Öz'e Bakmak / Ferda Aydın
Yağmur yağıyordu Kaleiçi’nin dar ve tarihi sokaklarına. Kısa boylu, uzun ve arkadan topladığı saçları arasına yoğun beyazlar karışmış, yanından kalın ve uzun bir zincir sallanan bol pantolonu ile altmışlarında bir adam gözlerde tıknaz bir silüet bırakarak ilerliyordu. Gözlerini değdirmediği hiçbir nokta bırakmıyor; sokakları, taş evleri, kilim dükkanlarını, kafeleri, pubları, barları ve insanları derin bir sükunet ve düşünce içerisindeymişçesine inceliyordu. Suratlara bakıyor fakat kimseye selam vermiyordu. Sanki baktığı her insanı bir heykel varsayıyor, bir sanat eserine göz gezdiriyor gibi yukarıdan aşağı onları süzüyordu. En çok da suratlarına takılıp kalıyor sanki bir ifade arıyor gibi davranıyordu.
“Birine mi benzettiniz?”
“Hayır, özür dilerim.”
İnsanlardan birisi dayanamayıp sormuştu. Merak içinde olmalarının hakkı vardı. Bu adam sokağın başından beri aynı şeyi yapıyordu. Bütün esnaf birbirini tanır bu sokaklarda. Bilinmeyen bir insan geldi mi tüm esnaf birbirine bakar ve: “Bu nereden, tanıyor musun sen?” ifadesiyle birbirlerine bu soruyu sorarlardı.
Altmışlarında bir adam, yaşamda şahit olduğu çok şeye sahiptir. Karara varılmış birçok düşüncesi vardır. Yenilediği önyargıları vardır. Önyargısız özgürlükleri vardır. Bir anda üstünü başını toplayıp apar topar çıktığı uzun yolculukları vardır. İç çektiği hatıraları vardır, yeri geldiğinde sevindikleri de. Bir baktı mı, bir çok insanın kalbini görür; sahip olduklarını ve sakladıklarını. Kimin gerçek, kimin sahte olduğuna oracıkta karar verir.
Bu sokaklarda geçmişti yirmili yaşları. Sonra bir kadının peşinde gitmişti buralardan. O yüzden kimse tanımaz onu. Ama o, her sokağı karış karış bilir her ifadeyi –bedenler değişse de– iyi tanırdı. Kanının deli aktığı zamanlardı o zamanlar, dile kolay.
Uzun zaman sonra ne olduğu bilinmez, gençliğinin geçtiği yerlere yalnız dönmüş, bedenindeki bu derin sükunet hissini yayarak yoluna devam ediyordu. Kafasına takılmıştı; ifadeler eski ifadeler değildi. Bir boşluk hissi yaratıyordu onda, bir ifadesizlik, bir sahtelik cereyan ediyordu kalbinde.
Seksenli yıllardı; yaşamın meşgalesine rağmen bir sıcaklık vardı bu sokaklarda. Kimse kimseyi selamlamadan geçmez, hatta ayaküstü halini hatırını bile sorardı. Birbirinin sırtını sıvazlar: “Hayırlı işler.” demeden kimse kimseyi geçirmezdi kapısının önünden.
Biraz ileride şık takım elbisesi ile kendinden daha uzun ve genç bir adam dükkandan çıkıp onun önünde yürümeye başladı. Herkes takım elbiseli adam geçerken dükkandan fırlıyor, elini sıkmak için birbirini itip kakıyorlardı. Adamın kolunda bir de kadın vardı. Kendinden yaşça çok küçük olduğu hareketlerinden belliydi. Adam ondan kurtulmak için hızlı adımlarla ilerliyor, kadınsa düşe kalka peşinden geliyor, ona övgüler yağdırıyordu.
“Ne kadar da iyisin.”
“Ahh! Hayatımda senin gibi bir erkek tanımadım.”
“İyi akşamlar, efendim. Lütfen dükkanımıza buyrun ikramımızdır.”
“Efendim! İşler nasıl gidiyor? Özledik sizi.”
“Saygılar efendim, siz olmadan boş bu sokaklar.”
Tüm bu konuşmaların zengin ve kaba saba bir adam için yapıldığını gözleriyle görüyor, kulaklarıyla duyuyordu. İnsanlar yaranabilmek için sıraya dizilmişlerdi. Bu acınası duruma daha fazla dayanamayarak ara sokaklardan birine girip gözden kayboldu. Fakat bu düşünceler onu kovalıyordu. İnsanların zenginlik için, gösteriş için bu denli kendilerini hırpalamaları nedendi? Para için ruhunu ve onurunu yok etmek açıklanabilir miydi hiçbir düşünce biçimiyle? Var olmak için bir statüye mi ihtiyacımız var? Yoksa eşsiz ruhumuz zaten varlığımızın sebebi değil mi?
Ferda Aydın
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR