bulutlar: “Asarlar mı yiğitleri?” “Bilmem ki!” diye yanıtladım. Göğsüme ağır bir taş gibi oturuyordu bu soru. Çareyi “Hasan nerede şimdi?” diye sormakta buldum. “Köye getirdilerdi” dedi, “Anası dut ağacının altına eprimiş bir hasır serdi. Hasan hasıra uzanır akşama dek göğe bakar dururdu.” Sesi buğulandı, “Bir aya varmadan toprağa verdik” diye mırıldandı. Dışarıda tarla çapalayan kadınlar, trene şöyle bir bakıp işlerine dönüyorlardı. İki oğlan çocuğu trenle birlikte koşmaya başladı. Bir süre sonra geride kaldılar. Kitabıma daldım; ama aklım yaşlı yoldaşımın yineleyip durduğu sorudaydı. Yüreğim burkuldu. Kitabın satırları akıp gidiyordu; ama sayfanın sonuna geldiğimde yine baştan alıyordum. Yaşlı yoldaşım da benden umudu kesmiş olmalı ki uzaklardaki dağlara dalıp gitmişti. Bir süre sonra başını döndürmeden, “De ki gecenin karanlığında uçurumdan atlayacaksın” diye başladı; “Lakin at geri geri gidiyor. Sen görmezsin o görür uçurumun dibini de gâvurla iş tutanların pusuya yattığını da bilir” deyip sustu. Sayfalarda gidip gelmekten yoldaşımın ayağa kalkmasıyla kurtuldum. Eskişehir istasyonuna giriyorduk. Heybesini omzuna attı, hafifçe eğilerek gülümsedi; “Unutma” dedi, “Kundura ayağı sıkınca çıkarmalı! Ömür uzun; daha gidecek uzun yol, yapacak çok iş var! Ayağın iyileşince, gücünü kuvvetini toplayınca çıkacaksın dağlara!” “Haklısınız!” “Yolun açık olsun!” “Sizin de amca!” Vagonun sahanlığına doğru iki adım atmıştı ki, birden geri geldi. Sesi içinden yükselip boğazına düğümlenen acıyı dışa vuruyordu, kırıktı: “Asarlar mı bizim yiğitleri? Yazık olacak evlatlara!” Bu kez yüzüne bakamadım. Bu yüreği yanık yoldaşımı teselli edecek iki çift söz etmek için başımı kaldırdığımda o çoktan yitip gitmişti. Trenin keskin düdüğüyle irkildim. “Gece karanlık, uçurum derin!” dedim içimden. “Kıyısına gelip birden atlamak olmaz! Atlarınızı geriye süreceksiniz, derin derin soluklanacaksınız, gücünüzü toplayacaksınız ve sonra tam zamanı deyip, koşturacaksınız, uçurumun kıyısını iyi hesap edeceksiniz ve işte o zaman…” * Daha iki yıl önce, Ankara’da, Zafer Anıtından Kızılay alanına doğru yürümüştük. Öndeki bayrağımız, kavgasının yeliyle geri doğru dalgalanıyor, Atatürk Bulvarı, kaldırımlara biriken halkın alkışları öfke ve inanç yüklü seslerle inliyordu:… “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi – Bağımsız olacak Türkün ülkesi!” Nerdeyse karanlığın ötesine geçecektik… (Bu öykü, 3 Mayıs 1972 günü, yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yazılmıştır.) Mustafa Yıldırım
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR