‘Cemil, hasta yatağındaki vardiya arkadaşına, onun başına gelenlerden üzgün olduğunu belirten bir içtenlikle ve sevecenlikle baktı. Hasan’ın sağ ayağı, kalçadan parmak uçlarına dek alçı içindeydi. Cemil, elindeki paketi ranzanın solundaki küçük masaya bıraktı. Eğilip Hasan’ı yanaklarından öptü. Hâlen ayaktaydı. Gülen gözlerini ondan ayırmıyordu.

     “Geçmiş olsun Hasan arkadaş! Olayı dün öğrendim!”

     “Sağ olasın Cemil’im! Beni ziyaret etmiş olman yeter de artar, inan! Gelmekle onurlandırdın beni, ne gerek vardı bunlara.”

      “Yorma kendini arkadaşım. Birkaç kilo meyvenin, bir şişe kolonyanın lafı mı olurmuş!”

      “Ama…”

      “Aması maması yok bunun, sen kendinden söz et hele, her ağızdan bir söz çıkıyor, fakat hiçbiri de birbirini tutmuyor. Nasıl oldu da sen!”

      “Hele önce şu yatağın kenarına otur bakalım. Ayakta kalma korkuluk gibi. Otur da gelene geçene yol açılsın, hemşireler rahat geçebilsin. Gidecekmişsin gibi durma öyle. Ha oldu işte… Sana nasıl söylesem bilmem ki. Benimkisi dalgınlık mıydı, dikkatsizlik miydi, anlamadım gitti. Çalıştığımız yeri biliyorsun, tuzaklarla dolu arkadaşım. Zemindeki tahta döşemenin aralarındaki boşluklardan birine giren ayağımı kurtarayım derken her şey bir anda oldu, anlamadım ne olduğunu. Diğer ayağımı prese makinesine kaptırdığımda aklım hem başıma geldi hem de başımdan gitti! Acıyla haykırdım, ama… Neylersin ki kaza bu, geliyorum demiyor, geldim diyor da…”

      “Ben, patronumuz olacak o Kurbağa’ya hep söyledim zaten! 'Prese dairesinin tahtaları çok eski, değişmeli ve noksanları da bir an önce tamamlanmalı; hatta taban tahtalarının tümü değiştirilmelidir,' dedim. Fakat beni dinlemedi. İnan ki köpek gibi yalvardım ona! Aslında kaza geliyorum diyor, önlem almalısınız, size para üstüne para kazandıranları hiç mi hiç düşünmüyorsunuz, dedim! Pişkin adam, ilgileneceği yerde, 'Hiçbir şey olmaz usta rahat ol,' dedi ve arkasını dönüp gitti yanımdan. İçim yandı. Dellendim de. Ben bunları ona ne vakit söyledimse o da aynen bu tümcesini söyledi. Beni söylediğimle yüzüstü bırakıp keyfine baktı. Senden önce de bir arkadaşın başına benzer kaza geldi fakat o arkadaş şanslı mıydı bilemiyorum… Aslında o Kurbağa’yı…”

       “Boş ver bunları Cemil, sıkma canını, çünkü adam haklı…”

      “O Kurbağa’nın onlarca avukatı var zaten Hasan arkadaş, bir de sen savunma, sonra o neden haklı olsun ki?!”

      “Cemil arkadaş, aslında sendikalı olmak varmış! Görüyor musun beni? Hem ayağımdan hem de işimden oldum! Fabrikaya sendikayı sokmak isteyenleri boşu boşuna yalnız bırakmışız. Kazın ayağı hiç de öyle değilmiş aslında. Sendikaya karşı çıkmakla baltayı ayağımıza vurmuşuz da farkında olmamışız. İnan bana! O, güzel ve sevdalı insanları yalnız bırakmakla, başımıza geleceklere  ta en başından razı olmuşuz biliyor musun?! Bu kaza bana öyle şeyler öğretti ki sorma gitsin!”

      “Birkaç tahta, iki kapak için sendikaya gerek yok ki Hasan usta! Sendika kötülük, işsizlik, servet düşmanlığı ve vatan hainliği demektir. Sendikalı olmak insanı sokakta, mahallede gezmez eder, bununla da kalmaz kökünden ekmeksiz, aşsız, işsiz bırakır…”

      “Cemil, yanlış düşünüyorsun! Sendika çok önemli aslında… Sonra bu söylediklerinle ve içinde taşıdığın daha binlerce, on binlerce yanlış düşünceyle de hiç mi hiç ilgisi yok! Doğrusu böyle düşündüğün için senin adına çok üzüldüğümü bilmelisin arkadaşım.

      Bağışla beni, söylediklerini sana yakıştıramıyorum. Bizim gibi ülkelerde, sendikalar emekçilerin sermayeye karşı ekonomik, sosyal haklarını, çalışma koşullarını iyileştirmeye yönelik örgütler değiller sadece. Aynı zamanda emekçilerin sınıf bilinci yönünde gelişmelerinin ve kendileri olabilmelerinin de okullarıdır…”

      “Hasan usta geç bunları geeeeç! Bizi kandırmak için ağızlarımıza çalınmak istenen baldan sözler bunlar, o kadar. Gerçeğin hiç de böyle olmadığını sen de en az benim kadar biliyorsun. Sendika, sülükten, keneden, bitten beterdir. O, öyle bir sülüktür ki bir kere yapıştı mı canına bir daha kurtulamazsın ve seni asla bırakmaz, işin yok sendika ağalarını ve mafyalarını besle dur, yalan mı?!”

      “Cemil, koçum her sözünle beni şaşırtıyorsun ha! Şimdi beni iyi dinle: Bizim günlük hayatımızın sekiz, bilemedin on saati kendisine çalıştığımız, 'Kurbağa' dediğin işverenlere aittir. Bu süre içinde sana istediği işi yaptırır. Yaptırmıyorlar mı?”

      “Evet. Fakat ne var ki bunda, adam haklı.”

      “Aynen senin gibi düşünüyorum, tamam mı? Bu sürede, ne olursa olsun, o bizden sorumlu değil, yanlış mı bu?”

      “Hayır… Doğru…”

      “Çünkü çalışalım diye kurbağalar bizi bulmuyor, aksine biz, kurbağaları buluyoruz. Onların bizden sorumlu olması için bir dayanağımız yok!”

      “Hasan arkadaş, bu sözlerle nereye varmak istiyorsun, pek anlamadım inan ki?!”

      “Şimdi, kurbağaların koşullarında çalışıyoruz, ama bizim dayanağımız olsaydı…”

      “Kusura bakma, fakat bu söylediklerine katılmıyorum. Hasan arkadaş, her Kurbağa kendisi için de olsa bizi korumak zorundadır. Onların kârına kâr katıyoruz. İşimizi fazlasıyla yapıyoruz. Bizi gözden çıkaramazlar öyle kolayca…”

      “Neden? İşine gelmedik mi gözden çıkarırlar bizi. Cemil’im patronumuzu düşün. Beni, benden önce kaza geçiren işçinin yerine işe almadı mı? Şimdi de benim yerime bir başka işçi çalışmıyor mu? Yani, sen ne olursan ol, dayanaksızsan işten de gözden de çıkarılırsın. O işe ne kadar gereksinimin olursa olsun üstelik. Sonunda açlık, hastalık, kısacası ne olacaksa olsun sana onun böyle bir insani düşüncesi olamaz… Düşünsene çevremizdeki işsizleri… Ekmek bekleyenlerin yüzlerini güldürmek, midelerini doyurmak için her türlü koşula ve ücrete razı değiller mi? Ve asıl sorunları işsizlerin, sürekli iş bulamamak değil mi işsizler? Ne düşünürsen düşün, ama dayanaksızlık, arkasızlık çok kötü arkadaş, bunu hiç unutma. Bizim gibilerinin tek dayanakları var, o da sendikalardır.”

      “Hasan arkadaş, peki bize devlet güvence değil mi?!”

      “Devletin görevi başka koçum. Temeli parçalanma ve sınıf olgusu gerçeği üstünde biçimlenen bir devlet, en genel anlamda “malı olanı malı olmayana karşı koruyan örgütlerin üst örgütüdür.” Şimdi, bizim fabrikaya komşu fabrikanın sendikalı işçilerini anımsa. Grev başlatmışlardı, uzlaşma olmayınca neler olmuştu?”

      “Fabrikatör güvenlik güçlerini çağırmıştı, onlar da şiddet kullanarak işçileri fabrikadan çıkarmışlardı.”

      “Ve o işçilerin hepsi de işlerinden edildi, yerlerine başkaları alındı. Sendikasızlar sessiz kaldıklarından dolayı azınlıkta olanlar zararlı çıktı… Demek ki güvence soyut kavramlarla olmuyor.”

      “Seninle sohbet etmek gerçekten güzel, fakat artık gitmeliyim. Tekrar geçmiş olsun. Umarım bir an önce eski sağlığına kavuşursun ve işine de… Fırsat bulursam yine geleceğim, söz.”

    “İkisi de zor görünüyor ama hadi güle güle Cemil, arkadaşlara selamımı ilet lütfen!”

 

                                         ***

      Cemil, bir çırçır fabrikasında çalışıyordu. Çekirdeği çıkarılmış pamuğu balyalaştıran bölümdeydi. Bu bölümün işi kaba kuvvete, dikkatli ve uykusuzluğa dayanıklı olmaya dayanıyordu. Cemil’den başka işçiler de vardı burada. Hepsi de günde sekiz saat uyuyor ve on altı saat çalışıyordu. Pamuğu balyalaştırmak zordu. Uykusuzluk, yorgunluk işçilerin dikkatini dağıtıyordu. Güçlerini emiyordu. Gözlerini bağlıyordu. Bu yüzden bu bölümde sık sık kaza oluyordu.

      Hasan’ın arkadaşı ve kondu komşusuydu Cemil. İçinde hep bir kuşku taşırdı. Hasan’ın geçirdiği kazadan sonra bu kuşku günden güne büyüdü. Onun başına gelen, benim de başıma gelecek, biliyorum diyordu. Bu tümce içinin kurdu olmuştu ve onu kemiriyordu. İçe dönük biri olmuştu. Hep dalgındı, hep düşünceliydi. Çok az konuşuyordu. Kimi zaman da düşle gerçeği birbirine karıştırıyordu.

      Prese makinesinin kapağını tutan işçinin karşısındaki sıkıştırılmış iki yüz elli kiloluk pamuğun üzerine seyrek telisi seriyor, sonra çelikten kemerleri geçirerek kelepçeliyordu. Bu işi ustalıkla yapmak ve çalışırken ayakları korumak gerekiyordu. Çünkü her an için döşemedeki boşlukları gizleyen pamuğun tuzaklarına düşmek olasıydı. Böyle bir kaza da ölüm demekti. Neden mi? Ayağını boşluğa düşüren işçinin başına gelebilecek en büyük kaza ayağının kırılması değil, prese makinesine kapılıp preslenmekti. Bunu çok iyi bilen Cemil, her balyada kendisini görüyordu.

      Çelik kemerler balyayı değil sanki onu kelepçeliyordu. Buradaki her dakikası ayrı bir kâbustu artık.

      “Madem” derdi içinden “sorumlu olduklarımı yaşatmak için yaşamak zorundayım, hiç olmazsa can güvenliği daha iyi olan bir iş bulmalıyım kendime. Bu benim hakkım. Kurbağa sırtımızdan çuvallarla para kazanıyor, fakat can güvenliğimizi hiç düşünmüyor. Sözde beni seviyor, fakat beni nedense hiç dinlemiyor. Sürekli de tersliyor üstelik. Emir eriymişim gibi. “Cemil sen işine bak anladın mı, fabrikanın eksiklerini ve ihtiyaçlarını liste eden adamlar var zaten.” diyor. Hiç aklım almıyor. Kurbağa’nın adamları, çalıştığımız bölümün çürük tahtalarını hiç mi görmüyor? O, aklınca beni kandırıyor. Pis göbeğini zor taşıyan çırpı bacaklı, şiş gözlü. Bana çalım atıyor. İşten çıkacağım be! Harabeye dönmüş fabrikasını başına çalsın! Ne olursa olsun artık burada çalışmayacağım!” Aradan birkaç dakika bile geçmeden de,

      “Cemil iyi düşündün mü oğlum? Çoluk çocuk ne yer, ne içer sonra?! Elde, avuçta yok… Bu zamanda işsiz, güçsüz geçim olur mu? Vay anam vaaayy!!  N’olur evin hâli?! Başka bir iş elinden gelmez ki senin. De ki işten çıktın. İmama kızıp abdest bozdun diyelim, başka bir iş bulmak öyle kolay mı peki?! Aylak aylak dolaşırsan bu yaştan sonra, konu-komşu ne der peki?!

      Delireceğim vallahi! Delirmemek olası mı? Kurbağa ne tahtaları değiştirir ne de kapakları…

      Çalıştığımız sürece hayatımız ona aitmiş(!). Sigorta isteyeni, sendika diyeni işten çıkarır hatta hapse attırır. Kaza geçirene sahip çıkmaz. Üç beş yıl çalışan insanı kapının önüne koyar ve yerine ucuz işçi getirir. Ulan benim gibilerinin emeği ile fabrika fabrika oldu, sen de sen!

      Ne yapacağımı bilemiyorum. Çocuklar aç kalmasın diye Kurbağa’nın şartlarına katlanmak mı, yoksa işten ayrılıp kadere razı olmak mı daha iyi? Hangisi hakkımda hayırlı bilemiyorum. Kafamdaki teraziye koyuyorum. Hangisi ağır basıyor göremiyorum, kör olmuşum artık. Şaşırdım kaldım. İşten ayrılsam dedikodu, dırdır, yokluk, yoksulluk. İşten ayrılmasam da bana yazık olacak, kimseye derdimi anlatamıyorum ki. Biliyorum karım söylenecek, başımın etini yiyecek işten ayrılsam. Bakkal yüz vermeyecek. Çocukların istekleri, beklentileri birer karayılan olup beni saracak ve zehirleyecek…

      Cemil, Cemil, Cemiiiil! Sök içinde çöreklenen kuşkuyu. Nasılsa öleceksin, değil mi? Ha önce, ha daha sonra… Ha öyle ha böyle… Ne değişir ki? Peki, çocuklar ne olacak? Ekmek getirebilecek yaşta değil ki bir tanesi… Düşündün mü onları? “Ayağının çiçekten prangaları” bağlıyor seni, sen sana ait değilsin ki Cemil!

      Öleceksek ölelim, burada çalışmayacağım o kadar işte!” diyerek karmakarışık düşüncelerini dillendirirdi.

      Vicdanının yargıcı baskın geldi sonunda ve işinden ayrıldı.

 

                       ***

      “Kadın, sağır mısın? Niçin ağlıyor bu çocuk? Kaldır onu yerden!”

      “Canım burnumda zaten Cemil, gelme üstüme!”

      “Ulan ne zamandan beri böyle densizce cevaplar vermeye başladın sen?!”

      “İkisi kız, dört çocuğumuzu ve beni ekmeğe muhtaç ettiğinden beri…”

      “Konuşma, açlıktan kim ölmüş ki…”

      “Bizimki yaşamak mı Cemil?! Boyun devrilsin e mi! Bunlar çocuk, bilmiyor musun?

      Yoktan yokluktan anlamazlar ki! Gözleri ne görürse onu ister, anlayabilir  musun acaba?!”

      Hani babalarının da Allah’ı var canım, evdekileri çok düşünür ya…”

      “Sus diyorum sana, sus!!!”

      “Komşulara rezil olduk sayende Cemil! Hangi akla uydun da işten çıktın? Az da olsa kazandığınla geçinip gidiyorduk, gözü çıkasıca şimdi  ne yapacağız?!”

      “Lan canım burnumda, sus artık!”

      “Tabii senin için kolay. Sen bir şeyler zıkkımlanıp evden gidersin. Bana, çocuklara ne olduğu önemli mi. Umurunda değiliz çünkü. Alacaklılar senden sonra gelir kapıya, utanırım elden, alacaklılardan. Ağzımdan tek söz çıkmaz. Yere bakar gözlerim. Yer yarılsa da içine girsem derim. Komşuların da gözleri üstümdedir o an. Ölmek isterim Cemil, ölmek yahu… O an için bilir misin bunun ne demek olduğunu?! Çünkü öyle laflar kaynatırlar ki ağızlarında atsan itin önüne it itliği ile yemez!”

    “Yeter artık! Ulan bana ne evde ne de kahvehanede huzur var be! Hepinizin yüzünden delireceğim sonunda.”

    Cemil, çocukların korku dolu bakışlarına aldırmadı. Çok sinirliydi. Karısına birkaç tokat attı ve evden çıkıp gitti. Kadın hem ağlıyor hem de ağlayan çocuklarını susturmak için onlara sarılıyordu. Bir yandan da bağıra bağıra söyleniyordu:

      “Ne imiş, Cemil ayağını kaybedermiş orada çalışırsa. Laf işte bu, çalışmak için insanda şöyle bir…”

      Saldırgan olmuştu. Çevresindekileri korkutuyordu. Onlardan uzaklaşıyordu. Yalnızlığa sığınıyordu. Bu yüzden alay konusu oluyordu. Herkesten ve her sözden alınıyordu. Kendisine yardımcı olmak isteyenlerden kuşkulanıyordu, hem de yardımlarını istemeyip onlardan kaçıyordu.

      Bu yüzden Cemil’e iş bulmak isteyenler de ona hiç mi hiç güvenemiyorlardı. Yalnızlığın çemberi gittikçe onu boğuyor boğuyordu…

 

                                      ***

      “Bak Cemil böyle olmaz. Geçici işlerden kazandığımla çocuklarımızın ihtiyaçlarını ancak karşılıyorum. Önümüz kış. Eksiklerimiz çok. Bir an önce bir iş bulmalısın. Çalış adam gibi. Aramız daha fazla açılmasın. Kötü olmayalım. Sana ne oldu böyle, seni tanıyamıyorum. Neden sana iş bulan insanları utandırıyorsun? Bu yaptığın ayıp… Deli misin? Her patronu kötülüyorsun. Patronlarına saldırıyorsun, niçin?! Öğrenmek istiyorum. Bunun bir nedeni olmalı, değil mi? Olacak şey mi yaptığın?! Bakarsın birisi bir gün… Ben, o kadar çocukla ne yaparım sonra, hiç düşünüyor musun acaba?”

      “Çok haklısın kadın! Ne olursa olsun iş bulacağım…”

 

                                    ***

      “Cemil Akdil ziyaretçin var!”

      “Ziyaretçim mi?!”

      “Evet, ama çabuk ol!”

      Cemil, gardiyanın peşinden ziyaretçi salonuna gitti. Öbür tarafta Hasan’ı görünce çok sevindi. İki arkadaş, arada cam olmasına karşın birbirlerine sarılmak istercesine cama sokuldu. Sonra karşılıklı oturdular.

      “Geçmiş olsun Cemil!”

      “Sağ ol Hasan arkadaş, sağlığın nasıl?!”

      “Fena değilim Cemil, ne de olsa küçük bir kaza geçirmedim. Nedir bu duyduklarımın aslı, anlat hele!”

      “Senin gibi nice güzel insanı utandırdım be Hasan usta, anlatılacak pek bir şey yok aslında…”

      “Geç bunları Cemil’im. Fırsat bulup da gelemediğim için bağışla beni, biliyorsun işte gerekçeleri ne söyleyeyim…”

      “O nasıl söz Hasan, gelmeseydin de gücenmezdim sana, inan. Çünkü zamanında gözümü açmaya çalıştın, fakat ben kör kalmak istedim, ne yapacaksın işte…”

      “Boş ver, zararın neresinden dönersen kârdır denmiş…”

      “Çok haklısın… Duyduklarının aslını sormuştun değil mi? Nasıl söylesem bilmiyorum ya, yine de başlayayım.

       Aylığımı alacaktım.

      Yeni patronu, eski patrona benzettim birdenbire. Nasıl söylesem, kendimi kaybettim o anda. Öyle bir tuhaf oldum ki sorma gitsin. Gözlerimi ondan ayıramadım. Değiştim sanki. Bambaşka birisi oldum. Kurbağa karşımdaydı. Gülüyordu. “Benden kaçamazsın Cemil, ben her yerdeyim. Ne kadar da farklı olursa olsunlar, kurbağalar kurbağalara benzerler anladın mı?!diyordu. Orada bulunan demir levyeyi aldım. Ona saldırdım. Herhalde ne olduğunu anlamamıştır bile. Levye ile öyle bir vurdum ki ona, sorma. Birkaç kişi beni zor zapt etmiş, onu da apar topar hastaneye götürmüşler. Sonradan öğrendim bunları. Karakolda kendime geldim. Sonra da malum, biliyorsun işte…”

      “Demek öyle…”

      “Olan oldu Hasan usta, şimdi çok iyiyim. Sendikayı fabrikaya sokabildiniz mi sen bundan haber ver bana!!!”

      “Güç oldu, ama başardık sonunda…”

      “Ne yani?!!!”

      “Hepimiz sendikalıyız. Kurbağa, sendikanın koşullarını kabullendi sonunda. Şimdi sigortalıyız. Can güvenliğimiz de var. Ben de işçi temsilcisiyim. Sen iş için hiç kaygılanma. Fabrikada işin hazır… Yengeyi ve çocukları da hiç dert etme, olur mu?”

      “Ne diyeceğimi bilemiyorum Hasan arkadaş!”

      “Bir isteğin var mı sen onu söyle. Ha hastaneye beni ziyarete geldiğinde söylediklerim doğru muymuş Cemil?”

      “Evet! Bu hapishanede siyasiler de var. Beni de onların arasına koydular. Ne yalan söyleyeyim, onlardan korkmadım dersem yalan olur. Fakat şimdi iyi ki onların yanına konulmuşum diyorum. Siyasilerle olmaktan son derece memnunum. Boşuna akıl yaşta değil başta dememişler. Onlar birer âlim be! Dışarıda kırk yıl daha yaşasam hiç mi hiç öğrenemeyeceğim şeyleri burada onlardan öğrendim. Beni kabuğumdan çıkardılar. Bütün güzellikleri yaratan gücün düşünce birliği olduğunu kavradım ve senin hastanede söylediklerinin doğruluğunu da…

      Ücret belirli bir iş karşılığında aldığımız paraymış. Bunun karşılığında sattığımız emek gücü en büyük değermiş. Emeksiz sevgi, sevgisiz emek ve yaşam olmazmış. Bu şey çaya kattığımız şekerden ne noksan ne de fazlaymış. Birincisi saatle, ötekisi terazi ile ölçülürmüş. Ve senin de söylediğin gibi, bizim günlük yaşamımızın sekiz, on ya da on altı saati onu satın alana aitmiş. Bir işçi istediği an işini terk edebilirmiş, aynı biçimde işveren de işçiyi işten çıkarabilirmiş. Fakat ikisi de birbirinin varlığını reddedemezmiş. Gücünü satın alacak olanların hepsini terk edemezmiş işçiler. İşçi, işverene değil işverenlerin sınıfına aitmiş. Yani bu sınıf içinde her işçi bir alıcı bulmak zorundaymış. Bu yüzden, çalıştırıcıların, yani işverenlerin farklı olmalarını beklediğimden Kurbağa olmamalarını istiyormuşum düşünüyormuşum. Kurbağa’ya benzemeyen bir çalıştırıcı bugünün koşullarında yalnızca bir düşmüş. Oluşturulan ortamın sonucu olarak bütün çalıştırıcıların Kurbağa olmaları çok normalmiş ve eşyanın da doğasına uygunmuş.

      Normal olmayan benim beklentim tutumummuş. Senin şu dayanak sözcüğün çok güzel ve yerinde biliyor musun? İnan ki dayanaklarımız çoğaldıkça yaşamımız güzelleşecek. Ve güvence, ortak yaşam, ortak mücadeleymiş!”

      “Bunları senden duymak çok güzel Cemil!”

      “Ziyaret saati bitti!”

      “Ziyaret saati bitti, mahkûmlar koğuşlarınıza, haydi!”

      “Hoşça kal Cemil, koğuş arkadaşlarına selamlarımı ilet lütfen!”

      “Güle güle Hasan arkadaş, sen de sendikalı dostlara, arkadaşlara selam söyle!”

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)