Narman Han ve Ahmet Hamdi Tanpınar
Beyoğlu’nun bu son rönesansı için Tünel’deki Narmanlı Han’da konuşlanan Deniz Kitabevi’nin yeri ayrıdır. Burada elden ele dolaşan punk ve post punk kayıtları, fanzinler ve kadri bilinmemiş filmler İstanbul’da hakiki bir gençlik kültürünün patlamasına elverdi desek yeridir. Bugün 40’larına ulaşmış bir kuşağın Beyoğlu tecrübesi, bu ufak dükkanda paylaşılan plaklarla, filmlerle şekillendi.
Bugünkü İsveç konsolosluğunun karşısında kalan, ilk bakışta hantal ve masif bir intiba uyandırsa da ara sokağa dönen ovalliğiyle bir zarafet kazanan, dışındaki dükkanların arasından, büfenin yanından girilen avlu geçidinin ardındaki dingin yaşantıya dair pek de ipucu barındırmayan Narmanlı Han sadece bu kısa devirle hayatiyet kazanmadı elbette.
19. yüzyılın ilk yarısında Rus elçilik binası olarak yapılan bina, 1843’te mimar Fossati tarafından karşı sıradaki yapı inşa edilene kadar bu amaçla kullanılmış, sonra da Rus sefaretinin bürolarını, hatta Sofyalı Sokak tarafında küçük bir hapishaneyi barındırmaya devam etmiş. Osmanlı-Rus savaşlarında değişip duran dengelerle nüfusu ve faaliyet alanları değişen Narmanlı’nın uzun ataletinden Bolşevik Devrimi’nin ardından İstanbul’a kaçan Beyaz Ruslarla silkindiği söylenebilir. Gerçi Stalin’in kurduğu hegemonya sonrası Sovyetler’den sürülen Troçki’nin Büyükada yıllarına başlarken de ilk durağı burası olacaktı. Büyükelçiliklerin Ankara’ya taşınmasıyla konsolosluk büroları yeni binada toplanırken burası da satılığa çıkarılmış ve binanın yeni sahipleri Eminönü’nde ticaretle uğraşan Narmanlı Biraderler olmuş.
Sıtkı ve Avni Narmanlı’yı bugünün gösterişçi ve bozguncu burjuvazisiyle karıştırmamak lazım. Nitekim ikinci kattaki ofislerin birine bürolarını taşıyıp diğer odaları ucuza ve genellikle sanatçılara kiraya vermekle yetinmişler. Narmanlı’nın tarihi dokusunu yaratan iklim de bu dönemde kurulmuş.
GÜZEL SANATLAR MABEDİ
Bekçisinden kürkçüsüne, yıllarca burada ikamet edenin Ali Nusret Pulhan (evet, Tünel’in namlı pulcularından) gibi simalardan girişteki büfesine, sahafından bir dönem burada faaliyet gösteren Ermenice Jamanak gazetesine, Narmanlı Han’ın detaylı sosyal tarihi yazılırken herhalde pek çok kimsenin adını anmak gerekir.
Narmanlı Han’da bir küçük, ama kitaplarla tıka basa dolu oda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın milletvekilliği yılları sonrasında, İstanbul’da hocalık yaparken yaşadığı, “Huzur”u büyük oranda yazdığı yer (kim bilir, bir başka büyük edebiyatçı, Türk muhafazakarlığının mimarı Peyami Safa’yla kokain denemelerini belki de burada yapmışlardır). Tanpınar’ın varlığı bile başlı başına bir şey ya, buna bir de Bedri Rahmi ve Aliye Berger’in buradaki atölyelerini, Türkiye’deki ilk grup sergilerinden bazılarını, Fidzek Karoly gibi Macaristan’dan bronz döküm ustalığı sebebiyle çağrılmış heykeltıraşların atölyelerini eklemek lazım.
Bütün bu kendi halinde ama dışarıyı —az ötedeki cangılı beraberinde getirmemesi şartıyla— çağıran, kimseyi dışlamayan ortam bugünlerde neredeyse 150 yıllık seyrinden uzaklaşmak üzere. Önünü alamadığımız takdirde artık neye benzeyeceğini görmek için mesela Demirören’e, Mis Sokak’ın köşesine dikiverdikleri plazamsı ucubeye bakmak yeterli.
