Pirinci Taştan Ayıklamak!.. / Hüseyin Atabaş
Yaşamda kutsal diye bir şey varsa o da her zaman ve her koşulda insan hayatıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü, bu düşüncenin ana gövdesini oluşturur. Bu da bireysel ya da toplumsal nedenlerle devinim alanımızın, davranışlarımızın kısıtlanacağı, her olayda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı korkusu uyandırır. Yani belirsizlik, önünü görememe endişesi ve daha neler… Öte yandan düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı yerde araştırma yapılamaz, bilimsel ve sanatsal üretim, dolayısıyla gelişme durur.
Şu da bilinmeli ki, şiddet ve terör ise en hızlı ve etkili biçimde serbest tartışma ortamında yok edilebilir, edilirse. Son yıllarda terör örgütünün Türkiye üzerinde yoğun baskı oluşturması, eylemlerini bu denli azıtmalarının altında sağlıklı bir diyalog ortamının olmayışının yattığını sanıyorum. Mevcut yönetim erki sanıyor ki, ülke yönetiminde yetkiler tek elde toplanırsa her türlü melanetle savaşımda daha etkili ve daha verimli olunur ya da tek adam olmak isteyen ile avanesi böyle söylüyor. Ama söz konusu başarının teknik olarak nasıl olacağı konusunda kimse tek söz etmiyor.
Ayrıca emperyalistlere, terör örgütlerine, ülküdaş sandıkları hainlere verdikleri ödünlerin açtığı yaraları toparlayıp kapatmak öyle kolay olmayacak. Unutmayalım, yüz yıl önce saldırmak için Çanakkale’yi seçen emperyalist güçler, bugün de Güneydoğu bölgemize, daha çok taşeronları ile yürüttükleri kanlı saldırılarıyla, amaçlarından asla vazgeçmeyeceklerini göstermektedirler. Bunu anlamayan popülist politika tecimenlerinin bu ülkeyi sözde yönetiyor olmaları, sözde reformlar yapıyor olmaları bir kandırmacadan başka ne olabilir ki?
* * *
Örneğin, “Çözüm süreci”nde, terör örgütü için “Silahlarını gömüp gidecekler” diyorlardı. Evet, silahlarını gömdüler, ama Güneydoğu il ve ilçelerinde sokaklara, caddelere gömdü, kent savaşlarında oralardan çıkartması kolay olsun diye. Onlar ayrıca bilinen silah yığınağı yaparken, çatışma ortamlarını güçlendirirken devlet neredeydi? Devlet yönetiminde bu kadar saflık ya da ihanet, bu kadar aymazlık nasıl olur, hayret doğrusu!..
23 Nisan 2013 tarihinde yayımladığım “Hangi Çekilme Süreci?” (gercekedebiyat.com) başlıklı yazımızda; “…barışı sağlamak için birtakım hazırlıkların yapılması ve yol haritasının çizilmiş olması gerekmez miydi? (…) Tehlikeli olan bir başka konu da, çekilme koşullarının hiçbir yasal dayanağının olmamasıdır. Şimdi adam ‘çekilmiyorum’ derse iş gelip gene silaha dayanmayacak mı?” demiştim. Nitekim dediğim gibi de oldu, keşke ben yanılmış olsaydım.
O zaman ve öncesinde, “Alnı secdeye gidenden zarar gelmez” diyenler, şimdi de örneğin, terör örgütlerinin kentlerdeki hazırlıklarına, 15 Temmuz (2016) darbe girişiminde bulunan eski ortaklarının göz yumduğunu demeye getiriyorlar. Ey halkım ya da "Ve insanlar, ah benim insanlarım / Yalanla besliyorlar sizi..." (Nâzım Hikmet)
* * *
Biz köylü bir milletiz, gözümüzle görmediğimize inanmayız. O nedenle çok yakın zamanda tanığı olduğunuz olaylardan örnek vererek, bu adamlara güvenilmeyeceğini söylemeye çalışıyorum: Benim görüşümüze ve hatta iktidar çevrelerinin söylediklerinden anlaşıldığına göre, örneğin o “çekilme” koşulları sanırız daha önceden konuşulmuş, karara/garantiye bağlanmış olmalıydı.
Oysa o zamanın Başbakanı terör örgütü ile konuşmaya tenezzül etmiyorsa ki, aslında etmiştir, neye dayanarak "Silahlarını gömüp de gidecekler." diye kükrüyordu. Devlet yönetimi Kasımpaşa kabadayılığı ile olmaz, Kasımpaşa kabadayısına hele ülke hiç teslim edilmez.
Bunlar demek ki, kendisine o denli güveniyorlar ki, ‘Ne denilirse denilsin, ne istenilirse istenilsin, benim istediği olur, terör örgütü de benim söylediklerime uyar, ne dersem kabul eder’ diye düşünüyor olmalıydı. Ama öyle olmadı işte, hiçbir zaman da olmaz; takke düştü, kel göründü!.. İşte adamlar silah bırakmadı ve “İstediklerimi alıncaya kadar da bırakmayacağım” diyor. Şimdi ayıkla bakalım pirincin taşını, hadi ne yapacaksan yap. Hele Anayasa değişikliği reformun “Evet” çıkarsa taşı pirinçten değil, pirinci taştan ayıklamak gerekecek!..
İktidar sahipleri şu kadarını düşünmekten yoksunlar demek ki; adam öyle kendiliğinden silâh bırakıp gidecektiyse niye kırk yıllık bir zamandır direniyor, niçin göze göz dişe diş dövüşüyor. Yoksa “dağdaki adam” silahla sonuca varamayacağını anladı ve dağ koşullarında yaşamaktan usandı da mı silah bırakıp gidecekti. Söylenenlerden ve yapılanlardan durumun hiç de öyle olmadığı görünüyordu oysa, ama bu durumu görmesi gerekenler göremedi.. Kentlerde ve özellikle de başkentte beş ayda üç kez intihar bombacısı kullanılarak yapılmak istenen, daha doğrusu yapılan silahlı savaşımın bir üst aşamaya tırmanmasıdır. Siz pirincin taşını ayıklatırken sizinle dalga geçtiklerinin hâlâ farkında değil misiniz?
Hüseyin Atabaş
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR