Ortasında karakalem bir fırtınanın / Cem Savran
I
üstümü açtı gece, sıyrılıp çekildi kovuğuna
uyandım, kalkıp oturdum yatağın kenarına
çorabımın teki kaçmıştı altına karyolanın
eğildim, çekip aldım arasından tırnaklarının
pusmuştu oraya, suçlu suçlu bakıyordu öylece
simsiyah bir kedi taklidi yapan uykulu gece.
aynaya baktım, umarsızca bana bakıyordu suretim
dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım, kurulandım
askıdan aldım, giyindim evden çıkarken
hâleti ruhiyemi, akşamdan paltomun içinde bıraktığım.
gök gürlüyordu, pencereleri kapattım
kapıyı üstüne kilitledim mahmurluğun.
merdiveni inerken düşüverdi aklıma:
rüyamda, kendimi git gide dikleşen bir yokuşa vurmuşum
sıcakmış hava, devasa bir parça közmüş güneş gökte
rüzgârın üflediği pamukların arasında
dilim damağıma yapışmış, yorulmuşum pek fena…
terden sırılsıklam olmasam tutuşacakmışım az daha
sonra aniden betonlaşıvermiş bacaklarım
oynatamıyormuşum hiç, saplanmışçasına ağdalı bir bataklığa.
annem… çıkıyor metruk bir evden, bir tas ayran veriyor
içiyor ve devam ediyormuşum yokuşumu tırmanmaya...
sırtımı dönüyorum ki arkamda daha pek çok insan
önüm ana-baba gününe dönmüş, mahşer yeriymiş ortalık
kaçıyormuşuz sonsuzluk denizinden kabarıp gelmekte olan
yakaladıklarını tek tek yutan, ölüm adlı o dev dalgadan…
II
evden çıkmış avluyu geçiyordum ağır adımlarla
hava kapalıydı, bulutlar geçiyordu alçaktan
basıyordu limonluğun taşlarıyla tabanlarıma dünya
simsiyah esniyordu avlu, köhnemiş kuyusuyla.
evin önünde bulduğum küçük çakıl taşını
öylesine attım önümdeki kuyuya
gökyüzü fışkırdı kuyudan!
yaprakları bulutlardan bir ağaca dönüştü kocaman
meyvesi güneşi yüksünmeden taşıyan…
ahşap bir kova duruyordu makaranın ucunda
saldım onu aşağıya ve eğildim kuyuya
anımsamaya çalışan
çıkrığın iniltisini mırıldana mırıldana.
dibinde, gökyüzü adlı ayna
ah, aynada yüzüm vardı!
ürkmesem kafamı koparacağımdan
kovayla çıkaracaktım yüzümü yukarıya.
kuyunun dibinden geçiyordu bulutlar!
geri çekildim ürpererek çıktım aynadan
tırmanıverdim yukarı, soyundum kuyudan
boşaldı çıkrık, düştü kova, kırıldı su
tutundum güneşin uzattığı saçlara, bulutların arasından.
aniden bir şimşek parladı
çatladı göğün narı
bereketin tohumları saçıldı avuç avuç ortalığa
ah, işte geldim, geçiyorum
bulaşarak her şeye ve bata çıka dünyaya.
III
başkalarına da olur mu bilmem
ah, bu bana olanlar?..
ne zaman dönsem baba ocağıma
farklı yaşlardan kendime rastlarım, oldum olası
bazısı akran, bazısı delikanlı ve hâlâ çocuk bazısı.
bir köşeyi döndüğümde
çarpıştığım dahi olur bunlardan biriyle
ben tanırım, onlar beni tanımasalar bile.
yol boyu oyalandığımdan onlarla,
beni dalgınlığımla anarlar,
boş boş bakar, almazmışım selamlarını
ayakta uyuduğumu söyler bazı arkadaşlar…
ağaçlardan yere atlar çocuk hâlim; koşar, geçer önümden.
umulmadık bir anda karşıma çıkar
elinde hasret dolu bir bavulla gurbetten dönen hâlim.
benimle birlikte sokağımıza sapar,
önüme düşer, yorgun argın eve tuz, ekmek götüren hâlim.
pek çokları sayabilir kolayca ismin hâllerini,
dua mı, ah mı almışım birilerinden nedir,
unutamam ben her yaştan cismimin hâllerini…
IV
çatladı narı göğün
saçıldı etrafa sağanağın dolgun damlaları
körkütük sarhoş bir rüzgâr çarptı omzuma ve dönüp giriverdi koluma.
izin verecek değildim ya onun sırnaşmasına?
direndim; yapıştı ellerim köprünün paslı korkuluğuna.
benden yüz bulamayınca, kalmadı umarı
çekti gitti, göğsüme çarparak kanatlarını.
sendeledim, kala kaldım orada
damlalar başladı tıpırdamaya
üstüme açtığım kocaman yarasanın
simsiyah gergin kanatlarında.
çılgın rüzgâr! vurdu bir daha,
tepti, kırdı hoyratça kanatlarını
savurdu, çarptı onu, köprünün demir korkuluğuna.
iri iri damlalarla ah, bu neyin saçısı,
yoksa gözyaşları mı bu,
acılardan devşirilmiş bulutlara?
pişmanlıklar içinde geçmiş ömürlerine
geçmişten birileri mi ağlıyor yukarılarda
huzuru yeşertmek için, bu bereketli topraklarda?
narı yarılmış göğün altında,
kala kaldım öylece, köprünün başında.
şimşek çaktı, gök patladı
o an kırıldı sanki bütün zembereklerin çarkı.
bir kasabada, üstünde iki bin yıllık bir köprünün
durdu iki yanımda zaman
kuyruğuna basmıştım onun, anlardan oluşan…
nehrin kıyısında, kamışlıkta onu gördüm, gençliğimi
soyunuk değildi hayır, hatta başındaydı kasketi
aşağıdan el sallıyordu bana, hüzünlüydü gözleri
her genç kadar tutunmuştu o da hayata… eğreti
kim bilir böyle kaç kere ah!..
ağzıma getirmişti benim yüreğimi?
kükreyerek bir sel geldi aniden, aldı onu!
ayaklarımın altında beni sendeleterek
kıvrılıverdi birden zamanın kuyruğu.
düştü suya o!
sırılsıklam oldum ben, boğuluyordum
'ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında'
rüzgâr üfledikçe, eğilip kalkıyordu,
dizlerini dövüyordu kamışlar…
puslu bir ezgiyle ağıt yakmaya başladılar
hıçkırık mendilleri havalanıverdi oradan
ürkütülmüştü huzurun kuşları o yaslı kamışlıktan.
silkelenip kuyruğunu kurtarmıştı tabanlarımdan
bulanık selle yeniden akmaya başladı zaman
eyvah, geçip gidiyordu gençliğim köprünün altından!..
aniden gök gürültüleri sarmalayıverdi beni,
titreterek içimi… gençliğimi aparmıştı sel!
bata çıka sulara veda ediyordu bana o gencecik el.
telaşla koştum köprünün diğer korkuluğuna
göremedim onu ah, o andan sonra bir daha.
narı yarılmıştı göğün ve esiyordu rüzgâr, delişmen
akıyordu azgın nehir, ben köprüden geçerken.
V
binaların saçakları altından yürüdüm
hükümet konağının önündeki çay ocağına kadar
teneke sobanın başında bir tabureye iliştim
kurulandım, eğleştim biraz, şekersiz bir çay içtim.
sağanak dinse de havada kara bulutlar vardı hâlâ
hükümet konağının ağzı açık,
benziyordu karnının üstüne yatmış, devasa bir ejderhaya.
karnındaki odalarda arşivler dolusu ölüler,
kara kaplı nüfus kütükleri, tapu kayıtları
dolaşıyordu içeride ellerinde evraklarla
hademeler, memurlar, müdürler oradan oraya.
demir dolaplarda dosyalar, dosyalarda insanlar…
kâğıtlar üzerinde didik didik ediliyorlardı hâlâ…
fısıltılar, iç geçirmeler, söylenmeler dolaşıyordu koridorları
duymuyordu kimse onların sitemkâr yakınmalarını
her biri ölüme karşı destansı bir yenilginin kahramanı…
hükümet konağı yalayıp yutuyordu insanları, açıktı ağzı
girdim içeri elimdeki belgeyle, doktorların imzaladığı
nüfustan düşülmeli annem, memura uzattım ölüm tutanağını
VI
ah, saklıyorum zihnimin tavan arasındaki sandukada
kendi gözlerimle çektiğim kimi fotoğrafları
kırptığım an parçaları, gözlerimin makaslarıyla
doyamadığım asla, gizli gizli çıkarıp bakmalara.
bazı zamanlar, düştüğünde aklıma uzun metraj anılar
yumarım gözlerimi, bulurum kendimi karanlık bir salonda.
tekdüze tıkırtılarla zihnimde döner film makaraları
kimse için bir önemi olmasa da, benim için destansı
göz kapaklarımın perdesinde başlar anıların seansı.
VII
ah, anımsama; o hallaç, elinde yayı ve tokmağı,
pamuk atarcasına atıyor, birbirine yapışmış anıları
havalandıracak ve sonra yeniden dolduracak
yastığımın, yorganımın kılıfına onları.
aniden önümde beliriyor bir sokak köpeği
uçuşan anı pamuklarından mı
yoksa bulutlardan mı sıyrılmış, nedir,
silkeleniyor, sıçratıyor üstüme kirli sularını!..
sakın kimseye vereyim deme sırlarımı
fısıldama o delişmen rüzgâra bile sevgili dut ağacı,
farkındayım, göz ucuyla izlemektesin yazdıklarımı.
VIII
ah, nasıl da azgın bir kurttur iştah!
sanki aç kalmış bütün kış karla kaplı bir ormanda
aldırmadan kapılmama anıların akışına
hırlayarak sürdü, oturttu beni salaş bir lokantaya…
bir dergide mi okumuştum, biri mi söylemişti,
yoksa bir rüyadan arta kalan bir şey miydi?
kurtulmaktan söz ediyordu organlardan
öneriyordu mutluluk için mideyi, beyni falan aldırmaktan.
YORUMLAR