Bugün Narmanlı, Tarlabaşı’yla, Emek’le, Gezi’yle başlayan Beyoğlu’nda kentsel dönüşüm ve buna karşı mücadele tarihinin aciliyet kazanmış bir parçası; Galata’dan Taksim meydanına, hatta Harbiye ve Pangaltı’ya uzanacak geniş bir planın unsuru. Bir buçuk asırlık tarihinde kim burada ne yaşamış olursa olsun, yirmi milyonluk İstanbul’da, seksen milyonluk Türkiye’de kim burada ne kadar vakit geçirmiş olursa olsun, bu haliyle ve bu mazisiyle her şeyden önce kamunun malı.
Narmanlı, kapısı kapatılıp üzerine “özel mülk” tabelası çakılsa da, “kent hakkı” gereğince, bugün hala üzerinde hepimizin söz hakkı bulunan bir mekan. Normal şartlarda en azından belediye gibi bir kamu kurumunun kolektif bir faaliyet alanı olarak ayırması ve özerk bir yönetimle yaşamasını sağlaması gerekirken, bugünkü talan anlayışında ancak daha kötü kent uygulamalarına yol verecek bir mimari rezalete konu olacak.
Tanpınar edebiyat ve düşünce hayatının en verimli yıllarını Narmanlı’da geçirmişti. Onun ardından Narmanlı İstanbul güzel sanatlar aleminin merkez mekanı haline gelmişti. O yıllarda edebiyatımızın bir başka büyük isminden, Haldun Taner’den dinliyoruz...
Sait’i Burgaz’a, Behçet’i Beşiktaş’a, ne bileyim ben, Abdülhak Hamit’i Maçka’ya, Abdülhak Şinasi’yi Çamlıca’ya, Kemal Tahir’i bir semte bile değil de, ancak ve ancak evine, hapishane alışkanlığı ile hiç dışına çıkmadığı odasına bağlamak mümkün de, Ahmet Hamdi’yi, bu sevdiği her yerle hemen özdeşleşiveren, hayalini bir mıknatıs gibi çeken o semte —sırtında yumurta küfesi yok ya— tüm ailesiz bekarlara vergi bir manevra rahatlığı ile koşan, çat burada çat kapı arkasındaki bu gezegen hedonisti sade bir semtle anmak o kadar kolay değil.
Ama tüm tutkularından dönüp dolaşıp geldiği, yine Narmanlı Yurdundaki o bekar odası olurdu. Plakları ve kitaplarının ısıttığı o odakta hiçbir zaman yalnız kalmayarak. Hep zihnini bir şeylerle oyalayarak, ona zevk verecek bir yazı, bir resim, bir müzik ya da zengin yaşantısının bir hayalini yatağına alarak..
(...)
Ahmet Hamdi’nin Narmanlı Yurdundaki odası, sofası, hatta mutfağı, üst üste derbederce yığılı kitaplarla dolu idi. Evin pek temiz olduğu iddia edilemezdi. Ahmet Hamdi’nin o zamanki ziyaretçileri içinde Zeki Faik İzer, Zühtü Müridoğlu ve eşi, Dr. Fikret Ürgüp ilk hatırladıklarım. Çoğu üniversiteden genç asistanlar ve öğrenciler de üstadın kültüründen ve sohbetinden kâm almak için bu dağınıklığın içine girmeyi göze alırlardı. (...)
Narmanlı Yurdu, asıl Ahmet Hamdi oradan çıktıktan sonra bohemler odağı oldu. Aliye ve bütün avanesi, Bedri ve bütün talebeleri burayı yol geçen hanına döndürdüler. Sabahattin Eyuboğlu’nun, Mehmet Ali ve Adalet Cimcoz’un ve dolayısıyla Galatasaray’daki Maya’nın müdavimlerinin bir ayağı hep buradaydı. Artık çifter çifter kapıcıları, bahçıvanları, artık ortadaki çiçek tarhları ve artık Misbah’ın o güzelim antikacı dükkânı yok olmuştu. Narmanlı Yurdu’nun 1934’ten bu yana orada oturmuş eski kiracıları ya ölmüş ya da dairelerini terk edip başka yerlere gitmişlerdi.
