Son Dakika



Çınarın altına oturuyorsun yavaşça.

Kumaşı yırtıldığı için geriye naylonu kalsa da kaç bahar ve yaz seni kucağında taşıyan şezlonglar, eli ayağı tutmayan yaşlı bir ihtiyar gibi titreyen vidaları gevşemiş küçük, alçak masa, mevsim daha sıcağa dönmeden bildik yerlerine güvenle kurulmuşlar.

Onlar ki ağacın birer parçası; suyun, çayın, rakının derin sohbetleri, ev sahipleri;  gece ayaz çıktığında montuna sarılarak oturduğun bildik, tanıdık arkadaşların; sokaklarda güç mücadelesi veren köpeklerin havlamalarını, Artvinli imamın melodisiz bir sesle okuduğu sabah ezanlarıyla yarışan horozların günaydınlarını, otlaktan dönen sürülerin çıngıraklarını, olukların kuytularına çamurdan kümbetsi yuvalar yapmış kırlangıçların cıvıltılarını dinlediğin yer.

İşte çınarın dibinde, altı yırtıldı yırtılacak gibi duran ama nedense yıllardır yırtılmayan o şezlonglardan birindesin.

Kaç romanın düşünü kurmuşsun onların kucağında, kaç yazının fitilini ateşlemiş, umudunu körüklemiş, acının saçlarını okşarken sabahı karşılamış, geceyi uğurlamışsın.

Babanın ölmeden önce diktiği ve Tahsin adını verdiğin bu çınarın hayatınla böylesine bütünleşmesine bir kez daha hayret ederek bakıyorsun onun gök kubbeye uzanan yüksekliğine. Ağaçlar acıyı, sevgiyi hissederler mi diye kaçıncı defadır sorarak dokunuyorsun kabuğu kavlamış gövdesine.

Ağaçlar hissederle mi sevildiklerini?

Varlıklarıyla birilerini geçmişe taşıdıklarını, zamanı geldiğinde aynı taşıma görevini sana da yapacaklarını ve senden sonra da kimi anıları dallarında, yapraklarında köklendireceklerini bilirler mi gerçekten?

Bir şeyler derinden derine parçalanıp yok olurken, yağ kıvamında eriyip göz göre göre akarken inadına çoğalan ve büyüyendir Tahsin çınarı.

Tükenenlere inat, tükenmemek ve gidenlerin geride bıraktıkları boşluğu doldurmak üzere yeryüzüne geldiğine, toprağa tutunduğuna insanı inandıracak denli güçlüdür o.

Bazen bu direnç karşısında kendini zayıf ve çaresiz hissetsen de, şöyle bir avuntu geliştiriyorsun kendince: Onu yetiştirdiğim, bana bağışladığı mucizeleri gördüğüm, anladığım için gücünü, büyüklüğünü severek ve coşkuyla kabul ediyorum ey çınar!

Dağın yüksekçe bir tepesinde, köyün ortasındaki derin vadiye bakan çıplak sırtlardan birinde bu evi yaptırıp bitirdiğinde ağustos güneşi nasıl da yakıp kavuruyordu bahçeyi, verandayı, terası. Sonra hayatında değeri olan, sevdiğin insanların adlarını vererek buralara diktiğin ağaçlarla güneşin yakıcılığına karşı mücadeleye giriştiğinde ‘’O ho oo, bunlar büyüyecek de, gölgeye kol kanat gerecek de, çatıyı aşıp güneşi örtecek de..’’ gibisinden tekerlemelere boyun eğdiğinde, doğa kendi  yasalarını çoktan uygulamaya başlamıştı da haberin bile olmamıştı, ayrıntıları unutmadın değil mi?

Sen unutsan da Tahsin çınarı unutmaz, unutturmaz.

Çünkü sana yalnızca kavurucu sıcaklarda serinlik ve gölge vermedi o.

Huzuru öğretti meselâ.

Kendinle baş başa kaldığında dallarına dokunarak çoğalmayı, rüzgâr çıktığında yapraklarında oynaşan hışırtıları dinleyerek sakinlemeyi, bir o yana bir bu yana savrulan düşüncelerini dizginlemeyi onun sayesinde öğrendin.  Kentin cangılından kaçıp kurtulmayı her hayal edişinde, çınarın seni burada sabırla beklediğini bilmen ne olağanüstü bir ayrıcalıktı.

Sonunda geldin bugünlere.

Tahsin’in onu bahçeye diktiği yıllarda, yani çınarın fidandan öteye, parmak kalınlığını geçmediği dönemlerde hayat biraz daha güzeldi sanki.  

O günlere ilişkin düşüncelerinin geleceğe yönelik umutlarını diri tutmaya çabalanmanla, ‘’Yaklaşan tehlikeleri kuşkusuz aşarız.’’ kararlılığınla bağlantısı olmadığını biliyorum.

Çünkü o zamanlar henüz kan deryasında yüzmüyordunuz.

Çünkü pek farkında olmasanız da, hayatın olağan akışında devam ettiği günlerde henüz yitirmedikleriniz umudunuza can, gecenize ışık katmaya devam ediyorlardı.

Örneğin Tahsin çınarı toprakla kucaklaştığında Berkin Elvan galiba beş yaşındaydı, Ali İsmail Korkmaz ortaokulu yeni bitirmişti, Türkan Saylan çıktığı her televizyonda Fethullah’ın devlet içinde hangi yöntemlerle örgütlendiğini anlatarak yaklaşan fırtına konusunda uyarıyordu, İlhan Selçuk’un yönettiği  Cumhuriyet ‘’Tehlikenin Farkında mısınız?’’ manşetleri atıyordu; Mehmet- Ahmet Altan, Cengiz Çandar, Nazlı Ilıcak, Aydın Engin, Nuray Mert Abant Toplantıları’nda iktidarın artık askeri vesayeti bitirdiği, darbeler dönemini sonlandırdığı, ülkeyi sivilleştirdiği müjdesini veriyorlardı.

Hatay Reyhanlı’da, Ankara Garı’nda, Merasim Sokak’ta, Güven Park’ta, Gaziantep’te katledilenlerin çoğu salkım saçak umutlarla hayatlarının baharını sürüyorlardı ve kimisi henüz doğmamıştı bile.

Tahsin çınarı dal budak salıp güneşe kafa tutacak cüsseye erişirken ve her yaz bitiminde yaprakları kuruyup dökülürken sevdiklerin birer birer kayıp gittiler elinden.

Şimdi yine çınarın gölgesindesin.

Yaz bitmek üzere, mevsim az biraz sonbahar.

‘’Öğreteceğin başka ne kaldı?’’ diye soruyorsun çınara, o da eski bir hikâye ile yanıt veriyor sana:

‘’Bilirsen çınarlar, bilmezsen gelincikler gibi yaşarsın. Uzun yaşamaktan değil, gelip geçmekten, tükenip gitmekten, sert esen her rüzgâra boyun eğmekten söz ediyorum. Çınarsan kök salarsın, zaman aksa da dik durur gövden, dalların uzanır metrelerce öteye, gölgen korur anılarını, anılarında yaşattığın güzel varlıkları ve onların düşüncelerini. Gelinciksen bir bahar kadardır ömrün, kanar gidersin kelebeklere, küçücük bir esintide silkelersin yapraklarını, tohumlarını, eğiliverir başın önüne. Çınar olmak zor, gelincikse çok kolay. Kolaya inanma, bugün her şey çok kolay: Adam olmak, kahraman olmak, katil olmak, zengin olmak, yazar, gazeteci, aydın olmak, kısacası bir şey olmak. Ülkemiz gelinciklerle donatıldı unutma: Yalancı baharların gelincikleri. O nedenle önce tarumar olacağız hep birlikte. Gözlerimizle göreceğiz yalancı baharların gelinciklere ettiklerini. Sonra, daha sonra anlayacağız çınarların büyüklüğünü, çınar olmanın bedelini, toprağa kök salmanın güzelliğini.’’

Hikâye bittiğinde gün geceye dönüyor.

Cırcır böceklerini dinliyorsun şimdi.

Köy uykuya çekilmeden önceki son demlerinde.

Tahsin çınarı az sonra dağdan ürpertiler eşliğinde kopup gelecek ayazı karşılamaya hazırlanıyor.

Ya sen?

Sen neyin hazırlığındasın?

Ayaz çıktığında hangi anına sarılıp ısınacağını, hangi acıya başını dayayıp içindekileri susturmaya çalışacağını biliyor musun?     
Kafan öylesine karmakarışık ki bildiklerin, öğrendiklerin sanki çıkıp gitmişler hayatından.

Aslında bilinmezlerini derinleştiren, tanığı olduğun bütün acımasızlıkların özü çınarın anlattığı hikâyede gizli. Adam olmanın, kahraman olmanın, katil, zengin, gazeteci, yazar, aydın olmanın böylesine kolaylaştığı bir ülkede, yine onun dediği gibi gelincikleri tarumar edecek fırtınayla yüzleşmekten başka çare yok. 

Artık yüzleşme zamanı.

Tahsin çınarının kurumaya başlayan yaprakları titreşiyor, ayaz çıktı bak! Hadi onun kabuğu kavlamış gövdesine dokun bir daha, aralara gizlenmiş anılardan birini seç, içini ısıt, çünkü gece uzun olacak.


Ferhan Şaylıman
gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM