Şevket Süreyya Aydemir'in gençlik bayrağı: Kırmızı Mektuplar / A. Celal Binzet
Şevket Süreyya Aydemir'in az bilinen kitabı Kırmızı Mektuplar, bu önemli yazar ve düşün adamımızın kimliği üzerine de okuru yeniden düşündürüyor.
Vecdi Çıracıoğlu’nun kaleminden çıkma “Şevket Süreyya Aydemir’in Kayıp Kitabı: Kırmızı Mektuplar” başlıklı yazıyı ilgi ve beğeniyi hak eden bir çalışma. Orada anlatılan ve öykü izlenimi veren gerçeklik bilinmez olur mu hiç? Ancak, onca bilinirliğine karşın yeniden okuyarak ülkemizdeki kültürel yapılanmayı ve onu da aşarak bireysel yalpalanmaları düşündüm yeniden. Anılan süreci başlatan eylem, yazıyı okuduktan sonra kitaplığıma uzanıp raftaki kırmızı bir kapağa gizlenmiş kitabı almak oldu. Yer yer eskimeye yüz tutmuş kapakta yazılı sözcüklere baktım öncelikle: Şevket Süreyya Aydemir - Kırmızı Mektuplar ve Son Yazıları Çağdaş Yayınları Haziran 1979 yılında yayımlamış. Hesaba göre yazarın ölümünden üç yıl sonra çıkmış kitap. Elimde tuttuğuma göre Çıracıoğlu’nun vurgu yaptığı “kayıp kitap” durumu benim için geçerli değildi. Şevket Süreyya Aydemir’in kimliği üzerine ne çok şey söylenebilir? Onun iki arkadaşıyla birlikte çıktığı uzun yolculuk fiziksel olduğu denli zaman boyutunu da kapsar. Neredeyse yarım yüzyılı bulan bu yüksek serüven yirminci yüzyılın en büyük dönüşüm gerçekliğine tanıklığı içine alacaktır. Yol arkadaşlarıysa, Nazım Hikmet’le Va-Nû (Vâlâ Nurettin)’den başkası değil. Orada başlayan yeni dostluklar, yeni dünyaların kapılarını da açar onlara. 1922 yılında Moskova Üniversitesi’ni bitiren bu gençler kendi ülkelerine dönerler sonunda. “Kırmızı Mektuplar”ın eldeki ilk taslaklarına bakılırsa Sovyet vatandaşı Pavel ile Çin vatandaşı Li Ya-U, yazarımız Şevket Süreyya’nın mektuplaştığı arkadaşları arasında. Li Ya-U adı bir şeyler çağrıştırır gibi: Nazım’ın “Jokond ile Si Ya-U”sunda geçen kahraman olmalı. Büyük ülkülerle başlanan yolculuğun sonunda gelinen nokta, günlük yaşamın gerçeklikleriyle yüzleşmek. Zaman içindeki dönüşümlere, kırılmalara bakıp bugünden bir yargıda bulunmanın güçlüğü anlaşılır şey değil. Kim bilir o günün koşulları içinde hangi zorluklarla yüz yüze gelindi? Ama yine de eğilip bükülmeden sürüp giden yaşamlar karşısında saygı duymamak elde değil. Sami Karaören, Cumhuriyet Gazetesi’nde 13 bölüm halinde yayımlanan söz konusu mektupları birleştirdikten sonra yapıtın arkasına son dönemde yayımlanmış 11 yazısını eklemiş. Bunlar içinde özellikle, ölümünden dört gün önce yayımlanan “Doğum Ağrısı mı Tükeniş mi?” başlıklı olanı ilginç saptamalar içeriyor. Şöyle bir gözleme ne denir sizce: “Çünkü Türkiye’de artık her şey, en son hıziyle her alanda, bir son hesaplaşmaya doğru sürükleniyor. Bu hesaplaşma o alanlarda, bir olumluluk veya olumsuzluk arasındaki sonuç hesabıdır. Yani bu alanlarda zaman, olumlu bir gelişme içinde midir, yoksa ülkemizde, zamanın akışı içinde, sağduyunun ve ümidin yenilgisi, değerlerin iflası, çağa ayak uydurmanın gücünü yitirişi ve müesseselerin itibarsızlaşması mı bu sonuç hesabına damgasını vuracaktır.” (22 Mart 1976) Görüldüğü gibi, dillendirilen kaygılar günümüzle aynen örtüşüyor. Demek, yıllar geçse bile benzer sorunların çevresinde dönüp durmuşuz. Mektuplara gelince… Onlarda yaşananların büyüklüğü yanında kişisel yönelmeler, iç hesaplaşmaları ve her şey var. Örneğin Li Ya-U’nun mektubunda Çin toplumuna ilişkin gözlem ve saptamaları okuruz. Kültürün bir toplumdan ötekine gösterdiği değişimler dikkatimizden kaçmaz. Aydemir’e sesleniyor bir yerde: “Çünkü bizde Din ve Tanrı anlayışı, sizde ve Batıda olduğu gibi değildir. Bizde, sizin anladığınız anlamda Tanrı yoktur diyebiliriz. Bizde dinsel kategoriler ya Budizm’de olduğu gibi sadece kurallardır. Metafiziğin yerinde nefis denetimleri ile, ahlâk ilkeleri diyebileceğimiz yöntemler yürürlüktedir.”(s.35) Yazar önsözünde, kitabın belgeler kitabı olmadığını vurgular. Ortak bir ülkü etrafında birleşip dağılmış üç insanın yaşadıklarından süzerek düşündüklerini aktardığı bir tür iç hesaplaşması niyetiyle okunmasında sayılamayacak yarar olduğunu düşünüyorum. Neden “Kırmızı Mektuplar” sorusunun öyküsü oldukça ilginç. Aydemir’le hiç karşılaşmamış olan bir kadının bulduğu addır elimizdeki kitabın adı. O kadın da Pavel’in eşi Vera Harasov’dan başkası değil. Kocasına bir akşam yemeğinde söylediği sözlerden yola çıkarak öğreniyoruz bunu: “Hatta bu mektuplara da isterseniz “Kırmızı Mektuplar” diyebilirsiniz. Hiç olmazsa, gençliğinizin bayrağını yine dalgalandırdığınızı sanırsınız…”(s. 46) Vera’nın sözlerinde bir dönemin gençliğine, onların ülkülerine göndermede bulunulduğu açık. Coşku dolu günlerin geride kaldığı hüznü de var ayrıca. Bugün hiçbiri yaşamayan bu insanların düşlerini süsleyen, gelecek tutkusu onlarla birlikte yok oldu gitti. Orada, kitaplığımın bir yerinde duran ve uzun yıllardan beri yerinden çıkarmadığım bu kitabı okuduğum bir yazı nedeniyle yeniden yaşama döndürmek gibi bir duyguya kapıldım. Lambadan çıkan cin örneği gibi uykusundan uyanıp yeni bir zaman aralığında karşılaşmak, onu yitip gitmekten kurtarmaya benziyor. Yaşadığı çağa tanıklık etmiş bir insanın düşüncelerine günümüz ölçütleriyle bakış nasıl olur bilinmez. Ama bilinen bir şey varsa o da, hiçbir şeyin kaybolmayacağıdır. Bedenlerin geçiciliğini aşan duygular, ardından gelenlerin varlıklarında kendilerine yeşerecek yeni bir ortamı kurmakta gecikmez asla. Şevket Süreyya Aydemir’in yazdığı diğer kült yapıtlarını buraya almıyorum. Önemsiz olduğundan değil elbet. Bir yüzyılı anlatan on ciltlik dizisi (Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa (3 cilt)- Tek Adam (3 cilt)- İkinci Adam (3 cilt)- Menderes’in Dramı 1 cilt)) ile “Toprak Uyanırsa” kitapları kültürümüzün temel yapıtları arasında gelir. Burada yalnızca ölümüyle birlikte tamamlanamamış bir kitabın kaybolması endişesiyle yazılmış satırlara yer verildi. Çünkü ölümünden sonra kalıtçısı oğlu tarafından arşivindeki tüm belgelerin kâğıt hurdacısına aktarılmasının gerisindeki toplumsal kaybımız onarılır gibi değil. Hele günümüzün boş verici ortamında kimselerin umurunda da değil… A. Celal Binzet
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR