Ölü Kentin Çocukları / Selçuk Ülger
KAAN'IN ARMAĞANI İşten eve dönüp karşımda birden türlü çiçeklerle, armağan paketleriyle, kristal kadehlerle bezenmiş masamızı, masamızın etrafında toplanmış gönüldeşlerimizi görünce çocuklar gibi sevindim. Önce hangisiyle kucaklaşacağımı şaşırdım. ''Hani pastamız nerde!'' diye bağırmışım coşkudan. Asıl sürpriz pasta faslında gizliymiş meğer. Ellerinde irice pasta tepsisiyle, üç yıldır görmediğim kız kardeşim ve yeğenim memleket kokusuyla yan odadan içeri girmezler mi! Hiç susmayan dilim tutuldu. Yüreğim sol yanımdan fırlayacak sandım. Erciyes'i kucaklar gibi özlemle kucakladım ikisini de. Bir kez daha anladım ki, insan dostlarıyla, sevenleriyle var... O akşamın güzel izlerini taşıyan, baktıkça göz zevki yaşatan armağanları odamdaki dolabın sergeninden alıp açmaya hâlâ elim gitmiyor. Şimdiye kadar açtığım tek armağan on iki yaşındaki sevgili arkadaşım Kaan'ın anne babasıyla yolladığı yaldızlı zarf oldu. Armağanını hemen açmamı istemiş Kaan. İsteğine uydum. Kutlama kartına titizlikle iliştirilmiş iki tiyatro bileti çıktı zarftan. Frankfurt Operası'nda saatlerce süren koro ve tiyatro çalışmalarını okuluyla birlikte sırtlayıp yıllardır hiç yüksünmeden taşıyan Kaan'ın el yazısını duygulanarak okudum: ''Doğum gününü kalpten kutluyorum. Sizi, 3 Mayıs Cuma, Saat 19.30'da, Frankfurt Papageno Müzik Tiyatrosu'na, Ölü Kentin Çocukları adlı müzikli dramaya davet ediyorum. Kaan Hamurcu.'' PAPAGENO MÜZİK TİYATROSU'NDA Palmiye Bahçesi'ndeki ulu ağaçların ardına gizlenmiş tiyatroya erkence geldik. Oyunun başlamasına daha bir saat var. Olsun. Bir masal evini andıran küçük çadır tiyatrosunun minik kafesindeki tabureye oturup tanıtım afişlerine göz atmak, çocuklarıyla tiyatro üstüne sohbet eden sanatsever aileleri izlemek de tiyatroya dahil... Tiyatronun hiçbir yerinde şu eksik, şu fazla diyecek bir şey göze çarpmıyor. Her köşesinde emeğin ve estetiğin izleri var. Bu huzur dolu yapıya torunlarını getiren yaşlılar, çok gerilerde kalmış çocukluklarını sevinçle bir kez daha yaşıyorlar burada... Frankfurtlu tiyatro oyuncuları Renate ve Hans-Dieter Maienschein çifti, 1997'de binbir güçlükle kurmuşlar 199 koltuklu bu güzel çocuk tiyatrosunu. İlk sahneledikleri oyun Mozart'ın Sihirli Flüt operasıymış. Tiyatro adını, Sihirli Flüt'teki kuş avcısı Papageno'dan almış. Her şeyin yolunda gitmesi için sağa sola koşuştururken konuklarını selamlamayı da ihmal etmeyen güler yüzlü Bay Maienschein, ayaküstü sohbetimizde verdi bu küçük bilgileri. ''Kaan'ın özel davetlisiyiz.'' dedim gülümseyerek. Biletleri aylar öncesi tükenen bu önemli oyuna Kaan'ın katkılarını ve tiyatro yeteneğini övgüyle anlattı. Dördüncü kuşak göçmen çocukların artık Almanya'da ayrı bir dünyaya doğduklarının farkındaydı. Başlama zili çalıp, birbirimizden ayrılırken, ''Sanat, insanları ve halkları birbirine her şeyden daha çok yakınlaştırır'' dedi usta oyuncu. Sahnenin kenarında bir iskemlede oturan yaşlı anlatıcı, kederli bakışlarını ağır ağır gezdirdi salonda. Kımıltılar, fısıltılar birden kesildi. Bir ölüm sessizliği çöktü salona. Sessizliği yırtan tok sesiyle anlatmaya başladı: ''Birazdan izleyeceğiniz müzikli dramın gerçek sahnesi Theresienstadt kasabasıdır. Avusturya İmparatoru II. Joseph, 1784'te bir askeri kışla olarak yaptırıp, annesi Maria Theresa'nın adını vermiştir bu kasabaya. Bugün Terezin'dir adı. Kalın surlarla çevrilidir kasaba. Prag'ın az uzağındadır. Üç bin suskun insan yaşar Terezin'de şimdi. Düğünleri, bayramları, şölenleri, şarkıları... hep sessizdir. Ağız dolusu gülmeye utanırlar. On binlerce masum insanın acı dolu çığlıklarının sindiği bir toprağın üstünde yaşadıklarının ayrımındadırlar çünkü. Katledilmiş şıvga çocukların kemikleri çıkar kaygısıyla hâlâ derinden sürmezler tarlalarını... 1940'ta Nazilerin eline geçer Terezin. Surlarla örülü oluşu çok sevindirir kamp kumandanı Siegfried Seidl'i. Masrafsız, tam aradıkları gibi doğal bir gettoya sahip olmuşlardır. Sadece barakaları eksiktir gettonun. Terezin'e getirilecek tutsak Yahudilerin hepsi de yazar, müzisyen, tiyatro oyuncusu, ressam, tüccar değildir tabii ki. Hünerli yapı ustaları, çalışkan işçiler de vardır içlerinde. Üç yüz kırk Yahudi işçi getirilir gettoya; işçiler gece gündüz demeden çalıştırılır, hızla kurdurulur barakalar. İşleri bitince bu barakaların geniş koğuşlarına yerleştirilme sözü almıştır işçiler Nazi subaylarından. Fakat, işlerini bitirir bitirmez hepsi de Auschwitz'e ölüme yollanır... Hıristiyan Çek vatandaşları, yani Terezin'in yerli halkı hızla tasfiye edilir. Prag ve civar kentlerdeki Yahudi tutsaklar yerleştirilir ilkin gettoya. Bir süre sonra, küçük bir kaplıca kasabasında huzurlu bir yaşlılık geçirecekleri söylenip binlerce Alman vatandaşı yaşlı Yahudi getirilir kasabaya. Evleri, eşyaları, anıları alınmıştır ellerinden. Sonra Orta Avrupa, ardından Kuzey Avrupa Yahudileri... Derken, on bin kişi için planlanmış kasabada yüz bini aşar nüfus. Yiyecek ve su sıkıntısı başlar. Temizlik yapmak olanaksızdır. Salgın hastalıklar baş gösterir. Ve hastalanan binlerce yaşlıya mezar olur Terezin... Sanatçı tutsaklar ağırlıktadır Terezin'de. Fakat, tiyatro sanatçıları sahnesiz, ressamlar fırçasız, yazarlar kalemsiz, müzisyenler kemansız ve piyanosuzdur. Şarkı söylemek, resim çizmek, yazmak, beste yapmak, okumak yasaktır kampta. Yaşamını üretmeye adamış bu duygulu insanların birçoğu intihar eder. Kadınlar, erkekler ve çocuklar ayrı ayrı barakalara yerleştirilirler. Sefaletin öldüremediği tutsakları alıp ölüme götüren aktarma trenlerinin bir ara istasyonudur Terezin Kampı...'' Gettoya hemen dükkanlar, fırınlar, cafeler açılır. Biletle girilen müzikli mekanlar bile oluşturulur. Çevre güzelleştirme ekipleri kurulur. Harflerle numaralanan sokaklara uydurma isim tabelaları yazılıp asılır. Kısa sürede, herkesin mutluluk içinde yaşadığı bir sahte cennete çevrilecektir Terezin. Boş Zamanları Değerlendirme Kurumu bile kurulur. Yasaklanmış sanat ve müzik etkinliklerine hemen onay verilir. Hatta, Kızılhaç denetmenlerine izletilmek üzere bir çocuk müzikali organize etmeleri emredilir gettodaki tiyatro sanatçılarına. Zaman azdır. Emir kılıçtan keskindir. Tutsak edilmiş ünlü besteci ve tiyatrocular emri yerine getirmek için el ele verirler. Birkaç yıl önce Prag'ta, kimsesiz Yahudi çocukların kaldığı yetimhanelerde gösterilmiş iki perdelik çocuk operası olan Brundibár oyununda karar kılınır. İyinin ve kötünün sınırlarının kaybolduğu barakalardan seçilen yetenekli çocuklar, ünlü tiyatrocularla ve bestecilerle oyunun çalışmalarına başlarlar. Gönüllü eğitmenlerin çabalarıyla yaşama tutundurulan, okul eğitiminden uzaklaştırılıp barakalara tıkıştırılan bu ana babasız çocuklar, Terezin Kampı'nda sanatsal çalışmalar bile yapacak kadar özgür ve mutlu olduklarını Brundibár oyunuyla göstereceklerdir Kızılhaç denetmenlerine!.. 23 Haziran 1944'te beklenen denetim gerçekleşir. Komisyon iki Danimarkalı ve bir İsviçreli üyeden oluşmaktadır. Alman Kızılhaç görevlileri, birkaç Nazi subayı, Alman Dışişleri yetkilileri de bu denetime eşlik ederler. Önceden hazırlanmış güzergahtaki ekmek fırınını, kafeyi ve bankayı denetlerler ilkin. Ardından hep birlikte, tutsak çocukların başarıyla sahnelediği Brundibár oyununu izlerler. İsviçreli üye, Doktor Maurice Rossel, Nazilerin yalanına çok çabuk kanmıştır. Kampta gördükleri rahat yaşam koşullarının, buraya gelmeden önceki mevcut kuşkularını tamamen bertaraf ettiğini, hatta Terezin gettosunda hiçbir şeyin gizlenmediğini, her şeyin gayet açık ve net olarak görüldüğünü, buranın bir aktarma kampı değil, Yahudilere ait bir yerleşim kenti olduğunu, buradan hiç kimsenin başka bir kampa yollanmadığını hatta daha fazla Yahudinin buraya getirilebileceğini... tuttuğu resmi raporun sayfalarına gönül rahatlığıyla yazabilmiştir. İzledikleri Brundibár oyununun hazırlığında görev alan yönetmenin, bestecilerin, sahne görevlilerinin ve çocuk oyuncuların tamamının, Kızılhaç denetiminden kısa bir süre sonra Auschwitz Kampına yollanıp katledildiklerini de tarihin gerçek raporları yazacaktır bir süre sonra! (Yaşlı anlatıcı burada bir süre sustu. Elindeki notları katlayıp cebine koyarken sesinin tonunu yükseltti.) Terezin Kampı'ndaki on beş bin tutsak çocuktan sadece iki yüz elli kadarı yaşamda kalmıştır... O kara günlerin gözü yaşlı, günahsız çocuklarını unutmayalım diye bu salondayız şimdi! Yine, o kara günlerde ölüme gönderilen körpe çocukları hiç mi hiç unutturmayalım diye, bugünün çocukları sahnedeler şimdi!..'' UNUTMAYA KARŞI BİR MÜZİKLİ DRAMA Cılız siskırı bir ışık altında sahne. Ortadaki tren rayları sahnenin tek dekoru. Aktarma treni, sahne duvarına görüntü olarak düşürülmüş. Lokomotifin farı sahne duvarından salonun bütün koltuklarına vuracak şekilde ayarlanmış. Gelen trenleri karşılayan sırtı dönük üniformalı Nazi subayı da duvara bir görsel olarak yansıtılmış. Havadaki sağ elinin işaret parmağıyla durmadan sert komutlar veriyor... Trenlerin fren gıcırtılarıyla durduğu ve o bildiğimiz sesiyle hareket edip uzaklaştığı yer Terezin Kampı. Sırtı torbalı yeni tutsaklar iniyor, ölüme götürülen eski tutsaklar biniyorlar... Bir tren daha hareket ederken, sahne ağırdan kararıyor. Lokomotifin güçlü farı birden suskunluğumuza, donakalmışlığımıza vuruyor... Rayların üstünde hoplaya zıplaya yürüyen eprimiş kamp giysili çocuklar, hareket eden başka bir trenin sesiyle rayın kenarlarına uzanıp saklanıyorlar. Küçük çocuklar daha büyük çocukların yanına sokuluyorlar; korku dolu bakışlarıyla uzaklaşan aktarma trenini izliyorlar. Piyano, çello, keman ve gitarın insanı alıp götüren acıklı ezgileri, 1940'ların çaresiz çocuklarını devşirip getiriyor Terezin'den bu alacakaranlık sahneye. Hannah büyülü sesiyle başlıyor şarkısına... Biricik aşkı Albert yanına gelip ellerinden tutuyor, ''Kaçalım buradan Hannah, başaranlar oldu bunu.'' diyor, ''Rüyalarımız, hayallerimiz şu surların ardında!'' Hannah ağlamaklı sesiyle kalmaya ikna ediyor Albert'i, ''O hayat başkalarına ait, bizi yaşatmazlar orada!'' İki ergenin yürek yakan bakışlarıyla doluyor sahne... Oyuna tutuşan küçük çocuklarla doluyor sahne; birden tekrar boşalıyor. Hepsinin benizleri solgun, hayalleri, sevinçleri nazi postallarıyla çiğnenmiş. Masum sohbetlerinde geçen umutlu bir sözcük kırıntısı bile bakışlarında ışıltıya dönüşüyor. Yaklaşan yeni bir trenin farı gülümseyişlerimize gizlenen acıya vuruyor... Benjamin on yaşında, sevimli, çekingen. Elinde oyuncak tahta atı, dilinde şarkısıyla kenardan ürkek adımlarla giriyor sahneye: ''Elimde sımsıkı tuttuğum küçük tahta atım benim; babam yontmuştu seni bana!'' Küçük kız Frida başlıyor şarkısına, uçan bir kelebeğin rengarenk kanatlarına bakarak: ''Küçük kelebeğim merhaba, söyle nerelerden geldin buraya? Sana göre değil burası! Kış vurur, yaz rengi kanatlarına...'' Acı bir fren sesi daha duyuluyor istasyona giren bir trenden... Ölüme yazgılı çocuklar bir ağızdan devam ediyorlar şarkılarına: ''Ölü kentin çocuklarıyız biz! Bir kent; bugününün yarını olmayan!'' Nazi subayı parmağıyla sert bir işaret veriyor. Müzik kesiliyor. Şarkısı bölünen çocuklar, birden rayların kenarına büzüşüyorlar. Derken bir tren sesi daha... Yaşlıları, çocukları, kadınları, kızları Auschwitz'in gaz odalarına götürecek bir tren... Lokomotiflerin farları yüzümüze vuruyor... Utancımıza vuruyor... Unutmuşluğumuza vuruyor... Yanaklarımızdan süzülen gözyaşlarımıza vuruyor... Bilgi Notu: *Müzikli dramın özgün adı: ''Die Kinder der toten Stadt'' Papageno Thater Frankfurt **Bu yazı, Tuna Dergisi'nin 4. Sayısında (Temmuz- Ağustos 2019) Viyana'da yayımlanmıştır. ***Sahne fotoğrafları: Papageno Thater/ Klaas Mertens
Son rakamı sıfırlı, yuvarlak yaş günlerini ayrı bir özenle kutlar Almanlar. On yıllardır baka göre bizim de huyumuz suyumuz epeyce benzedi Almanlara. Bir zamanlar Kafdağı kadar uzaklarda sandığım ellinci yaşıma girdiğim gün, karım ve oğlum zahmetli sürprizler hazırlamışlar.
Kaan Hamurcu
GERÇEK SAHNE: TEREZİN KAMPI
KIZILHAÇ'IN UTANÇ RAPORU
Selçuk Ülger
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR