Sessizliğine sığınan asi bilge: Thomas Hardy / Bedriye Korkankorkmaz
Yerlere saçılmış gülleri daha çok seviyorum. Yaşam ve ölüm arasında mola veren ömrümün aynalara söylediklerini dinliyorum. İhanetin acıları içimde kök salıyor. Küf kokan zamanların kokusu sinmiş üstüme. İnsan olmanın ve insanca yaşamanın bedelleri üzerine düşünce üretiyorum. Ölümün aşçısı elindeki yemek tepsisiyle odama geliyor.
Dünyaya gelen her insanın en hakiki gerçeği olan ölüm hakkında düşünüyorum. Yakınları mı yoksa anıları mı ölenin ruhunu yaşatır, nankörlüğün ve unutulmuşluğun tavan yaptığı günümüzde. İnsan sadece kendisinden izler taşıyan bir nesneye bile bağlı olmaya bu kadar alışıkken. Ne çok tanıdık yüzlerin yabancılaşmasına tanıklık ediyorum. Ne çok ortak yaşam sürdüğümüz dostların hayatlarından çıkarları bittiği için dışlandık. İncinmişliklerimizden öğrendik insanların birden çok maskeleri olduğunu. Duygularımızın posta kutusu kendimize yazıp okumadığımız mektuplarla dolu. Ruhumuz yaşımızdan önce yaşlandı. Hangi yaşanmışlık insanın kendi yaşanmışlığının terzisi olabilir? Sürekli bir şey yapmamış gibi hisseden insanların en çok üreten insanlar olduğu gerçeğini kim yadsıyabilir?
Gündüzleri çalışıp geceleri sözcüklerin çırağı olanların uykusuzluğunun saflığı kimi ilgilendirir? Sevdiğini yitirmenin acısıyla baş etmenin yöntemini hangi öğretmen bilir? Yaş farkının insanın bakış açısını olumlu mu yoksa olumsuz mu etkilediği nasıl anlaşılır? Kendi değerlerinin çobanları olanların neden yalnızlık yazgıları olur? Dünyanın en büyük hazinesi iyi ve temiz olan duygulardan gelen merhamet değil midir? Başarı ya da başarısızlığın ölçütlerini kim/kimlerin belirlemeye hakları var? Yazgılarımız mı bize karşı acımasızdır yoksa biz mi kendimize karşı acımasızız? Hangi nedenlerden ötürü yaşadıklarımız inandırıcılığını yitirir? Başarı kadar yenilgi de insani değil midir? Hayatımızı mahveden rastlantıları önleme konusunda başarısız olmamızın sırını kim açıklayabilir? Egemen güçlerin giderek zenginleşmesi, yoksulların da giderek açlık sınırında yaşaması neden insanlığın makûs yazgısı olarak algılanıyor? Neden insanlara değerleri kadar değil de paraları kadar değer veriliyor? Neden inandıklarımız uğruna savaşmaktan yorgun düşmüş insanlar olarak ortak bir paydada birleşmekten giderek uzaklaşıyoruz. İdeallerimizi, umutlarımızı yitirdikçe birbirine benziyor yeryüzündeki tüm insanlar. Farklılık/ farkındalıklarına sığınan bir avuç azınlığın gücünü ve azmini hor görürken kendimizden insan olduğumuz için utanmıyoruz. İnsanları birbirinden ayıran ve bir araya getiren hangi değerlerdir.
Neden kendi gerçeğimizi görmekten bu kadar korkuyoruz?
Aklım bu türden sorularla doluyken hiçbir yere sığamadığımı hissediyordum. Beni ardı ardına böylesi sorular yumağıyla aklımı esir eden nedense şair/ yazar Thomas Hardy’nin masamda duran romanlarıydı. Onun ruhuna ulaşmak ve onunla dost olmak için ortak bir dil geliştirmenin sancısını çekiyorum. Bir düzine kahramanlarının yaşanmışlıkları birer birer beynime üşüşürken düşüncelerimi ifade edememenin umarsızlığını yaşıyordum. Hardy’nin insanlığa armağan ettiği yapıtları sayesinde onun yaşanmışlığını mercek altına almak istiyorum. Zor olduğu kadar da erişilmesi mümkün olmayan bu hedefimde onun desteğine ve dostluğuna ölesiye ihtiyaç duyuyorum.
Onu benim dostum yapan nedenleri yüzüne karşı söylemek ve yapıtları hakkında doğaçlama bir söyleşi yapmak istiyorum onunla.
Günlerden pazardı. Kış güneşinin cömertliğini esirgemediği bir günde sahile indim. Sahilde kimsenin bilmediği bir çınar ağacım var benim. Kendime sığamadığım zamanlarda o çınar ağacının gölgesine sığınırım. Sırtımı ona yasladığımda dünyada hiçbir acının beni yıkamayacağını düşünürüm sık sık. O gün de çınar ağacıma sırtımı yaslamıştım. Yüzümü güneşe dönmüş, güneşin insanlara söylediklerini algılamaya çalışırken Thomas Hardy’yi düşünüyordum. Ruhlarımız bu denli yakınken neden yanımda olmadığını sorguluyordum. Bir insanın ruhuna ermenin imkânsızlığının farkında olduğum gibi ve ortak dünyaları olan insanların ruhlarına ermenin aslında mümkün olduğunun farkındayım. Yeter ki iki insan ruhunu dostuna göstermekte samimi olsun; yeter ki savunma mekanizmaları devre dışı olsun. İnsan ruhunun en bilinmeyen yüzü kendimize rağmen sakladıklarımızdır. Korkaklığımız da tam da bu arada devreye giriyor. Yaşadıklarımdan öğrendiğim tek gerçek, insanı yaralarının büyüttüğü gerçeğidir. Kanayan yaralarımıza ne kadar yakınsak aslında kendi gerçeğimize de o kadar yakınız. Thomas Hardy’yi dönemin diğer yazarlarından farklı kılan kanayan yaralarına yakın olması ve yaralarından ürkmek yerine yaralarını kahramanlarıyla paylaşmasıdır. Bir yazarın en kadim dostu yarattığı kahramanıdır. Yarattığı kahramanı yazarına ihanet etmez. Sözcüklerin büyüklüğünü tam da bu bakış açısından bakınca anlıyorum. Anlamak tek başına bir insanın çıkmazlarının anahtarı olmaz. Anlamaya çalıştıkça anlayamadıklarımızın bir çığ misali çoğaldığının farkına varırız zamanla. Ben böylesi bir sorgulamanın içindeyken yanıma bir adamın yaklaştığını gördüm. Adamın görüntüsünde ruhumu huzura erdiren naif bir merhamet vardı tıpkı anlaşılmamış olmanın ezikliğinin büyüttüğü merhamet. Konuşmanın anlamını yitirdiği bir anı yaşıyordum. Yüzüne yansıyan yaşanmışlığın derinliği altında ezildiğimin farkına vardım. Onun bana bakışlarından sanki yüzlerimizi değiştirdiğimizi düşündüm. Öyle bir anın büyüsü içimdeki acıların merhemi oldu. Özümüze dönmüştük bu davetsiz konukla. Elleri baba şefkatiyle saçlarımı okşadığında onun Thomas Hardy olduğunu anlamıştım. Bakışlarıyla konuşan bu büyük dâhinin bana söylediklerini merak ediyordum.
İlk konuşan o oldu: “Geçmiş aslına bakarsan Bedriye insanın geleceğidir. Kitaplarımı okuduğunda diğer okuyucular gibi benim yazdıklarımla yetineceğini hissettim. Sen beni şaşırtmayı başardın. Kendime sakladıklarımın peşine düştün. Uykusuz geceler geçirdin ruhumun derinliklerine ermek için. İşte o an benim geleceğim olduğunu algıladım. Beni bu denli ısrarla çağırmana karşı çağrılarına kayıtsız kaldım. Arzularının tükenmesinden ürküyordum. Yaşarken hasret kaldığım samimiyete ölümle ulaşmış olmanın şaşkınlığı içindeyim halen. Zavallı insafın arkasına sığınmadan yargıladın beni. İnsaftan hele hele samimiyetsiz merhametten tiksinti duyuyorum. Ne büyük bir zenginlikmiş insanın kendisini anlatmaya gerek kalmadan anlaşılması.
“Seni anlamak sanılanın aksine hiç de kolay olmadı. İlk romanın 1871’de son romanın da 1896’da yayımlanmış. Sen Victoria Çağının son romancısı bizim çağımızın da ilk romancısı sayılırsın. Victoria Çağının son dönemlerinde yazmana karşın romanların çağdaşlarınınkinden birçok açıdan farklılık gösteriyor. Seninle iki önemli özelliğimiz var. Sen de kendinden söz etmeyi sevmiyorsun. İngiltere’nin güneyinde Dorset kırsal bölgesinde dünyaya gelen bir yapı ustasıyla aşçılık ve hizmetçilik eden bir kadının oğlusun. Seksen sekiz yıl yaşamana rağmen yaşanmışlığın üzerinde kaynak olarak gösterilecek bilgilerden tamamen kendini soyutladığın için bu açıdan okuyucularına kalıt olarak bıraktığın bilgi ve materyal yoktur. Olmayan materyallerin üzerinde de seninle konuşmak istiyorum. Bu konuşmalar genellikler benim senin iç dünyanın ekosenleri etrafında dolaştıklarımdan elde ettiklerimden oluşuyor. Buna karşı ikinci eşinin, ölümünün akabinde 1928’de yayımladığı The Early Life of Thomas Hardy (senin gençlik yılların ) ve 1930’da yayımladığı The Later Years of Thomas Hardy’dir ki bu iki kaynağa da ulaşmam mümkün olmadı. Öğrendiğime göre bu iki yapıt birleştirilerek, 1962’de The Life of Thomas Hardy adıyla çıkmıştır.
“Sevgili Bedriye bilmeni isterim ki ölümümün akabinde çıkan bu iki yapıt beni fazlasıyla rahatsız etmiştir. Benim en büyük özelliğim olan mahremiyetimi saklamasını beklerdim ikinci eşimden. Eğer böyle bir şeye ihtiyaç duysaydım kendim kendimi anlatmayı yeğlerdim. Bilmeni isterim ki bu iki yapıtta yer alan bilgiler tamamen benim gerçeğimden yoksundur. Üstelik de bu yapıtları ben eşime dikte ettirmiştim. Ölümümün akabinde eşim benim bıraktığım notları derleyerek kitabı tamamlamıştır. Eğer bu yapıtları okusaydın benim özel yaşantıma hiç denilmediğini anlardın. Yapıtta yer alan mektuplarda da hakkında merak ettiğin bilgilere ulaşma olanağın olmazdı. Âşık olduğum akrabam Tryphena Sparks’ın, yakın bir arkadaşıma sevdalanması ve otuzunda ölmesi yer almaz biyografimde. Hayatımı karartan bir başka gerçeğimden, Emma ile otuz sekiz yıl süren ilk evliliğimden de söz edilmez.
“Seni anlıyorum. Yaşamının bir bütün haline getirilmemesine hem kızıyor hem de mahreminin deşifre edilmemesine seviyorsun. İki duygu arasında kaldığını hissediyorum. Hani çakıl taşları altındaki suların sesini dinlemek gibidir bu yapıtlar. Sevgili dostum uzun yıllar mimarlık ederek kilisenin restorasyonu için Cornwall’da çalıştığın sırada Emma ile tanışmışsın. Yaklaşık beş yıl sonra Çılgın Kalabalıktan Uzakta yapıtının başarısı üzerine parasal durumun düzeldiği için Emma ile evlenmişsin. Ne ki bu evlilik başarılı bir evlilik olmak şöyle dursun, senin kendini giderek daha da kötümser hissetmene neden oluyor.”
“Sevgili Bedriye burada araya girmek istiyorum. Başarısız bir evliliğin hayatıma ne tür felaketler getirdiğini senin de fark ettiğini bildiğim Adsız Sansız Bir Jude yapıtımda ölümsüzleştirdim yaşadıklarımı. Jude’un yaşadıkları benim yaşadıklarımın bire bir karşılığıdır. Eşimin, kendisinin benden daha yüksek sınıftan geldiğine inandığı için beni hoşlanmadığım toplantılara, yemeklere hele hele yüksek sosyeteye tanıştırma çabaları bu dünyada ödediğim bedellerin en ağırı olmuştur. Benim gibi bir insanın karısının gölgesi altında bir sığıntı gibi yüksek sosyeteden kabul bekler duruma düşürülmesi ölmeden diri diri mezara sokulmaktan başka bir şey değildi. Eşimin bana ödettiği bedeller bununla da sınırlı kalmamıştır. Tutku derecesiyle bağlı olduğum iki kardeşimle görüşmemi de engellemiştir. Bu da onu teselli etmemiş olmalı ki beni ve ailemi rezil eden bir günlük tuttu. Bir başyapıt olduğunu düşündüğüm Tess’in yayımlandığı dönemde kopan fırtınadan dolayı beni kınarken diğer yandan da Tess karakterini kendisini örnek alarak yazdığımı da dostlarına söyleyerek övünmeyi ihmal etmemiştir. Evliliğim ne kadar kötü olursa olsun bir çocuğumun olmasını çok isterdim doğrusu. Çocuğuma kendimi adardım böylelikle de mutsuz evliliğimden bu denli ağır yaralar almazdım. Hayatımdaki en büyük mutluluğum evli bir genç kadın olan Florence Henneker ile mektuplar kanalıyla kurduğum duygusal dostluktu. Bu dostluk sayesinde kanayan yaralarım iyileşiyordu. Yazdıklarımdan değil ama bu kadından bir insanın kendini nasıl tamamlanmış hissettiğini öğrendim. Hem erkek hem de insandım. Kişiliğimin üstün yanlarını bana hissettirmiş olması benim ikinci hayatım olmuştu. Bir bakıma ikinci kez dünyaya gelmiştim. Ona yazdığım duygu dolu mektupların yakılıp yok edilmesi hâlâ içimi acıtıyor. İnsan ruhumun karmaşasını algılamanın mümkün olmadığını bizzat yaşayarak deneyimledim. İlk eşim 1912’de ölünce kendimi özgür hissetmem gerekirken inanılmaz bir tutsaklığın içinde buldum. Boşluğa düşmüştüm. Ne yapmam gerektiğini bana söyleyen, ruhumun derinliğini algılamaktan yoksun bu kadının ölümünün akabinde tarifi imkânsız bir acıya kapıldım. Onun için düzinelerce şiir yazdım. Şimdi daha iyi anlıyorum ki alışkanlıklar aşktan da üstündür. Beni aşağılayarak yaşamaya alıştıran eşime bir nevi gönül borcum varmış demek. En önemlisi ondan gerçekten ürküyordum. Bu özelliğim hiç kimse tarafından anlaşılmasını istemediğim ezik yanımdı. Ben yapı ustası ile hizmetçi bir kadının oğluydum. Alınan emirleri yerine getirmeyi çocukluğundan öğrenmiş bir insanın bu çarpık ilişkinin arkasından acı çekmesini doğal karşılıyorum. İki yıl sonra yeniden evlendim. Ben yetmiş dört, eşim de otuz beş yaşındaydı. İkinci eşimle gizlice evlenmiştim.”
“Sevgili dostum, biraz da çocukluğuna dair konuşmak istiyorum seninle. On altı yaşındayken seni okuldan alan baban kendi mesleğini yürütmeni amaçladığı için bir mimarın yanına çırak olarak verdi seni. Mimarlık o dönemde okullarda meslek olarak öğretilmiyordu. Yirmi bir yaşında mimar olmak için Londra’ya gittin. Başka bir mimarın yardımcısı olarak çalışmalarını sürdürdün. Zamanla eski kiliselerin restorasyonu işinde uzmanlaştın. Yirmi üç yaşında mimarlık ödülü aldın ve bu ödül sayesinde “Kendime Nasıl Bir Ev Yaptım” başlıklı yazın bir dergide yayımlandı. Artık kendi gerçeğinle tanışmıştın. Edebiyat dışında hiçbir meslekle kendini ifade etmen imkânsızdı. En büyük acın edebiyat alanında köklü bilgiye sahip olamamanın ezikliğini duymandı. İngiltere’nin birçok yazarından farklı olarak seçkin okullar arasında yer olan Cambridge’e ya da Oxford’a gitmemiştin. Sabahları mimar çırağı olarak çalıştıktan sonra geceleri sabaha kadar da Fransızca ve Almanca öğrenmeye çalışıyordun. Özellikle de Yunan ve Latin klasiklerini kendi dillerinde okuyabilecek kadar bu dillere hâkim olmayı başarmıştın. Aslında kendi çabalarınla elde ettiğin bilgilerinden dolayı çağdaşlarından daha bilgiliydin. Ne ki dönemin eleştirmenleri akademik eğitimden yoksun olarak algıladıkları için seni dikkate almıyorlardı. Seni koydukları yer yetenekli köylü grubuydu. Bu duygularını Adsız Sansız Bir Jude yapıtında dile getirmiştin aslında. Üniversiteden gelen yanıt taşralı bir taş ustasının üniversite okuyamayacağı gerçeğiyle yüzleştiriyordu Jude’u: “Kendinizi bir işçi olarak tanıtmanıza dayanarak şunu belirtmek isterim ki, hayatta başarı imkânınızı yön değiştirmekle değil, kendi mesleğinize, çevrenize bağlı kalmakla artırabileceğinize inanmaktayım.”(s. 274) Onlar düşünce alanından uzak durmanı yetenekli bir köylü olarak kırsal bölgeler hakkında yazmanı öneriyorlardı sana. En acınası eleştiri de “XX. yüzyılda bile Lord David Cecil gibi Hardy üzerine kitaplar yazıp onu gerçekten beğenip de kültür açısından gelişmiş bir ortamda yetişseydi, daha esaslı bir eğitim görseydi, daha iyi bir yazar olacağını” savunanlardan gelirdi.
“Sevgili Bedriye ben onların eleştirilerine rağmen hem mimarlık işlerimi yürüttüm hem de kimsenin basmaya yanaşmadığı şiirler ve Yoksul Adam ile Lady” romanımı yazdım. Basılması için başvurduğum yayınevi romanımı George Meredith’e okutmuş o da İngiltere’nin yüksek sosyetesini saldırgan bir biçimde alaya alan romanımın yayımlanması halinde benim bir daha hiçbir romanımın yayımlanmayacağını söylemiş. Yayınevi de aynı gerekçeyle romanımı basmadı. Bunun yerine yayımlanan ilk romanım Umutsuz Çareler çıktı 1871’de. Bir yıl sonra da Yeşil Ağacın Altında yayımlandı. Virginia Woolf’un babası yapıtımı beğendi. Otuz üç yaşımda ilk başyapıtım Çılgın Kalabalıktan Uzakta’nın 1873’te yayımlanmasıyla mimarlıktan vazgeçtim, kendimi tamamen edebiyata adadım.”
“Sevgili dostum yazdıklarını okuyunca o dönemde her babayiğidin kaleme alamayacağı din ve cinsellik konularında tehlikeli sayılacak yazılar yazdığını algıladım. Bu tutumun bazı yazarlar tarafından gülünç bulunurken bazı yazarlar tarafından da övülüyordu. Bir zamanlar canhıraş çalışarak dönemin önemli yazarları arasına girmen seni sanılanın aksine mutlu etmedi. Birinci Dünya Savaşı ruhunda onarılmaz yaralar almanı sağladı. Özelikle kendini yaşayan bir ölü gibi hissediyordun. 1928’de öldüğünde Westminster Katedrali’nin şairler köşesine gömüldün. Anlaşılması zor olan kendi isteğin üzerine, kalbin ilk eşinin kabrine konuldu. Sen Dorset’te doğup büyüdün. Zaman zaman Londra’da oturdun. Ömrünün büyük çoğunluğunu İngiltere’nin güneybatısındaki bu bölgenin başlıca kasabası olan Dorchester’de geçirdin. Seni çağdaşın olan yazarlardan ayıran en belirgin özellik romanlarının birçoğunun Wessex dediğin kırsal bölgede geçmesidir. Romanlarında başköşeye oturttuğun yegâne kırsal bölgeyi canlandırmandan ötürü seni bölgesel bir romancı olarak tanımlamak edebiyat dehana ihanet olur. Romanlarında işlediğin taşranın sınırlarını romanlarda aşarak evrenselleştirdin. Romanlarında taşra yakın geçmişten söz etse de geleceğe hatta sonsuzluğa yönelir yapıtlarında. Sana yapılan bir diğer haksızlık da ilk romanlarında senin gerçek yaşamdan koparak köy yaşantısını tozpembe gösterdiğine olan yanlış kanıdır. Oysaki diğer romanlarını zahmet edip okusalardı köylülerin yoksulluk ve sıkıntı içinde geçen yaşamlarını ele aldığını fark ederlerdi. Romanlarında işlediğin taşra gerçeklerinin hangi nedenlerden dolayı bu hayatın kendilerine dayatılmış olduğu gerçeğini tokat gibi yüzlerine çarptığını da fark ederlerdi. Köylülere dayatılan yoksulluk, hem doğanın acımasızlığından hem de XIX. yüzyılda kırsal bölgede ekonomik koşulların değişmesinden kaynaklanır. Bir diğer deyişle koşullar sık sık değişir. En büyük üzüntün bakir kalması gereken kırsal bölgelerin hızlı ve adaletsizce yozlaşmaya uğramasıdır. Taşrayı kentten üstün kılan, insanı insan yapan değerlerin, gelenek ve göreneklerin para kazanmak ve yaşamını idame ettirmek kaygısına yerini bırakması olmuştur.
O dönemde büyük çiftlik sahipleri tarım makineleri alarak sanayileşmenin yolunu açmışlar. Onun dışında kalan küçük çiftlik sahipleri giderek yoksullaşarak çiftliklerini kaybetmişlerdir. Göç gerçeğini tüm çıplaklığıyla yapıtlarında ele almışsın. İşini ve tarlalarını yitirenler, göç ederek sefil bir hayat sürdürmüşler ya da bir yerden başka bir yere ırgatlık yapmak için gitmek zorunda kalmışlardır. Sen ne muhafazakârlığı ne de radikalliği doğru bulmuyordun. Gözünün önünde değişen kırsal kesim gerçeği seni içten içe üzüyordu. Sana göre bu yozlaşmadan kurtulmanın yolu olumlu yasaları yürürlüğe koyup insanı insan kılan töreleri koruma altına alarak kötülüğü ortadan kaldırmaktı. Toplumsal değişimlerin kaçınılmazlığını kaleme aldığın, yararlı yanlarını da göz ardı etmediğin “Dorsetshire’li Tarım İşçisi” başlıklı makalende bu türden gerçekleri tüm çıplaklığıyla ele alıyorsun. Sen kötü karakterleri romanlarında varlıklı kişilerden,, yüksek sosyeteden kadın ve erkekler ile politikacıların yanı sıra bilim adamları ve aydınlar arasından seçme cesaretini gösteriyordun. Onlara göre kırsal kesimden gelen insanların aydınlar grubunda yer almaları mümkün değildi. Aydınların tekelindedir kendilerinden olanları içlerine almak.
Bu gerçeği Adsız Sansız Bir Jude yapıtında ele alıyorsun. Sen halktan insanların yazgılarını trajedi boyutlarına vardırarak onların olağanüstü insanlar olmalarını başarıyorsun. Seni Victoria Çağı yazarlarından ayıran bir başka özelliğin ise gerçekçiliğe sıkı sıkı bağlı olanların dışında gerçekçilik sanat değildir görüşünü savunmandır. Sana göre sanat “gerçeği eğip bükerek, orantıları değiştirerek bu gerçeklerde önemli olan öğeleri açık seçik ortaya çıkarmaktır.” Sen bir romanda olayları değil, kişileri ele alırken gerçeklere bağlı kalıyorsun. Seni Victoria Çağı yazarlarından ayıran bir başka özellik ise dini yadsımandır. Sen elli yaşındayken “Elli yıldır Tanrı’yı aramaktayım ve eğer var olsaydı, onu bulmam gerekirdi” diyorsun. Tüm bu ve buna benzer yaklaşımlara rağmen seni Tanrı tanımaz olarak algılamak senin gerçeğini yadsımak olur. Sana göre evrene ve insanların alınyazılarına egemen olan bu gücü kaderle özdeşleştiriyorsun. Ve bu kör güç, insanlara karşı acımasızdır. Senin romanlarının bir başka özelliği de rastlantıların insanlara iyilik etmediği gerçeğidir.
Örneğin Tess evlenmek üzere olduğu Angel’e geçmişini anlatan bir mektup yazar ama mektup halının altına girdiği için Angel mektubu okumaz. Bu rastlantıların kahramanlarının hayatlarını acımasız yazgının eline teslim etmesi yüzünden gerçeklik duygusunu yitirmekle suçlarlar seni dönemin yazarları. Eleştirmenler senin rastlantılara böylesi bir felaket rolü yüklemeni, kahramanlarının arasında psikolojik çatışma olmamasına bağlayıp kahramanlarının toplumla da çatışma yaşamadığını iddia ediyorlardı. Oysaki sen “kaderle kişiliğin özdeşleştiğini söylüyorsun, yani bir kişinin ahlakı o insanın kaderini çizer. Sana göre alın yazısı ne kadar kötü olursa olsun, bir insanın alınyazısına katlanacağı yerde ona karşı direnmekte özgür olduğunu savunuyorsun. Örneğin Tess daha akıllı davranıp Alec Durberville’nin tuzağına düşmeyebilirdi. Angel Clare daha anlayışlı olup Tess’i bağışlayabilirdi. Jude, Arabella gibi sıradan bir kadının cinsel çekiciliğine kendisini kaptırmayabilirdi. Senin, kahramanların sadece kendi yanılgılarına karşı değil toplumun yanılgılarına karşı da savaşıyorlar. Kahramanlarının yanılgılarını cezalandırma biçimine baktığımda senin bir tragedya yazarı olduğunu düşünmekle beraber, asıl amacının iyiliğe giden yolu bulmak için kötülüğe giden yolu tüm gerçekçiliğiyle göstermek olduğunu anlıyorum. Senin romanlarının başlıca konusu aşk tutkusudur. Bu tutku beraberinde yoğun bir cinsel isteği de beraberinde getiriyor. XIX. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir cesaretle sadece erkeklerin değil cinsellikten tamamen arınmış melek sanılan kadınların, genç kızların bu tutkuya kendilerini kaptırabileceğine vurgu yapıyorsun yapıtlarında. Yalnız aşk tutkusunun derinliğini incelemek yerine cinselliğin çekiciliğini ele alıyorsun. Bu gerçek saptama senin XIX. yüzyıl romanına getirdiğin yeniliklerden sadece biridir bana kalırsa.
Sevgili dostum uzun yıllar küçümsendin. İkinci sınıf romancılardan George Moore seni dilbilgisi kurallarına uymayan bozuk bir dille, biçimsizce kurgulanmış melodramlar yazmakla suçladı. “T.S. Eliot, 1934’te yayınladığın After Strange Gods’da (Garip Tanrıların Peşinde) Hardy’nin kişilerinde gördüğü duygu ve tutku yoğunluğunu romantik bulup çok ayıpladı. Romantizm ise, fazlasıyla önyargılı bir eleştirmen olduğu için sık sık bağışlanamayacak yanılgılara düşen bu büyük şairin en hoşlanmadığı şeydi. Bu yüzden de Thomas Hardy’ye karşı saldırıya geçti” (s. 229).
Seni öven romancı Virginia Woolf olmuş. Senin için yaptığı değerlendirme şöyle: “Thomas Hardy, en kederli ya da en öfkeli anlarında bile insanların çektikleri acılara merhamet duyan, görkemli bir düş gücüyle derin şiirsel dehası olan bir insan ve İngiliz romancıları arasında en büyük tragedya yazarıdır. ( s. 231) Beni etkileyen bir başka özelliğin, İngiliz edebiyatı da dahil olmak üzere yapıtlarında doğaya senin kadar yer veren romancı yok denecek kadar azdır. Sen oldukça velut bir yazardın. Yanılmıyorsam kırktan fazla öykü dokuz yüze yakın şiir yazdın; romanlarını da saymıyorum. Kırk üç öykünü dört kitapta topladın. Kötü bir roman sayılan Desperate Remedies’te güzel bölümler vardır. Sahilde geçen aşk bölümleri okunmaya değerdir. Victoria Çağı’nda bir kadının diğer bir kadına duyduğu sapkın ilgi nefretle karşılanırken, Miss Aldcyffe’in Cytherca’ya duyduğu sevgi lezbiyen bir sevgidir. Genç kızı kendi oğluyla evlendirmekle birlikte onu tüm erkeklerden kıskanır. Hiçbir erkeğin onu kendisi kadar sevemeyeceğini söyler. Genç kızın yatağına girer ve kıza sarılır, ondan kendisini öpmesini ister. Senin en değersiz romanın The Hand of Ethelberta’dır. Londra’nın yüksek sosyetesinden kadınları ve erkekleri eleştirmen gerçekçilikten oldukça yoksundur; çünkü sen o çevreye yabancıydın. Oysaki bu romanı yazmadan önce Londra’nın soylu ve zengin kişilerinin toplantılarına katılmış, aynı masada yemek yemene hatta onların nasıl konuştuklarını, nasıl davrandıklarını incelemene rağmen romanına gözlemlerini yansıtmakta başarılı olamamışsın.
Şunu anlıyorum ki o kadar titiz olmana karşın kötü romanlar da yazmışsın. Bunun yanında bir o kadar da başyapıt sayılan romanlar yazmışsın. Senin romanlarında genellikle kadın kahramanların erkeklerden çok daha iyi çizilmiştir; oldukça da ilginçtirler de üstelik. Senin doğayla yaşayan insanların iyi, doğayla ilişkisi olmayan insanların ise kötü olduğuna inanman beni oldukça etkiledi. Bu aşamadan sonra senin tüm romanlarının ve öykülerinin tek tek analizlerini yapmak yerine benim çok beğenerek okuduğum Çılgın Kalabalıktan Uzakta romanın üzerindeki düşüncelerimi seninle paylaşmak istiyorum. Bu yapıtta doğa alabildiğince güzel ve huzur vericidir. Romanda Gabriel Oak Bathsheba Everdene’e âşık olmuştur. Aşkını itiraf ederek ona evlilik teklif eder. Ne ki Bathsheba onunla evlenmek istemez. Tek yanlı bir ilişkidir bu. Bathsheba’ya genç yaşında amcasından bir çiftlik kalır. Diğer yandan Gabriel Oak talihsiz bir kaza sonucu koyun sürüsünü yitirince yerini yurdunu terk eder. Tesadüfüler sonucu Bathsheba’nın çiftliğinde önce çoban sonra da kâhya olarak hizmet eder. Oldukça varlıklı bir çiftçi olan Boldwood da Bathsheba’ya âşıktır ve kendisine evlenme teklif eder. Ne ki Bathsheba cinselliğin cazibesine kapılıp Çavuş Troy’la evlenir. Troy Fanny Robin adında bir köylü kızı baştan çıkarmış, onunla evlenme hayalleri kurmuştur. Hamile kalan genç kız çocuğuyla birlikte ölünce Troy kayıplara karışır.
Boldwood Bathsheba ile evlenmeyi düşlediği ve görkemli bir davet düzenlediği bir gecede öldüğü sanılan Çavuş çıkagelir. Çavuşun âşık olduğu kadına kötü davranması sonucunda Boldwood Çavuş’u öldürür. Bathsheba Gabriel Oak’la evlenir. Bu üçlü aşk serüveni aşkın çeşitliliği konusunda bizi bilgilendiriyor. Fanny Robin’in âşık olduğu erkeğe duyduğu saf sevda yüzünden açlık ve umarsızlık içinde çocuğuyla birlikte ölmesi iç acıtıcıdır. Aşkın ne olduğundan bihaber olan Bathsheba cinselliğin geçici cazibesine kapılmayı aşk sanmıştır. Öte yanda Boldwood’un kendi geleceğini adam öldürerek karartan aşk tutkusu, Gabriel Oak’un bencillikten arınmış, tamamen emeğe dayalı özverili aşkının sevdiği kadınla evlenerek ödüllendirilmesi bir ölçüde sevindiricidir.
Bathsheba hem güzelliği hem de canlılığıyla bizlerin beğenisini kazanan bir genç kızdır. Çağının kadınının aksine erkeklere teslim olmuş, kendi kişiliğinden bihaber kahramanlardan değildir. Bathsheba dönemin kadınlarının aksine bir erkeğe ram olmak yerine bir erkeği kendisine ram etmeyi savunuyor. Örneğin Gabriel Oak ilk kez karşılaştığı Bathsheba’yı bir yük arabasıyla köye taşınırken görür. Henüz kendisine miras kalmamış olmasına rağmen kırık dökük eşyalar arasında kendine olan özgüveniyle bir kraliçe edasıyla oturur. Kendisinin yardımına koşan Gabriel Oak’a nezaketen bile olsa bir teşekkürü esirger. Uzun bir dönem kendisine karşı zaafı olan Gabriel Oak’a zaman zaman umut vermeyi de ihmal etmez. Okula gidip öğretmenlik eğitimi aldığı için kendisini Gabriel Oak’tan üstün görür. Ona “Beni yola getirebilecek biri gerekli bana… Sen bunu asla yapamazsın” der (s. 251) Kendisine güvenleri oldukça yüksektir. Bathsheba tek başına bir kadın olarak erkeklerin meslek sahasında iyi bir çiftçi olmak için olağanüstü çaba sarf eder. Sabahları çalışanlarından erken kalkar akşamları da geç yatar. Bathsheba’nın şeytani bir güzelliği vardır. Zaman zaman akılsızca davranışları olmasına karşın zeki olduğu kuşku götürmez. “Tam ne demek istediğini soran Boldwood’a “Erkeklerin kendi duygularını açıklamak için oluşturdukları bir dille, bir kadının duygularını açıklaması güçtür” diye cevap verir. (s.250)
Gabriel Oak adı ve soyadı özellikle de kişiliği birbirine tam anlamıyla uyumludur. Gabriel tıpkı Cebrail gibi dört büyük melekten biridir. Oak ise meşe anlamına gelir. Gerçekte Gabriel bir melek kadar erdemli, bir meşe ağacı gibi sağlamdır dostluğunda. Yumuşak huyludur ama kendi kişiliğinden de taviz vermez. Alınyazısının karşısında yok olmak yerine alınyazısına savaş açtığı gibi âşık olduğu kadının da kuklası olmaz. Kendi doğrularıyla yaşamayı düstur edinmiştir. Yoksulluğu da varlığı da onuruyla taşır. Bathsheba ile evlendiğinde bile eşinin kusurlarını yüzüne karşı söylemekten kaçınmaz. Bathsheba’nın derinliği olmadığı için kendisi için katil olan Boldwood’un sıradan biri olmadığını anlamaz bile. Oysa Bathsheba için göze aldıklarından dolayı Boldwood’u bir tragedya kahramanına dönüştürürsün. Çavuş Troy’un, gerçekte âşık olduğu kadına karşı o kadar da kötü olmadığı Fanny Robin’in çocuğuyla ölmesi olayında ortaya çıkar. Çavuş Troy aslında Fanny Robin’le evlenmeyi kabul eder ve kilisede âşık olduğu kadını bekler. Ne ki Fanny Robin iki kilisenin birbirlerine benzeyen adlarından dolayı kiliseleri karıştırınca Çavuş Troy âşık olduğu kadını kilisede kendisini yalnız bıraktığı için kızar ve onu kaderine terk eder. Çavuşun eşine sevdiği kadının tabutu başında söylediği şu sözler oldukça anlamlıdır: “Seni öpmeyeceğim. Kara yürekli kötü bir adamdım… Bu kadın, ölü olduğu halde, senin eskiden ya da şimdi olduğundan, gelecekte olabileceğinden çok daha değerlidir benim için.”
Fanny Robin’in mezarına çiçek diken ve mezarın temizliğini yapan Bathsheba kocasının âşık olduğu kadını kıskanmaz ve eşine duyduğu aşkın da sanal bir aşk olduğunu algılar.
Bu arada Tess romanından da söz etmek istiyorum. Roman, zavallı Tess’in, felaketi olacak John Durbeyfield’i “Sir John” diye selamlamasıyla başlar. Köy papazı tarihsel araştırmalara oldukça ilgi duyan birisidir. Elde etiği bilgilere göre John’un gerçek soyadı John Durbeyfield değil, DUrberville’dir. John XI. yüzyılda İngiltere’yi istila eden Norman ailelerinden DUrberville soyundadır. Bu açıklama John’un onurunu okşar. Soylu bir soydan geldiğini hemen herkesle paylaşır. Her zamankinden fazla içki içer.Tess küçük erkek kardeşlerinden birini yanına alıp, ailenin başlıca geçim kaynağı olan bal peteklerini gün ağarmadan satmak için kasabaya götürür. Bal prens adını taşıyan at arabasına koşulur. Yolda Tess yıldızlara bakar. Bu sırada karşıdan gelen posta arabasının oku bir kılıç gibi Prens ‘e saplanır. Atın kanını durdurmak isteyen Tess’i at kana buladıktan sonra ölür . Olaydan sonra köylerinin yakınlarından büyük bir konakta Stoke DUrberville soyadını taşıyan bir aile oturduğunu öğrenen Tess’in babası kızını bu aile ile olan soyadı benzerliği yüzünden akraba olacaklarını düşündükleri için Tess’i oraya çalışmaya gönderirler. Daha sonraları Alec’in itiraf eder kendi ailesi soylu D’Urberville ile hiçbir ilgisi yoktur. Alec’in orta sınıftan olan tüccar babası zenginleştikten sonra ülkenin güneyinde topraklar alarak oraya yerleşir. Alec varlıklı olmasından dolayı emrinde çalışan yoksul Tess’e kölesi gibi davranır. Zavallı Tess’in en büyük felaketi farkına bile varmadığı güzelliğidir. Tess kadın olmanın hiçbir cazibesinden faydalanmaz erkekler karşısında. Onun tek derdi çalışarak kazandığı parayı ailesine göndermektir. Çapkın Alec, Tess’in güzelliğine göz koyduğu gibi onun bakireliği üzerinde de hak sahibi olduğunu düşünüyor. Tess onu bir nevi aşağılayan Alec’ten hiç hoşlanmaz ve evine geri döner. Ne ki bir süre sonra onu almaya gelen Alec ile birlikte geri döner. Dönmesinin nedeni Alec’e duyduğu aşk değil ölen atın yerine yenisinin alınması için çalışması gerektiği gerçeğidir. Alec kendi rezilliğini farkına varan iğrenç biridir. Kızı baştan çıkaramayan Alec bir şekilde kıza tecavüz eder. İkinci kez evine dönmek isteyince Tess Alec buna karşı çıkmaz kızı kendi arabasıyla evine götürür. Tess’e para vererek onun hayatında yaratığı travmayı aşacağını düşünür ama Tess tiksindiği adamın parasını yoksulluğuna karşı kabul etmez. Tess doğurduğu erkek çocuğuna karşı karışık duygular içindedir. Zaman zaman büyük bir sevgi hissettiği bebeğinden zaman zaman da nefret eder. Çocuğunun hastalığının ilerlediğini fark eden Tess çocuğu ölmeden önce çocuğunu vaftiz etmek ister ama babası kiliseye gitmesine engel olunca kardeşlerini kendi odasında toplar ve “Baba oğul kutsal ruh adına keder adını verdiği oğlunu keder olarak vaftiz eder. Bu cesaretiyle kendisini dışlayan topluma karşı meydan okur. Çocuğunun dinsel törenlerle gömülmesine izin verilmeyince çocuğunu kendi gömer. Tahta bir haç diker oğlunun mezarının başına. Artık orada yaşamasının mümkün olmayacağını anlayınca yollara düşer. Yolu Talbothays adlı bir çiftlikte Angel Clare ile kesişir. Angel’in bu çiftlikte olmasının tek nedeni kardeşleri ve babası gibi din adamı değil iyi bir çiftçi olmak istemesidir. Tess Angel Clare’i görürü görmez ömrünün sonuna değin âşık olduğu tek erkeğin o olduğunu anlar. Angel’in Tess’ten hoşlanmasının asıl nedeninin onun doğa kadar bakir ve temiz olduğuna olan inancıdır. Birbirlerine âşık olan Angel ve Tess evlenirler. Evlendikleri gece Angel Tess’e başından geçen Tess’inkine benzer yaşadığı aşkı itiraf eder. Angel’i yaşadığı aşktan dolayı af eden Tess kendi başından geçenleri anlatınca işler boyut değiştirir. Angel Tess’i af etmek bir yana ona karşı oldukça zalim davranır. Evlilikleri kâğıt üzerinde kalır. Tess’in en büyük yanılgısı bu türden günahların sadece erkeklerin hakları olduğunu bilmemesidir. Oysaki Angel bağımsız düşünmeyi önemseyen ve oldukça iyi niyetli biri olmasın karşı törelerin ve tapuların kölesi olmasına sen bile karşı çıkıyorsun. Bir anda Angel için Tess insan olmaktan çıkmış yabancı birisi olmuştur. Angel Tess’e şunları söyler: “Sen bir insandın, şimdi başka bir insan oldun. Sevdiğim kadın sen değilsin… Senin biçimini almış başka bir kadın.” (s. 288)
Kafasında yarattığı Tess ile Tess gerçeği birbiriyle örtüşmeyince acımasız biri olur bir anda. Tess’i hayatından çıkarmaktan bir an bile tereddüt etmemesi aydınlığın kisvesi altında kendilerine prim yapan sözde aydınların maskelerini düşünür Angel aracılığıyla. Angel ki babası ve kardeşleri gibi Tanrı’nın onuru ve şanı uğruna değil insan onuru ve şanı uğruna hayatı yaşamak istemiş olmasına karşın davranışlarıyla ne babasını ne de kardeşlerini aratmıştır. Tess’in bir başka yanılgısı da Angel’i bir melek Alec ise bir şeytan sanmasıdır. Gerçekte her ikisi de ona karşı acımasız davranarak onun yaşama hakkını çıkarları için elinden almaktan bir beis görmemişler. Her ikisi de onu kaderiyle baş başa bırakmışlar. Angel ile Tess ilk gecelerini ayrı odalarda geçirirler. Tess acı içinde kıvranırken Angel kimseye duyurmadan ayrılmalarının nasıl olması gerektiği konusunda kafa yorar. Tess o durumda bile Angel’in karşısında ağlayıp onu af etmesi için yalvarmak yerine Angel’e istiyorsa hemen boşanarak bu sorunu çözmeyi önerir. Üç gün sonra Tess’i evine gönderen Angel’in tek şartı vardır. Tess’in işlediği suçu unutunca kendisini arayacağını ama Tess’in kendisini aramamasını söyler. Soylu Angel tam Brezilya’ya gitmek üzere yola çıkarken kendisine âşık olan İzz’in kendisinin metresi olarak Brezilya’ya gelmesini ister. Angel İzz’e kendisini Tess’ten daha fazla sevdiğini söyleyince İzz ona “Dünyada hiç kimsenin Angel’i Tess’ten daha fazla sevemeyeceğini Tess’in Angel uğruna ölümü göze alacağını söyler.” (s. 290). Herkes Tess ‘i yargılarken sen Tess’in yaşadıklarından dolayı Tess’i değil toplumu suçlarsın. Merhametini Tess’ten esirgemezsin. Angel yüksek sınıftan birisi olarak Brezilya’ya gider, hayatını gönlünce idame ettirir. Tess ise ailesini geçindirmek için para kazanmak zorundadır. Sıra dışı olaylar gelişir Tess’in hayatında. Babasını kaybedince aile sokakta kalır. Alec tam da bu sırada yeniden Tess’in hayatına girmeye çalışır. Onu çalıştığı iş yerinde sık sık taciz eder. Ona annesinin ölümünden dolayı değiştiğini ve dine olan ilgisini anlatmaya çalışır. Evli olmasını da ciddiye almaz çünkü Tess’in bir kocası olacaksa o koca kendisinden başkası olamaz. Israrla Alec’ten uzak duran ve kocasının ona döneceği günü bekleyen Tess kocasının dönmeyeceğini anladığında Alec’in ailesine barınacak bir yer vermesinden dolayı onun metresi olmayı kabul eder umarsızca. Diğer yandan sağlığı bozulan ve karısını af edecek kadar olgunlaşan Angel Tess’i bulmak için evlerine gelir. Israrı sonucunda Tess’in yaşadığı yeri öğrenen Angel Tess’i bulur. Bulduğunda oldukça geç kalmıştır çünkü Tess Alec’le yaşıyordur. Oradan içi acıyarak ayrılan Angel tren istasyonuna gider. Tess de baştan beri hayatını mahveden Alec’i gözünü kırpmadan öldürür ve Angel’in arkasından tren istasyonuna gider. Kendisine sarılan Tess’in bir katil olduğuna inanmaz önceleri Angel. Birlikte bir hafta mutlu bir beraberlikleri olur. Gide gide Stonehenge’e varırlar. Stonehenge Hıristiyanlık öncesi dönemden kalma büyük ve dikey ve yatay taşlardan oluşan bir tapınaktır. Oranın en önemli özelliği insanların Tanrı’ya kurban edilmesidir. Tess de Tanrı’ya kurban edilen insanlardan birisiymiş gibi sunak taşının üzerine uzanır. Sunağa uzanmadan önce Tanrı’dan bir dilek diler. Angel ile kız kardeşi Liza –Lu’nun barışmalarını temenni eder. Tess’i tutuklamaya geldiklerinde Tess uyuyordur. Uyananınca sunak taşından kalkarak ruhu huzura ermiş bir halde polislere doğru gider. İki ay sonra da Angel ve kız kardeşi hapiste ziyaretine gittiklerinde Tess’in asıldığını öğrenirler.
Yazarın bir diğer önemli yapıtı da 1895’te yazdığı Adsız Sansız Bir Jude’dir .Romanın yazıldığı dönemin en önemli özelliğinin katı ahlakçılık olduğunu bilmek yetiyor. Yapıtın yayımlandığı dönemde yapılan acımasız eleştiriler yetmiyormuş gibi romanın bir kopyasının Wakefield piskoposunca yakılması eseri okuma merakımı kırbaçlıyor. Sayfalarında kaybolmaya başladıkça eserin neden o dönemde bu denli tepkiyle karşılandığını algılıyorum. Katıksız dürüstler çok acımasızdır. Dürüstlerin uğruna boyun eğecek çıkarları yoktur. Adaletsizliğin timsali ölümün bile dürüstlerin adalet anlayışından ürktüğüne inanıyorum. Yazara duyulan tepkileri doğru algılamak için Victoria katı ahlakçılığı olmak üzere tüm tabularının gözünün yaşına bakmaksızın saldırıyor. Sistemin efendilerinin ününe, unvanına ve statüsüne bakmaksızın karşılarına beyaz değil kızıl bayrak sallayarak çıkıyor. Katı ahlakçılığı koruma altına alan evlilik kurumunu, kilisenin açmazını acımasız bir gerçekçilikle tersyüz ediyor. Bu romanın gücü tek başına bile on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin geleneksel sınıf yapısını sorgulama yetiyor. Burjuva kültür/ ahlakının ne türden sorunları barındırdığını, yanlış/yanlı sorunsallaştırmanın giderek bir toplumun geleceğini nasıl karanlığa mahkûm ettiğini ürkütücü bir gerçekçilikle gözler önüne seren Hardy’nin roman kahramanları sistemin kokuşmuşluğunu okuyucuya ihbar ediyor. Toplum normlarının dışında yaşadıkları hayata dair ödedikleri bedelin toplamından ibarettir ihbar ettikleri de. Delillerle kanıtlanmıştır. Bu deliller yazara bir daha roman yazdırmayacak kadar güçlüdür. Yazar, romanını da o dönemde yaygınlaşan ve edebiyatı etkisi altına alan bildungsroman anlayışıyla kaleme alıyor. Bu anlayışın başlıca özelliği bir insanın doğumla başlayıp ölümle son bulan hayatının tüm evrelerine okuyucuyu tanık etmesidir. Gerçekçiliğin tanımı eserde olduğu gibi kapitalizmin adaletsizliğini, sınıf ayrımının acımasızlığını… En az sistemin acımasızlığıyla yarışacak kadar acımasız bir gerçekçilikle gözler önüne sermektir. Hayatın güçlüklerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesi için kahramanın Jude gibi yetim, yoksul, onurlu, idealist ve savaşçı bir ruha sahip olması gerekiyor. Hiç kuşkusuz ki bu korkutucu dünyada bu kadar dürüst, bu denli onurlu en önemlisi de inandığı gibi yaşayarak kendisini gerçekleştirmek isteyen bir insan için hayatın kolay olmayacağıdır. Eserin iki kahramanı da hayallerini gerçekleştirseydi yazar savunduklarına ters düşerdi. Yazar da eserini Jude ile Sue gibi okuyucular için yazmıştır, Arabella gibi yaşamın realitesini temsil edenler için değil.
Jude Fawley ile Sue Bridehead romanın asıl kahramanlarıdır. İkisi de idealisttir. Teyze çocukları olan bu iki insanın hem birbirlerine benzer hem de birbirlerinden ayrı birçok farkındalıkları vardır. İkisi de tutkulu ve cesurdur. İnandıkları gibi yaşamayı göze alacak değin cesur oldukları için taşralı ve kentli statükocular tarafından aforoz edilirler. Kahramanlarımızın çıplak hayatları karanlık örtüler arkasında gizlenenler için tehdit oluşturmuştur.
Küçük olduğu için yeniliklere ayak uyduramayan Marygreen köyü Kuzey Wessex ovalarına bitişik dalgalı bir yamacın kucağına yaslanmıştır. Köyün öğretmeni Mr. Phillotson’un döneminde gece derslerine giden yetim Jude, teyzesinin koruması altındadır. Çocuk Jude’un öğretmeni bir gün Christminster’a önce bir üniversite mezunu sonra da rahip olmak için gidiyor. Öğretmeniyle aynı hayali paylaşan Jude da bir gün bilim ve din şehri Christminster’a [(Christ (İsa) minster
(kilise)] gitmek için İncil’i aslından okumak adına Yunancayı, üniversitede okuyup öğretmen olmak için de, Latinceyi kendi kendine öğreniyor. Hem okumak hem de geçimini sağlamak için Jude Fawley taş oyma ustası oluyor. On dokuz yıl onu amacına ulaştıracak olan din kitaplarını ile klasikleri okuyor. On dokuz yaşındaki bu idealist delikanlının karşısına hayatın güçlükleri karşısında güçsüzlüğünü yenmek için bir erkeğin gölgesine sığınmayı yaşam biçimi haline getiren entrikaların kadını Arabella Don çıkıyor. Don, delikanlıyı düzmece hamile olduğu yalanıyla evliliğe razı ediyor çünkü bu tepeden tırnağa dişi olan kadın içinde yaşadığı sistemin çarpık işleyişi içinde bir kadının kendisini yasalar tarafından koruma altına almasının yolunun evlilikten geçtiğini biliyor. Topluma ters düşen zinanın her türlüsünü evlilik müessesi altında yapmanın kadına/ erkeğe itibar kazandığını bilecek değin de kurnazdır Arabella.
Evliliğinde Arabella tarafından terk edilen yeğenine teyzesinin söylediği şu sözler her şeyi açıklıyor: “Fawley’lere evlilik hiç yaramaz. Kanımızda öyle bir şey var ki severek, isteyerek yaptığımız bir şey kanun çerçevesinde gerçekleşti mi, biz artık o işi yapamaz oluyoruz. Onu için, işte, benim sözümü dinleyip sen de hiç evlenmeyecektin” (s. 70). Eşi tarafından terk edilen delikanlı bilim ve din şehri olan Christminster’a hayallerini gerçekleştirmek için gidiyor. Taş ustası işinden aldığı parayla başını koyacak bir pansiyon ile karnını doyuracak ekmek hatta okumayı istediği yeni kitapları da satın alıyor. Bilim şehrinde birlikte yaşadığı üniversite hocalarıyla eş ve eşit olmak için üniversitelerin kapılarını açıp kendisini beklediğini düşünüyor. Tek yapması gereken üniversitelere okumak istediğini yazıp onların davetini beklemektir. Üniversiteden gelen yanıt taşralı bir taş ustasının üniversite okuyamayacağı gerçeğiyle yüzleştiriyor onu.
“Kendinizi bir işçi olarak tanıtmanıza dayanarak şunu belirtmek isterim ki, hayatta başarı imkânınızı yön değiştirmekle değil, kendi mesleğinize, çevrenize bağlı kalmakla artırabileceğinize inanmaktayım” (s. 274) Bu gerçek aynı zamanda Jude’u bilimin bağnaz sınıf ayrımıyla da tanıştırıyor. Aynı kentte yaşamanın aynı sınıftan olmak anlamına gelmediğini insanların aynı kentte, oturdukları mahalle ve semtlere göre ayrı ayrı sınıflara ayrıldığını görmek belki de değil kesin olarak Jude’un aydınlanması bakımından bir milat oluyor. Kutsallık kutsal değerlere sahip insanların değil; değerleri, bilgisi ve duyarlılığı olmayan pespaye insanların emrindedir. Kutsal olan değer onun bildiğinin aksine bilim ile din değil; paradır. Paranın şehrinde ona ayrılan yer bellidir. Kapısından içeri giremediği okulların, üniversitelerin duvarlarını onarmakla geceleri kentin sokaklarında dolaşma özgürlüğüdür. Yaşadıklarına ilk anlarda bir anlam veremediği için allak bulak olan Jude’un zihni, Sue’nun şu haklı saptamasıyla aydınlığa kavuşuyor: “Başlangıçta bütün bu okullar senin gibi öğrenme isteğiyle yanıp tutuşan, hiçbir dostu, imkânı olmayan kimseler için açılmıştı. Oysa milyoner çocuklardan şimdi sana yer kalmadı. Onlar seni aralarına almadılar” (s.153)
Fakir birinin eğitimli birine dönüşmesinin imkânsız olduğu bilim şehrinde adı sanı olmayan Jude, Sue’ya âşık oluyor. Sue, olağanüstü bir varlıktır. Hiçbir kalıbın içine girmediği gibi kendi kalıbına da sığmayan, hayata, insana dine ve bilime dair birikimlerle dolup taşan biridir. Sue’nun içgüdülerin cinsiyetinde dişilikten öte erkeklik hâkimdir. Onun hayali de içinde yaşadığı toplumun tabularına dâhil olmadığı gibi ne zihninin ne de bedeninin arzularına dâhil olmadan yaşamaktır. Yaradılışı gereği âşık olduğu Jude bile onun fiziki bekâretine dokunmamalıdır. Bu yüzden Jude ona yaklaştıkça erkek olarak asla sevemeyeceği tek erkek olan öğretmeni Mr. Phillotson’la sözleniyor, Jude’a olan aşkının içinde çiçek açtığını gördüğünde de öğretmeniyle evleniyor. Yaradılışındaki ikilik onu içgüdülerinin emrine kayıtsız koşulsuz yok etmek için sunuyor. İçgüdüleriyle davrandığı için evliliğinde kocasına kadınlık yapacağı gerçeğini göremiyor. Ta ki eşiyle cinsel olarak birlikte olmaktansa kendisini camdan atarak hayatına son verme aşamasına gelinceye dek. Hemen burada yazarın gerçekçiliği ne kadar saldırgansa ironi anlayışının da o kadar naif olduğunu belirtmek istiyorum. Yıllar sonra öğretmeniyle buluştuğunda taşradan gelen öğretmenini de kendisi gibi içine almadığını görüyor bilim ve din şehrinin. Karnını doyurup daha iyi bir yaşam koşullarına sahip olma hayaline terfi eden öğretmenine Sue’yu da Jude tanıştırıyor; öğretmeninden onu yardımcı öğretmen olarak yanına almasını da o rica ediyor. Birbirleriyle kişilik gereği asla evlenmemeleri gereken Jude’la Arabella gibi Sue’yla Mr. Phillotson’un birbirleriyle evlenmeleri trajik ironinin kuzey kutbu bu dedirtecek cinsten. Eşinin izniyle Jude’la nikâhsız bir çatı altında yaşamaya başladıklarında Sue, bazı gerçeklerin farkında oluyor. Jude, Sue’dan, entelektüel bilgi birikimiyle ruhunu doyurduğu gibi bedenini de Arabella gibi tatmin etmesini bekliyor. Onun kendisini tam bir erkek gibi hissetmesi iki kadının birleştirip tek kadına dönüşmesiyle mümkündür. Daha önce okuduklarından elde ettiği bilgiyi hayata geçirmede ve anlamlandırmada zorlanan Jude’un hem gördüklerini hem okuduklarını anlamlandıracak hem de hayatına heyecan katarak ona sahip olmak istediği insan olma bilinci ve gücünü verecek Şems’idir Sue onun.
Jude, hayallerinin altında yatan asıl şeyin aşağılık kompleksi olduğunu Sue’nun sayesinde anlıyor. Bir zamanlar sahip olmak istediği bilginin ona verdiği eğitimli insan olma ayrıcalığıyla ortalıkta caka satarak dolaşıp taşralı insanlardan üstün olma duygusunun ona verdiği hazzın pastasından payını almak istiyordu. Üniversite hocaları ile kilise papazlarını içinde ışıldayan insanlar grubundan çıkaran Jude, onları ait oldukları yer olan sistemin kokuşmuş çöplüğüne attı. İlişkilerinde birbirlerine kişilik kazandıran bu asi çiftin ilişkileri Arabella’nın varlığıyla boyut değiştiriyor. Jude’u eski eşine kaptırmak istemeyen Sue, Jude ile birlikte oluyor. Cinsel birliktelik Jude’un düşündüklerinin aksine ilişkilerini doruğa çıkarmıyor. Jude’un asıl doyumu Sue ile kurduğu ruhsal duygusal ve düşünsel yakınlıktır. Yazarın dehasının inceliklerine vakıf olan okuyucu her an beklenmedik gelişmelerin eserin olay örgüsüne kattığı aksiyona da hazırlıyor kendisini. Yıllar sonra Arabella babasının büyüttüğü Jude ile evliliklerinde olan oğlunun bakımını Jude’un üstlenmesini istiyor. Tam bu noktada Sue da Arabella gibi anne olmak istiyor.
Evlilik kurumunun köleleri olmadan dünyaya üç çocuk getirmeyi göze alan ve bu yüzden yaşadıkları köyde dışlanan ve horlanan çift soluğu Christminster’da alıyor. Şehirde de dışlanıyorlar. Buldukları pansiyonda sadece Sue’ya ve çocuklara yer vardır. Jude kendisine başka bir pansiyonda kalacak yer bulmak için kentin sokaklarına geri dönüyor. Yaşadığı olayları algılama kabiliyeti yüzünden “Zaman Baba” diye hitap ettikleri Arabella’nın oğlu Sue’ya kendisi gibi istenmeyen çocukları dünyaya getirdiği için isyan ediyor. Acının ve yoksulluğun büyüttüğü bu küçük bilgeye Sue’nun söylediği şu sözler tüyler ürperticidir: “Bana kalırsa istenmeyen çocuklar doğdukları zaman, ruhları bedenlerine girmeden hemen öldürülmeli, öyle büyüyüp sokaklarda yürümesine izin verilmemeli”(s. 346).
Çocuk “Zaman Baba” kendisi gibi istenmeyen iki kardeşini astıktan sonra arkasında “Fazla geldiğimiz için yaptım” notunu bırakıp kendisini de asıyor. Sue’nun, bu facia karşısında içine düştüğü umarsızlık yetmiyormuş gibi karnındaki çocuğu da ölü olarak doğuyor. Bu bir cezadır. Tanrı’nın kendi buyruğu ile toplumun buyruğuna uymayanları cezalandırma biçimidir. Sue: “Sevinci bir erdem haline getirdik, diyorduk. Ben ‘Doğa’nın amacı, Doğa’nın kuralı, varoluş nedeni, bize verdiği birkaç içgüdüden ötürü sevinçli olmamızı buyuruyor’ demiştim. Uygarlığın, kökünü kazımak istediği içgüdüler. Ne korkunç şeyler söylemişim! İşte şimdi, Kader, Doğa’nın sözüne kanacak kadar budala olduğumuz için bizi böyle arkamızdan vurdu!” (s.352) Yazarın acı mizahı tam da burada devreye giriyor çünkü yasal birliktelikten dünyaya gelen Zaman Baba yasadışı dünyaya gelen iki kardeşinin hayatına son veriyor.
Yeryüzüne, meleklere ve insanoğluna rezil olan Sue, evliliği topl
YORUMLAR