Robespierre Danton’u öldürttü ardından kendi öldürüldü! / Coşkun Kartal
Bu sözler masada şaşkınlıkla karışık kısa bir sessizlik yarattı, hatta bir ikisi birbirine soran gözlerle bakarak Hasan’ın bu sözü ne maksatla sarfettiğini çıkarmaya çalıştılar.
Saatler gece yarısına yaklaşıyordu. Bahçeli Haysiyet Meyhanesi’nin zayıf, kirli sarı saçlı, dudak uçlarından aşağıya sarkıtılmış pisbıyıklı, sol gözü sağ gözünden küçük, belden yukarısı hafifçe sağ yana yatmış uzunca boylu bıçkın şef garsonu, bu saatlerde hep yaptığı gibi, içinden yakası açılmadık küfürlere başlamıştı. Garson, salaş binanın sokağa bakmayan tarafındaki küçük bahçesinde oturan beş kişilik grubun kalkma vaktinin çoktan geldiği kanısındaydı. Öteki masaların tümündeki müşteriler dağılmış, hesabını ödeyen ödemiş, ödemeyen yazdırmış, canlı fasıl yapan udi-kemani-kanuni ve darbukacı alet edevatını kutularına koyup sarhoş masalarındaki detone şarkıların eşlikçilerinden topladıkları yüklü bahşişleri adilce bölüşmeye gitmişlerdi. Meyhanenin kapalı bölümünde masalar toplanmış, sandalyeler düzgünce masaların üzerine kapatılmış, yerler paspaslanmış ve yeni silinmiş yer kokusu ile bu bölümün her köşesine sinmiş anason ve nikotin kokusu birbirine karışarak “dükkânın” niteliğini belirleyen alışılmış bir parfüm gibi havada adeta asılı kalmıştı. Garson, bıçkın görünüşüne rağmen, sarhoş zırvalarına, ertesi gün akşamdan kalmalığın baş ağrıları arasında anımsanmaya çalışılacak ama kesinlikle bir bölümü unutulacak kavgalara ve yalan anıların anlatımına dönüşmüş masa muhabbetini kesmeye ya da ışıkları söndürüp yakarak kapanma vaktinin geldiğini ima etmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Masada, Bahçeli Haysiyet Meyhanesindeki müdavimlikleri bizim garsondan çok daha eskiye dayanan muhabbet erbabı gazeteciler oturuyor, meyhanenin patronu bu devamlı müşterilere eşlik ediyordu. Bıçkın garson, artık her kafadan çıkan seslerin anlaşılmaz gürültüsüne dönüşen masadaki muhabbetin, nasıl olduysa bir ara kesildiğini gördü ve bundan sonra ne olacağını kestirmeye çalıştı. İçkinin esrikliğinden gözleri süzülen muhabbetçiler, çevreyle ilgilerini aynı anda kesip kendi iç dünyalarına şöyle bir bakmak ihtiyacını duymuş gibi yaptılar. Gözleri, kendilerinin belirlediği noktalara sabitlendi. İçilen bunca rakının zorlamasıyla ortaya çıkan sarhoş hüznü hâkim oldu masaya. Birkaç cılız ağaç ve duvar diplerine sıralanan paslı yağ tenekelerine ekilmiş çiçeklerle süslü küçük bahçenin bir köşesindeki masada oturanlardan en yaşlı görüneni, yeni doldurduğu rakısından büyükçe bir yudum alıp, hafifçe yüzünü buruşturmasına yol açan acı tadı bir miktar su yardımıyla giderdikten sonra, artık mezelere dokunmaya gerek görmeden sağ eliyle masaya vurarak tempo tutmaya ve “nınnn....nınnnnn....nınnnnn” sesleri eşliğinde sözlerini telaffuz etmediği bir şarkı mırıldanmaya başladı. Gözlerini yumup kafasını hafifçe sağa sola sallayarak bir süre tempo tuttu, sonra birden şarkıdan vazgeçerek, dudaklarını dişsiz ağzının içine göme göme bir şiir okumaya koyuldu: Meyhane mukassi görünür taşradan amma / Bir başka ferah, başka zerafet var içinde Masadakilerden şiirin okunmasından duyulan hoşnutluğu dile getiren sözler duyuldu; bunun ardından sesler birbirine pek uymasa da, ekşitilmiş yüz ifadeleri takınarak her birini ayrı ayrı hüzünlendirdiği anlaşılan bir şarkıyı terennüm etmeye daldılar. Yalnızca masada oturan meyhane sahibi manzarayı hoşgörü giydirilmiş bir gülümsemeyle seyrediyor, bu tür görüntülere alışkın olduğu anlaşılan garson ise muhabbetin biraz daha uzamasından duyduğu sıkıntıyı gizlemeden, içinden yakası açılmamış küfürler ederek kötü kötü bakıyordu. Garson, sarhoş takımından hiç kimsenin bu bakışların farkına varacağını düşünmüyordu. Zaten onların da masada kurulan küçük dünyanın dışına şöyle bir göz atmaya bile niyeti yoktu. Bu küçük dünyada, yalanla gerçek, neşeyle hüzün, yaşanmışlıkla yaşanmış sanılan –ya da sayılan- şeyler birbirine karışmıştı. Kimseye söz bırakmadan en çok anlatan yine masanın en yaşlısı Fevzi Baba’ydı. O’na, hem yetmiş olduğunu söylediği yaşına, hem de elli yılı aşkın meslek kıdemine saygıdan dolayı baba derlerdi. Böyle denilmesi kendisinin de hoşuna gider, bu lakabı, özellikle meyhane masalarında tekrar tekrar anlattığı anıların doğruluğunu teyit eden mesleki bir onur madalyası gibi taşırdı. Fevzi Baba, masadaki sarhoşların anlamsız müdahalelerine, aptalca –ya da fırlama- sorularına, her kafadan bir ses çıkmasına aldırmadan; zaman zaman söylediği cümlenin baş kısmını unutarak,bazen gereksiz tekrarlar yaparak yine tatlı tatlı anlatıyordu. Anlatırken, çoğu kez yaptığı gibi anılarını yorumluyor, naklettiklerinin arasına kendi yaşam felsefesini de sıkıştırıyor, böylece dinleyenlerin hem geçmişi öğrenmelerini hem de görüşlerinden feyiz almalarını sağladığına inanıyordu. Konu uzadıkça uzayıp masadakiler yavaş yavaş evlere dağılmak üzere kalkma gereğinin bilincine varmaya çalıştığı sırada meydana gelen çok kısa sessizlik anında, Fevzi Baba’nın sağ yanında oturan ve gece boyunca anlatmaya çalıştıkları pek de ciddiye alınmayan 30-35 yaşlarındaki mürettip* Hasan, kendini daha okumuş göstersin diye burnunun ucuna doğru ittiği izlenimi veren kalın çerçeveli gözlüklerini sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla düzeltip masadaki herkesi süzdükten ve zahmet edilip de düzeltilmemiş bıyığını sıvazladıktan sonra, ne alakayla söylendiği belli olmayan bir cümle sarf etti: “Robespierre Danton’u öldürttü, ardından kendi öldürüldü.” Bu sözler masada şaşkınlıkla karışık kısa bir sessizlik yarattı, hatta bir ikisi birbirine soran gözlerle bakarak Hasan’ın bu sözü ne maksatla sarfettiğini çıkarmaya çalıştılar. Mürettip, söylediklerinin yarattığı etkiden memnun, alkolün etkisiyle yayvanlaşmış bir sesle üstüne basa basa yineledi söylediklerini: “Anladınız mı?” dedi, ”Robespierre Danton’u öldürttü, ardından da kendi öldürüldü...” Bu kadarı da biraz fazla mıydı ne, masada bir soğuk hava eser gibi oldu; gülsünler mi, kızsınlar mı bilemiyorlardı. “Al sepetten bi hıyar daha!” diye yanıtladı Hasan’ın tam karşısında oturan kara, kalın, büyük çerçeveli gözlükleri çekik gözleriyle çıkık elmacık kemiklerini gizleyen Tatar Mehmet, sinirli ses tonuyla; sonra ekledi: “Hıyarı lale bahçesinde yetiştirsen de hıyar hıyardır.” “Hıyar diye senin gibilere derler” diye yanıtladı karşısındaki,”sözünü bil de konuş, s..tirttirme tarrakanı!” “Hadi len köpek” dedi Mehmet, “daha dün ilk mektep diplomanı torpil yapıp ben aldırdım. Ne zaman adam oldun da Danton’u Robesperre’i öğrendin len mürettip parçası?” Aslında “mürettip parçası” derken, hınzırca gülümsemek suretiyle karşısındakini küçümsüyormuş gibi değil de bu sözü şakacıktan söylermiş gibi bir ifade kullanmaya özen göstermişti. Ama Hasan bunu ciddiye aldı: “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır!” dedi. Bu konuşmalara tanık olan garson, muhabbetin kavgaya varacak kadar uzayacağını, ardından barışılacağını ve cümbür cemaat pavyona gidilerek gecenin noktalanacağını düşündü. Hasan, bu öngörüyü doğrularcasına Tatar Mehmet’in gözlerinin içine bakarak: “Robespierre Danton’u öldürttü, ardından kendi öldürüldü; anladın mı Robespierre kılıklı pezevenk!” dedi. ”Halbuki ikisi bir olup daha önce kralı öldürmüşlerdi. Diktatörlüğe özenen herkes giyotin altında kellesini kaybetti. Sense siktiriboktan bir herifsin; 2,5 liralık bir mermi kadar kıymetin var şu dünyada len!” Bu arada, küfür sözcükleriyle süslenen tartışmayı neler olduğunu anlamaya çalışan gözlerle izleyen masanın en yaşlısı Fevzi Baba, konuya tam vakıf olamadan ama masadakilerin engin kültüre sahip olan kendinden mutlaka yorum beklediği inancıyla söze karıştı. “Her iktidar bir gün bitmeye mahkûmdur” dedi. ”İnsan yetmişini geçince anlıyor bunu. İktidarı tümüyle elden gidince anlıyor!” Aslında, son cümlesindeki vehameti son anda farketmiş, ama ne yazık ki ağzından çıkmasına engel olamamıştı! Bu söz üzerine masadakilerden kiminin yüzünde saklamaya çalıştığı bir gülümseme belirirken, kimi duymamış gibi yapmayı tercih etti. Ancak saygısız mürettip, açık açık bir kahkaha attı ve burada tekrarlanması ayıp kaçacak sözlerle, Fevzi Baba’ya,”iktidarını yitirmeden önce yengeyle en son ne zaman bir şeyler yaptığını” soruverdi. Bu alaycı ve küstah soru, saygısızlığı tüm masa sakinlerine bulaşıcı bir hastalık gibi yaydı ve tartışma, şen kahkahalar arasında, Danton’un genç yaşta giyotine giden kellesinden, babanın artık kesilmek istense de giyotinin bulamayacağı iddia edilen “ufak kellesine!” geldi. Baba ise düzeyi düşürüp siz beni gençken görecektiniz edsıyla “onun tadını yiyen bilir”den başlayıp kimi nerede ne zaman nasıl becerdiğini anlatmaya başlayıverdi. Sonra, rakısından her seferinde yüzünü buruşturarak aldığı yudumları sıklaştırarak, gözleri zaman zaman yaşarma raddesine varırcasına buğulanarak, içlenip hüzünlenerek, o zamanları ve o zamanlarda yaşadıklarını kesinlikle özleyerek ve masadaki herkesin pürdikkat dinlemesini isteyerek erkek kahramanın kendisi olduğu eski bir aşk masalı anlatmaya koyuldu. Anlattığı öykü gerçekten etkileyiciydi ama sarhoşlarla dolu bir masada anlatılan en romantik aşk hikayeleri bile hakettikleri saygıyı göremezler. Öyküde verilmek istenen iletiyi anlamayan, anlamak istemeyen, çıkıntılık ya da komiklik olsun diye anlatılanı başka bir yöne sürüklemek isteyen biri mutlaka çıkar ve anlatanı nasıl üzeceğini hiç düşünmeden –deyim yerindeyse- muhabbetin içine eden bir laf söyleyiverir. Ne bunu önlemek mümkündür bu tür masalarda, ne de bu çıkıntılığa katılacak bir başka sarhoşun çıkmasını engellemek. Anlatan, en güzel duygularını en soylu biçimde ortaya da koysa, bu masalar böyle öykülerin anlatılacağı yerler değildir. Nitekim Baba anlattıklarını bitirdikten sonra, bu masada da ilk kendini bilmez tepki, tahmin edeceğimiz gibi kendini entelektüel sanan sefil mürettipten geldi: “Ne yani, bunca laftan sonra götüremedin mi kızı?” deyiverdi. Bunu demekle kalsa iyi, bir de tüm küstahlığıyla şunları ekledi: “Vah babam yahu, senin ufaklık o zaman da fazla iktidar sahibi değilmiş demek ki...” Az önce mürettiple dalaşan Tatar Mehmet, gülmesini bastırmaya çalışarak bol küfürlü bir karşılık verdi bu saygısıza, ama ne yazık ki konunun akışı değişmiş, Fevzi baba sinirlenmiş, masadaki sarhoşlar tam da herkesin hoşuna gidecek bu mevzunun üzerine tükürüklü kahkahalar eşliğinde balıklama atlamışlardı bile. Bir gözü ötekinden küçük bıçkın garson bile, bir an önce dükkânı kapayıp gitmeyi unutup, tam da kendine göre bulduğu bu belden aşağı muhabbeti ilgiyle izlemeye başlamıştı. Sonra, bu tür ortamlarda daha önceden yaşandığı gibi, Fevzi Baba, kocayan kurt’un köpeklere maskara oluşuna gözyaşı dökerken, ötekiler bu köpek lafından hiç alınmadan kendisini teselliye giriştiler. Biri, boşalan rakı bardaklarını doldurduktan sonra “boşverin yahu,binin yarısı beşyüz o da bizde yok,en iyisi içmek” dedi ve bu barışçı çağrıya herkesin katılımıyla “şerefe” denilerek kadehler bir kez daha ağızlara götürüldü. Ama görgüsüz sarhoş, yarattığı kargaşa yetmiyormuş gibi, sağlanan ateşkes ortamına rağmen yayvan sözcüklerle tartışmayı sürdürmek istiyor ve Robespierre konusunu ısıtıp ısıtıp ortaya getiriyordu. “Robespierre Danton’u öldürttü,ardından...” Bu tuzağa düşmemek için bir süre direnen Tatar Mehmet, sonunda dayanamadı ve aralarına bol küfür serpiştirdiği tumturaklı cümlelerle Hasan’a kendisinin de ne anlama geldiğinden emin olmadığı yanıtlar vermeye girişti. Bu tartışma sonunda az önce gevşeyen sinirler bir kez daha gerildi ve barış ortamı sona erer gibi oldu. Bundan sonra, gecenin tamamı açısından bakıldığında çok kısa sayılabilecek bir zaman dilimi, Tatarın Hasan’a kafasını ıskalamasına dikkat edecek biçimde boş kül tablası fırlatması, ötekinin sinirlenip masadan fırlatacak bir şey alacakken elinin tutulması, ihtiyarın karşılık gelmeyeceğinden iyice emin olduktan sonra her ikisine de çok da sert olmayan birer tokat aşk etmesi, sonra nasıl olduysa ikisinin yan yana oturtulmaları ve birbirlerine sarılıp nedeni anlaşılamayan şekilde ağlamalarıyla geçti. Hatta eski dostların bir türlü ayrılamayacağını anlatan şarkılar bile söylendi geçip giden günlere gönderme yapan gözyaşları eşliğinde. Tatar Mehmet, sarhoşluk yüzünden tamamı pek anlaşılamayan sözcüklerle Mürettip Hasan’ın kulağına eğildi ve deminki sözleri için kusura bakmaması gerektiğini, bunları onu çok sevdiği için söylediğini anlattı. “Oğlum sen haklısın da aslında, bunlar sana ziyan getirir. Bunları her yerde konuşma, bu pezevenklerin hangisi polise muhbirlik yapar bilinmez” dedi. Hasan, hangi konuda haklı olduğunu ve de hangi pezevenklerin polise neyi ihbar edeceğini pek anlamasa da, bu yakınlıktan dolayı içinde sıcaklık hissederek, “Bu dünya puştlar dünyası be abi” dedi. Fevzi Baba, bu cümleyi bir tekerlemeyle tamamladı: “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı Tekke’de, puşt puştu bi dakkada bulurmuş!” Masadakilerin tümü bu tekerlemeyi duydular, hacı ya da hoca olmadıklarına göre, kendilerinin birbirini “bi dakkada bulan” puştlar olduğuna kanaat getirerek kahkahayla güldüler ve iyi bir şey olarak algıladıkları kendilerine özgü puştluklarından dolayı bir kez daha gururlandılar. Masadakilere ilk kadehini bir türlü bitirmediği rakısından aldığı küçük yudumlarla eşlik eden meyhane patronu ise özellikle şu Danton ve Robespierre’in kim olduklarına, ayrıca sokakta görse adam yerine koymayacağı üstü başı yağ-kir lekeleriyle dolu ve haline bakmadan okumuş-yazmış insanlara bilgiçlik taslayan şu divane mürettibin bunları nereden bildiğine takılmıştı. Gerçi bu ortam dışında ikide bir hesap takan ötekileri de pek sevdiği söylenemezdi. Ama her geldiklerinde, onlardan biriymiş izlenimi veren güler yüz maskesini takınarak masalarını ziyaret ederdi. Çünkü bu adamlar gazeteciydi! Kimlerle bağları olduğu,ne zaman hangi taşın altından çıkacakları, hangi zengin ya da yüksek makamlı müşteriyi dükkânına getirecekleri belli olmazdı. Bir bakarsın şehrin valisini alır getirirler, bir bakarsın tanınmış zenginlerin kurdukları masalara konuk olurlardı. Bunları kızdırmaya, küstürmeye gerek olmadığını düşünürdü akıllı bir esnaf olarak ve gülü sevenin dikenlere katlanacağına inanarak. Neyse, konumuzdan fazla uzaklaşmadan artık iyice çığırından çıkmış gibi görünen, kahkahaların ağlamalara, akıllı-uslu fikir yürütmelerin saçmalamalara karıştığı, Robespierre’nin Danton’u öldürmesinden son komünist tevkifatına ve de polise ihbarcılık yapanlara kadar pek çok konunun birinden birine atlanarak anlaşılması güç yayvan sözcüklerle tartışılmaya başlandığı masamıza dönelim. Masa, geceyi bitirmek için elinden hiçbir şey gelmeyen ve buna ayrıca sinirlenen garsonu daha çok çileden çıkarmak istiyorcasına doludizgin bir koşuya girişmiş gibiydi. Herkes yanındakine onun ne dediğini dinlemeye gerek görmeden bir şeyler anlatıyor, ülkeyi ve dünyayı ilgilendiren konularda fikir beyan ediyor, tabiri caizse “olaya hakim olmaya” çalışıyordu. Alınan alkol karşıdakine de söz hakkı tanımayı sağlayan asgari nezaket duyguları –ya da oyunlarını– ortadan kaldırmış, ilgilenilen yurt ve dünya meselelerinin çözümü konusunda kafalarda üretilen çözüm yollarının kesin doğruluğuna olan inançların önündeki güvensizlik setlerini yıkmıştı. Sanki, masada, ellerine güç geçse hiç tereddüt etmeden birer tiran olmaya aday eşit durumda insanların küçük çaplı bir iktidar kavgası yaşanıyordu.Üstelik, görünüşe göre masadakiler o anda kendilerini şu gelip geçici dünyada birbirine en yakın insanlar olarak hissederken yaşanıyordu bu iktidar kavgası. Şef garson ise, masada durumu idare etmeye çalışan sahtekar patronuna aciz gözlerle bakarak tam bir güçsüzlük sergiliyordu. Mürettip Hasan, son zamanlarda bolca çıkan ve genellikle önsözünden ötesini okumadığı, okusa da pek bir şey anlamadığı kitaplardan elde ettiği “bilimsel” bilgileri, birbiriyle bağlantı olup olmadığına bakmadan ortaya fırlatıyor; her sözüyle ”bunları bu it nasıl bilir?” kıskançlığıyla onu bastırmaya çalışan ötekilerin balıklama konuya girmelerine yol açıyordu. Mürettip, savlarına karşı birikimlerinin tüm “argümanlarını” cömertçe ortaya koyan –kendi deyimiyle– entelektüel muhabbet arkadaşlarına karşı Marx’ın tezlerini savunuyordu. Mürettibin bazı savlarını, polisten uzak olduğuna kesinlikle inandıkları ortamda bulunduklarına biraz da alkolün etkisiyle emin olan masadakiler de savunuyordu. Zaman zaman, aynı şeyleri söyleyen iki kişi,salt karşıdakinin ne dediğini dinlemedikleri için gırtlak gırtlağa bile gelebiliyordu. Hasan’a sorarsan, olumsuzluklar, çalıştığı işyerinde –doğrusu kimi zaman bakkal dükkanı kadar kazanamayan- patronuyla kendi arasındaki temel çelişkiden kaynaklanıyordu. Yani emek-sermaye çelişkisinden. Hasan bunu her zaman olduğu gibi ifade ettikten sonra,hala orada olmasına hayret ettiği şef garsona bakarak ve de abartılı slogancı bir duygusallıkla: “Zafer” demişti, “hiçbir şeyi affetmeyecek kadar, şu gördüğünüz şef garson’un da mensubu bulunduğu proletarya’nın olacaktır a.ına goyem.” Yanıt Tatar Mehmet’ten gelmekte gecikmeyecekti: “Sigortasız çalışan, yarın nerede olacağı belli olmayan, meyhane kavgaları yüzünden defalarca içeri girip çıkmış adama proleter denmez len düdük, lumpenproleter denir, lum-pen pı-ro-le-ter!” Şef garson bir an anlamadığı bu iki sözcükten hangisinin kendine daha çok yakışacağını düşündükten sonra,”boşver” der gibi şöyle bir elini salladı ve sanki kendisi de bu tartışmayı sürdürüyormuş gibi: “Beyler yarın devam etsek!” dedi. Doğal olarak proleter mi yoksa lumpenproleter mi olduğu sorusu açıkta kalan şef garsonun bu sözünü duyan olmadı. Zaten kendisi de sözünün dinleneceğine inanmıyordu. Masadakilere eşlik eden meyhane patronu ise “üç kuruşa sigortasız işçi çalıştırdığı” belirtilerek ucu kendine dokunan bu yollamayı ya anlamadı ya da anlamazlıktan geldi. Sonra, içlerinden biri “hadi Sait’in pavyonunda devam edelim” deyince, hep birlikte kalkarak pavyonda masalarına davet edecekleri kadınlara patrondan “bol” ısmarlamaya ve onların acıklı hayat hikayelerini dinleyerek zalim feleğe bir kez daha kahretmeye gittiler. *Mürettip: Eskiden matbaalarında basılacak yazının kalıbını harfleri tek tek elle dizerek hazırlayan görevli. Coşkun Kartal Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR