Son Dakika



Kuşkusuz ki yazın sanatı, bütünüyle gerek amaç, gerekse içerik açısından insan yaşamına yöneliktir. İnsan yaşamı da bu sanat dalını benimsemiş ve kucaklamıştır.

Yazmak ve okumak eylemi kültürü oluşturan en temel eylem olmuştur. Romandan öyküye yazın sanatının her çeşidi.

Yazın sanatı içinde öykünün, insan yaşamıyla daha içli dışlı olabilme açısından diğer yazın çeşitlerine göre bir ayrıcalığı vardır. Bu ayrıcalığın nedeni onun insan yaşamına yaklaşım biçimi ve bakış açısıdır.

Bir an kendimizi dünyanın çevresinde dönen bir uzay gemisinin penceresinden yeryüzünü seyrediyor olarak düşünelim. Binlerce metre yükseklikten büyükçe bir top gibi görünen dünyamızın üstünde yaşadığımız kent belli belirsiz bir nokta gibidir. Orayı bir kent yapan hiçbir ayrıntı görünmemektedir.

Mahallemiz, sokağımız, evimiz, ekmek aldığımız fırın, alışveriş yaptığımız bakkal, içkimizi yudumladığımız bar ya da biramızı içtiğimiz birahane, gezindiğimiz park, karanlığına gömüldüğümüz sinema ve bakışlarımızın arayıp bulamadığımız daha birçok şey hep o küçücük noktanın içine gizlenmiştir.

Aradığımızı bulabilmemiz, istediğimiz görüntüyü yakalayabilmemiz için uzay gemisinin yeterince alçalması, belki de yere inmesi gerekecektir.

Sıradan bir insanın yaşamını da çok uzaktan baktığımızda, yalnızca, doğum ve ölümle sınırlanmış bir zaman parçası olarak görürüz.

Bir fabrika işçisinin, küçük bir devlet memurunun, bir ev kadınının, bir bakkalın, bir otobüs sürücüsünün, bir gezginci satıcının, bir otomobil tamircisinin, bir temizlik işçisinin yaşamı önemsenecek ne içerebilir ki? Bu düşünce ve duyguyla romanlardaki, televizyon dizilerindeki, sinema filmlerindeki kimi yaşamları düşlerimize katıp yüceltir, aslında kendi yaşamamız olan sıradan insanların yaşamlarını küçümseriz.

Öykü, içinde bulunduğumuz bu davranış biçimine şiddetle karşı çıkar ve öykücüyü sıradan yaşamları önemsemekle, onları bir mikroskop titizliği ile incelemekle görevlendirir.

Bu yüzden öykücü, günlük yaşantımızda görmediğimiz, görüp geçtiğimiz, duymadığımız, duyup aldırmadığımız, önemsemediğimiz, umursamadığımız o kadar çok ayrıntıyla ilgilenir ki, sanki görülmeyeni görmek, duyulmayanı duymak, anlaşılmayanı anlamak oyunu oynar.

Öykü, geçmişinin ve geleceğinin etkisindeki insanı bugününde yakalar. Bir kum saati gibidir yaşamın bütünü. Üst gözde geleceğimiz yani yaşayacağımız zaman parçası vardır. Kimlerimizin gelecek için kuşkuları, kaygıları hatta korkuları bile olabilir; bu da günümüz insanının doğal bir duygusudur, ama ne olursa olsun gelecek umuttur. Alt gözse yaşanmış ve yitirilmiş bir zamandır; genelde aradığımızı bulamadığımız, sorunlarımızı çözemediğimiz, çoğu zaman mutlu olayları bile buruk bir tebessümle anımsadığımız bir zaman parçasıdır.

Günümüz insanı kum saatinin iki gözü arasındaki dar boğazda yaşar bugünü. Gelecek ve geçmişle böylesine çarpıcı bir bağlantı içindedir. Öykücü hem kendi sıradan yaşamını aynı koşullarda yaşamak zorunda olduğu için, hem de öykü sanatının kuralları gereği kum saatinin bu dar boğazında bulur kendini. Yaşamının güncelliğindeki insanı sosyal, ekonomik, psikolojik ve politik koşulların içinde görür, ona sevecenlikle yaklaşıp inceler, çözümlemelerden geçirir ve saptamalar yapar.

Öykü, insanı yaşadığı çevre içinde bireysel ve toplumsal bütün ilişkileriyle birlikte ele alırken, onun cebindeki paradan ayakkabısının altındaki deliğe kadar yaşamındaki en küçük bir ayrıntıyla bile ilgilenir, ama asıl hedeflediği onun iç dünyasıdır hep. İnsanın dış dünyadaki kimi etkilenmeleri iç dünyada derin uçurumlara, sert fırtınalara ve kıyasıya savaşlara dönüşür.

Dış dünyayla kurulan hassas dengeli köprüler, zorlu hesaplaşmalar oradadır hep. Sevinçlerin üzünçlerle, umutların yıkılışlarla, özlemlerin mutsuzluklarla tahterevalli oynadığı yer de orasıdır. Tüm bunları iyi bilen ve çok duygusal bir yapıda olan öykücü, fırtınalardan kurtulmuş, dingin, sağlıklı bir iç dünyanın da özlemi içinde olur hep. Sürekli olarak, kırık, ezik ve sağlıksız iç dünyaları ele alması bu yüzdendir.

Öykücü, kristal küreye bakarak geçmişten ya da gelecekten haberler veren bir falcı, bir kâhin değildir elbette. Bir psikolog, bir toplum bilimci, bir ekonomist ya da insan yaşamı üstüne çalışmalar yapan bir bilim adamı da değildir. Ama öykücüyü yaşamın belli anlarının fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçı veya kamerasıyla güncel olayları görüntüleyen bir kameraman olarak da görmek yanlıştır.

Öykücü, özde, her şeyden önce bir düşünürdür. Yaşamı gözler, olayları nedenleriyle ve etkileriyle birlikte inceler, duygu ve mantığının süzgecinden geçirir. Elde ettiği sonuçlar, vardığı yargılar onda yaşam üstüne yeni düşünceler üremesine neden olur. BU düşüncelerini kurduğu öykülerindeki yaşamlarında dener.

Düşünceleri bir teori, öyküleriyse pratiğidir. Öykücü iyi bir düşünürdür ama ürettiği düşüncelerini açıkça söylemeyi, hele hele bilgiçlik taslamayı hiç sevmez. Öykülerine yükler düşüncelerini.

Okuyucunun öykülerini titizlikle okumasını ve düşüncelerini satırların arasında bulup anlamasını ister. Böylesini sever öykücü. Okuyucu okuduğu öyküye kapılmalı, etkilenmeli, öyküyü okuyup bitirdiğinde durup düşünmeli ve kendine yaşam üstüne birçok soru yöneltebilmelidir. Bu sorularının yanıtlarını bilmek de istemeli, hepsinin de ötesinde düşüncelerini tarttığında öykücünün zekâsı ve düş gücüyle ortak görüşü olmanın sevincini yaşayabilmelidir.

Aslında öykücü, yapıtında kendi yarattığı dünyayla gerçek dünyayı öylesine ustalıkla özdeşleştirir ki, okur, bu iki dünyayı hiç bir zaman birbirinden ayırt edemez. Birbirine kaynaşmış bu iki dünya gerçekte günümüz insanının o zorlu yaşam kavgasının yazınsal bir yorumundan başka bir şey değildir.

İnsan yaşamını olumlu ya da olumsuz etkileyen her olay ve durum şüphesiz öykü konusu olabilir, ama çağdaş öykü sanatının olduğu gibiciliki dışladığı unutulmamalıdır. Hele bunun gerçekçilik adına yapılmasını öykünün yapısı hiç kaldırmaz. Günümüzde artık bir gazete haberinin, bir röportajın, bir gezi notunun, daha sı bilimsel bir yazının bile bir anlatım ustalığının, bir dil akıcılığının en önemlisi bir kurgusunun olduğu düşünülürse öykünün özgün bir anlatı sanatı olabilmesi için çok daha güçlü özelliklere sahip olması gerekir.

Öykücünün, gözlediği bir olayı yalnızca onun çarpıcılığına güvenerek yazıya dökmesi ve bu yazının salt bu nedenle özgün, nitelikli bir öykü olması çok uzak olasılıktır.

Sözümün burasında bir çelişki var gibi görünür; öykü, hem güncel olayların inatçı takipçisi olacak, öykülerini bu temelde üretecek diyoruz, hem de öykücünün elindeki malzemeyi olduğu gibi kullanmasını istiyoruz. Evet. Yoksa öykücünün birbirinden güzel öyküler üretmesi için birkaç günlük gazeteyi izlemesi, ilginç ve çarpıcı haberleri makaslaması ve oturup bunları öyküleştirmesi yeterli olabilirdi. Burada, değerli öykücümüz Osman Şahin’in bu konudaki düşüncelerini özetlemeden geçemeyeceğim. Şahin’e göre her olay öykü olamaz. Olayın doğal kalıbından çıkartılıp, öykücünün kendi iç hamurunda eritilmesi gerekiyor.

Olay nedenli güçlü, gerçek ve çarpıcı olursa olsun yazarın yaratıcılığında yepyeni bir anlatımla ve gerçekle ortaya çıkmalıdır… Yine değerli öykücülerimizden Talip Apaydın da şöyle diyor: “Yaşanan ve güncel olan her şey öykü olmaz elbet. Yaygınlığı ve benzerlerine örnekliği yanında kendine özgü vuruculuğu ve ilgi çekiciliği de olacak, ele aldığı insanı belirleyecek. Okuyucu üstünde değiştirici, geliştirici bir etki yapacak…”

Özünde bir yaratma olayı öykü, öykücünün kafasının içinde doğar ve genelde sıradan insanların yaşamlarındaki alışılmış olay ve durumlardaki gizli olağanüstülüğü açığa çıkarmaya çalışır. Burada amaçlanan insanın iç dünyasıdır. Olay ve durum iç dünyayla dış dünya arasındaki hassas dengeyi bozduğu zaman öykücü için geçerli bir konu olabilir.

Böyle bir durumda hemen gözünü dört açar öykücü ve her şeyin olağan gibi göründüğü dış dünyadan iç dünyaya yavaşça süzülüverir. Aradığı olağanüstülük, bozulan dengeyle karmakarışık olmuş iç dünyadadır. Denizin dibine dalan tam donanımlı bir dalgıç gibi girer o gizli dünyanın içine. Amacı her kez daha derine inebilmektir. Daha derine, daha derine…  Bıkmadan arayıp durduğu, kimi zamanda bulup su yüzüne çıkardığı şey, hep insan yaşamının gizli kalmış bilinmeyen bir yanıdır.

İnsan yaşamıyla bu denli içli dışlı olması, kuramsal bazı adlar takılmasına gerek kalınmayan yalın bir gerçekçiliği de katar öykünün yapısına. Öyküye bu gerçekçiliği getiren nedenlerden başında öykünün sıradan insanların yaşamlarıyla ilgilenmesidir. İlginçtir ki, bir toplumu olaştıran, ona bütünlük kazandıran bu sıradan insanlardır. Yine toplumun gelecekteki yaşam biçim ve düzenini belirleyecek olan bu sıradan insanların erişecekleri kültür düzeyinin getireceği bilinçtir. Bir toplumun yapısında sıradan insanın öneminin bu denli büyük olması şüphesiz ki öykücüyü öykü yazma işini oldukça ciddiye almaya zorlar.

Fantastik türleri ya da kimi düşsel zorlama denemeleri saymazsak yazılan her öyküde yaşanılan dönemin politik, ekonomik, toplumsal olaylarının etkisini, bu etkiye karşı toplumsal ve bireysel tepkilerin oluşturduğu davranış biçimlerini, değişimleri kolaylıkla görebiliriz.

İnsan yaşamını ve öyküyü hep, bileşik iki kaba benzetirim. İnsanı yeni sevinçlere, yeni üzüntülere, yeni acılara, yeni avuntulara ya da yeni umutlara, yeni düş kırıklıklarına götürebilen her durum, her olay öyküyü de bir hammadde parçası gibi yuvarlayarak şekillendirir. Öykücü de kendi yapısı gereği doğayla, toplumla ve toplumun öteki bireyleriyle ilişkilerinde çok duyarlıdır. Her olay ve durumdan çabucak etkilenir. Yazdığı öyküleri bu etkilenmelerin derin izlerini taşır hep.

Öykücü, öyküsüyle aynı zamanda dışa açılır, iletişim kurar ve boşalır. Bu etkilenmeler öyküye yeni konular, yeni tipler getirebileceği gibi biçim, kurgu ve anlatımda da özgün değişimlere neden olur.

Öykü sanatımızın geçmişine baktığımızda öyküde oluşan yeni anlayışların, yeni akımların ve bu gibi köklü gelişmelerin hep toplumumuzun yaşamındaki önemli değişimlerin bir karşılığı olduğunu görebiliriz.

İnsan yaşamın bu denli gerçek ve net yansıtabilen öykü kurguda, anlatımda, içerikte hep yenilikler peşinde koşan, arayışlar içinde olan yazarlar için en uygun anlatı sanatıdır bence.

Öyle ki, anlatı sanatına soyunan bir yazar düş gücüyle zekâsını birlikte kullanarak yazarlık yeteneğinin doruğuna çıkmak istiyorsa, bu başarının zevkini güzel ve nitelikli bir öykü yazdığında ancak tadabilir. Binlerce yıllık geçmişi olan insan yaşamının gizleri çağdaş öykü sanatının büyülü dünyasında yepyeni boyu ve şekillerle karşımıza çıkıverir çünkü.

Hüseyin Akyüz
(Yaba Öykü Dergisi, Sayı: 18, 1986)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM