İri gövdesinin ince bir devinimiyle sırtını döndü çalışma masasına.
 
En çok keyiflendiği an, çocukluğunun yün yatağını aratmayan yumuşak deri koltuğun, tüy gibi hafif dönüşüydü. Yalnız kaldığında, ayaklarını yerden keser, bir hamlede kaç tur döndüğü saymaya başlar, kendine ait rekoru bir tur artırmak için çabalar dururdu.
 
Umudunu yitirmemişti ama şimdiye değin yirmi turu da aşamamıştı Savcı Bey.
 
Doğup büyüdüğü Anadolu kentinde pamuk yatak diye bir şey bilinmezdi eskiden.
 
Çocukluğuna gitti geldi. Yüzü kızardı, üsten aşağı bir yalım sıyırdı içini. Terledi...
 
Ne yapışkan şeydi bu çocukluk da!
 
Babasını anımsayamıyordu. İki yaşında mı neymiş öldüğünde. Amcası, asker amcası, tüm iyi duygularının ve çocukluk döneminin katili... Bu onun, askerden yediği ilk darbeydi. Ah şimdi bir eline düşse, ona ve zavallı annesine yaptıklarının hesabını sorabilseydi. Bazen, adalet yerini bulmadan kaçabiliyordu insanlar öte dünyaya.
 
Memur Sarıbaşa’a, ‘’Şimdilik bu kadar, beni yalnız bırak’’, dedi ensesiyle. Bu küçümseyen emir, silik bir topuk vuruşuyla yanıtlandı. Kilidin yerine oturmasıyla duyulan tık sesi, kendini daha iyi hissetmesine neden oldu Savcı Bey’in. Kapı tıklamasına duyarlıymış gibi dokunmadan öne döndü bütünleştiği koltuk.
 
Tek başına olmak gibisi yoktu.
 
On sekizde kalan turunu tamamladıktan sonra, ışıltılı, maun kaplı masasına, avına kapanan akbaba gibi yayıldı Savcı Bey. Yanan yüzünü, masanın serinliğiyle soğutmaya çalıştı.
 
Geldiği yeri algılamakta zorlanıyordu. Daha birkaç yıl önce, taşrada görev yaparken; subay emeklisi olduğunu sonradan öğrendiği bir benzinlik sahibinin dostluğuna güvenerek, otomobiline birkaç depo mazot aldı diye içine düşürüldüğü rezil durumu anımsadı. Hesabını sormuş, yaptığı çiğliğin bedelini ödetmişti ama halen, ısıtılıp iki de bir önüne konuyordu düşmanlarınca. Bugün bile davranışının düpedüz gasp olduğunu söyleyen densizler vardı.
 
Bir rastlantı mıydı bu, askerlerle her karşılaşması onun için bir yıkım olmuştu. İlk ve en acımasızıydı amcası. Annesi, o vurgunla elinden alınmıştı. Yıllar sonra, fakültede, uğruna kavgalar ettiği, kan döktüğü kız arkadaşı, gözünün yaşına bakmadan bir teğmeni yeğlemişti ona.
 
Evlenmişlerdi o subayla. Mutlu olduklarını her duyduğunda bunalımlara giriyordu.
 
Çürük raporuyla askerden kaçmasının altında yatan da bu üç olumsuz rastlantı olmalıydı.
 
Ne olmuşsa olmuştu. Olana da ölene de çare yoktu.
 
Şimdi, yetmiş milyon kişinin hayranlık ya da korkuyla izlediği biriydi o.
 
Kendine, yeteneklerine duyduğu güveni nasıl ifade edeceğini kestiremedi. Aynaya başvurmanın iyi bir yol olacağını düşündü. Koltuğundayken aynayla yüz yüze gelememesini iç mimarın yeteneksizliğine bağladı.
 
Kalktı. Gövdesinin ağırlığına karşın içinin, kafasının ve bilincinin ne denli boş olduğunu algılayarak şaşırdı.
 
Apaçık göremiyordu olup biteni. İçi de karışıp duruyordu nedense.
 
Kendi erki batıyordu bir yerlerine sanki. Pürüzlü, dikenli bir güçlülük değildi istediği.
 
Tepedekinin vazgeçemeyeceği, sık sık aramak zorunda kalacağı, yeri doldurulamaz biri olmaktı bütün amacı. İnsanoğlunun doyumsuzluğuna sınır tanımıyordu. En tepedekinin de bağlı olduğu, kendini kanıtlamak için çırpındığı biri yok muydu? Vardı elbet. Dünyanın öbür ucunda, okyanuslar aşırı, göğün yedi kat ötesinde, herkesi kontrol eden bir büyük güçtü o.
 
Bunu bilmek içini rahatlatıyordu Savcı Bey’in.
 
Rahatsızlık duyması için hiçbir neden yoktu aslında.
 
Kendini iyice bir yoklamaya gereksindi. Değerli, çok değerli olduğundan kuşku duyması garipti.
 
Karşılaştığı herkes önünde eğilip, saygılarının sunmuyor muydu? Sunuyordu, hem de fazlasıyla, sıkıldığı bile oluyordu o küçük insanlardan. Her şeye karşın içinde kıpırdayan eksiklik duygusunu nasıl ezip, ufalayabilirdi acaba?
 
Çıkış için, kafasındaki fırtınalar vadisine yönelmekten başka yol bulamadı.
 
Verilen emirleri uygularken acımak, anlayış göstermek, ilerde olabileceklerden kaygı duymak gibi ikircikli durumlara tümüyle kapatmalıydı bilincini.
 
Sorgulama alanını hep genişletecek, yeni alanlar yaratacaktı.
 
Vurdukça vurmalıydı. Çok özel bir savcı yapılmasının, nedeni de bu değil miydi?
 
Şimdi karşısındaydı dört adım ötesindeki, birinci sınıf kristal boy aynasının.
 
Kendini yukarıdan aşağı hızla gözden geçirdi. İstediği dinginliği yakalayamadı.
 
Gözlerinde yine, gururuna eşlik eden bir utanç görür gibi oldu.
 
Arada bir de olsa kafası karışıyor, tüm güveninin darmaduman olduğunu hissediyordu.
 
Karamsar olmamalıydı. Önüne çıkanı ezebilecek yetkilerle donatılmıştı. ‘Daha ne isteyebilirim?’ diye seslendi içine. Yanıt alamadı.
 
Bazen iyilik, kötülük, hırsızlık, dürüstlük hatta hainlik hepsi sonradan uydurulmuş, gerçek dışı kavramlardır diye düşünüyordu. Gerçek, yalnız güç ve o gücü elinde bulunduran, en üstteki, en yukarıdakiydi. Bakan, müsteşar, genel müdür, yargıç, savcı istese bile ne denli dürüst olabilirdi ki? Hadi oldu diyelim, kime karşı dürüst olunacaktı? Bir üsttekine mi halk denen içi boş kalabalığa mı yüce Allah’ına ya da kendine mi?
 
Allah’ı, nedensiz yere küskündü buna, olup bitenleri uzaktan izliyor gibiydi.
 
Gözü, seccade ve takunyalarına takıldı bir an. İçini bir sıkıntı yalayıp geçti yine.
 
Besmele çekerek, ‘işte benim kutsallarım’ diye mırıldandı.
 
İkiyüzlülüğünden utandı. Yüzü kızardı.
 
İçinde, uzaklardaki efendi hazretlerinin ve tepedekinin sesinden başka ses yankılanmıyordu.
 
Koltuğuna döndü. On yedide kaldı bu kez. Giderek düşüyordu ‘’performansı’’ nedense.
 
Ülkede bilinen, izlenen, attığını vuran avcıların önde gideni olmaktan gururlandı yine de.
 
Masanın sağ köşe altına gizlenmiş düğmeye üç kez bastı.
 
Kapı açıldı. Sarıbaş göründü, ‘’Getir!’’, dedi. ‘’Emredersiniz efendim’’ deyip, dışarı çıktı Sarıbaş.
 
Şimdiye değin avladığı balıkların en büyüğü gelecekti birkaç dakika sonra.
 
Onunla nasıl oynayacağını düşündü, esrimesine diyecek yoktu, zevkten içi titredi.
 
Odasını şimdi; sivil de giyinmiş olsa üstünden paşalık akan, yetmişli yaşlarında, ak saçları seyrelmeye yüz tutmuş, kartal bakışlı, kendi makamında oturuyormuş gibi rahat bir adamla paylaşıyordu Savcı Bey.
 
İçeride, sinek uçsa duyulacak bir sessizlik egemen oldu bir süre.
 
Ustalıkla yerleştirilmiş teknik araçlar/olanaklar, ne kâtip ne kameraman ne de güvenlik görevlisine yer bırakmıştı. Her şey, Savcı Bey’e gereksindiği güveni verebilecek biçimde düzenlenmişti. Sorgulanan kişinin bir taşkınlık yapma olasılığına karşı onu anında hizaya getirecek elektrikli aygıtlar Savcı’nın elinin altında bulunuyordu.
 
Şu an, kendisinin ve sorguladığı kişinin özgüvenleri denk gibiydi, birinin ötekine üstünlüğünden söz etmek için erkendi. Sorgulamanın ileri aşamaları gösterecekti kimin, savcı kimin sorgulanan olduğunu.
 
Sözü başlatmak ona düşüyordu. Gövdesine göre biraz orantısız, büyükçe duran başını bir o yana bir bu yana yatırarak, kendine güvenen insanların yukardan bakan edasıyla süzdü sanığı.
 
Art arda sıralayacağı, beklenmedik sorularla özgüvenini yıkmalıydı önce.
 
Bu işte, ilk vuruş ve alacağı tepki çok önemliydi.
 
Özel olarak, yasal güçlerle donatılmış olması yanında, bu alanda hatırı sayılır deneyime de sahipti. Şimdiye değin elinden kimler geçmemiş, (direnen, eğilip bükülmeyen beş ­ on kişi dışında) kimleri yerle bir etmemişti ki?
 
Özgüvenli görünmeye çalışarak:
 
‘’Paşa, buraya neden getirildiğini biliyorsun değil mi?’’ diye başladı söze.
 
Soru karşısında kılı kıpırdamayan paşa, gözlerini duvarda, kapıda dolaştırarak, ‘’Bilmez miyim’’ dedi. ‘’Ancak, benimle konuşurken siz diye hitap etmeniz gerektiğini anımsatmak isterim. Aksi halde konuşmamı, ifade vermemi beklemeyiniz benden.’’
 
Yediği azar bir yana konuşurken yüzüne bakılmaması da keyfini kaçırmıştı Savcı Bey’in.
 
Beklediği ezikliği, şaşkınlığı paşada görememek, daha baskın davranması gerektiği yönünde uyardı onu.
 
Paşa, karşısındakinin yanıtını beklemeden sürdürdü konuşmasını.
 
‘’Daha önceki uygulamalarınıza bakılırsa; asker olduğuma, ülkeme 40 yılı aşan bir süre hizmet ettiğime, dahası doğduğuma pişman etmeniz için getirildim buraya’’, dedi bir solukta.
 
‘’Bunun kolay olamayacağını, hukuksuzluğa asla boyun eğmeyeceğimi bilmenizi isterim. Devlet geleneklerine ve görgü kurallarına uygun davranıp, gerekli saygıyı göstermezseniz, duvara sorar, yanıtınızı da ondan alırsınız’’, diye tamamladı ilk atışını.
 
Hamlesi geri püskürtülen Savcı Bey, üzüm yemek yerine bağcı dövme alışkanlığını bir süreliğine öteledi. Alttan alıp, ‘’Paşam, size karşı saygısızlık etmeyi planlamış değilim, dilime öyle geldi söyleyiverdim işte. Paşa Hazretleri, dememi ister misiniz?’’ dedi, alaysı.
 
Paşa, ‘’Kesinlikle hayır, paşalık, milletimizin bize verdiği, görevde bulunduğum sürece onurla, vatan sevgisiyle taşıdığımız bir sıfattır. Ulu orta, sakız gibi çiğnenmesi yalnız rahatsız eder bizi!’’ dedi sertçe.
 
Yanıt karşısında kararsızlık yaşayan Savcı Bey çareyi, yumuşak koltuğunda bir tur dönmekte buldu.
 
Sesinin tepeden vuran tınlamasında bir değişiklik yapmadan, ‘’Nasıl isterseniz öyle hitap ederim, kaygılanmayın’’, dedi.
 
Başını iki yana devirerek bir süre önündeki dosyaya baktı, birkaç sayfa çevirdi.
 
Uzunca bir ‘’Eveeet’’, çekti.
 
Ve sorgu başladı.
 
İşi... Doğum tarihi... Doğum yeri... Ana adı... Baba adı...
 
 
Celal İlhan
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)