Artık Aliye’nin, Bedri Rahmi’nin atölyelerinde —ki Ahmet Hamdi’nin eski dairesi idi— olmuş sanatçılarla henüz çiçeği burnunda çıraklar ve hevesliler, samimi sanat hayranları ya da ukala snoplar, sigara ve pipo tütünlerinin buğusunda, dünyanın sanat, politika, ekonomi ve sosyal konularını çözümleyen (!) coşkulu tartışmalarla belki boş, ama kendileri için hoş, yoğun ve mutlu saatler geçiriyorlardı.
İllustrasyon: Dilara Özden
Beyoğlu 1980’lerde engin bir pavyon, arabesk, ucuz otel kültürü geliştirmişken rock’un nabzı Ortaköy’de, dans müziğinin kalbi Levent-Maslak hattında, edebiyatın nabzı Ortaköy ve Boğaz kıyısında, hala biraz Cağaloğlu’nda atıyordu,
Kadıköy bütün bu nisbi kültürel canlılıktan payını azar azar alıyordu. Bugün mücadelesi verilen Beyoğlu aslında ‘90’ların başında kazanıldı.
Bazı rock kulüplerinin, irili ufaklı yayın evlerinin, siyasi oluşumların ve kültür evlerinin yavaş yavaş Beyoğlu’na taşınmasıyla şehre dağılmış olan sanatsal-kültürel-siyasi faaliyet blok halinde burada yerleşmeye başladı. Yine de Tünel tarafı, plakçılar ve gitarcılar, pulcular ve Tarık Zafer Tunaya KM dışında bu hareketliliğe ayak uydurabilmiş değildi, ta ki Babylon açılana kadar.
Ama bütün bir ‘90’lara, üretilen müziklere, okunan ve yazılan edebiyata, güncel sanatlara rengini, kokusunu veren karşı kültür damarı Tünel’de şekillendi desek abartmış sayılmayız.
Zamanın antik etkili Rus mimarisinin etkilerini taşıdığı söylenen bu yapı, Beyoğlu’nun en eski binalarından biri.
Ama avlunun sol duvarına yapışık kafeslerdeki kekliklerle beraber buraya ufak bir hayvanat bahçesi havası taşıyan onlarca kediye ayrı bir yer ayırmak lazım. Fakat yine de, burası aslında 1940’lardan itibaren ufak çaplı bir güzel sanatlar mabedidir, her ne kadar bu alemin başrolünde bir edebiyatçı, ama resim sanatına hayran bir şair ve romancı otursa da.
Yani ne bu alanla şimdiye dek hiç mülkiyet ilişkisi kurmamış devlete ne de bastırdığı paraya güvenerek kafasına göre iş yapabilecek olan özel şirketlere ait. Daha önceki örneklerden bu biçimiyle, bu kondisyonuyla Narmanlı’nın verilen paraya değmeyeceğinin düşünüleceğini çıkarsayabiliriz, nitekim Narmanlı’nın yeni sahiplerinin görevlendirdiği mimar kendisiyle yapılan söyleşilerde “kat çıkmaktan”, altına dev bir otopark yapmaktan bahsetmeye başlamış bile.
Türkiye gibi maddi hafızasına asla sahip çıkamayan bir ülkede benzeri kalmayıp neredeyse yüzyıllık bir tarihe yayılarak varlığını ve işlevini sürdüren bir sinemanın beş kat yukarı taşınmasıyla sorunun çözülebileceğini düşünebilen bir hoyrat ve gelgeç zihniyetin elinde, sadece Narmanlı’nın değil, tam ortasında yer aldığı koca bir bölgenin Talimhane gibi, Açıkhava’nın önü gibi insansızlaşacağını kestirmek zor değil.
Halbuki bu saatten sonra Narmanlı’nın bir rant yatağı, her yerde rastlanabilecek markalara ev sahipliği yapacak bir açıkhava AVM’si olmak yerine şehirde emsaline az rastlanır bir “huzur” mekanı olmaya çoktan hakkı var. Doğrusu İstanbul halkının da ancak böylesi bir Narmanlı’ya ihtiyacı var.
AHMET HAMDİ ve NARMANLI
Evet, ömrünün en bereketli yılları Narmanlı Yurdu’ndaki bekar odasında geçti ama mübarek, ayakları ile olmasa bile cıva gibi zekası ve hayali ile çat burada, çat kapı arkasında olurdu çoğu zaman. Bakarsınız bir gün eser, Kıbrıslı Yalısı’nın loş salon ve sofalarında bir yüzyıl öncesinin havasını koklamaya kalkar, yine bakarsınız bir başka gün Çamlıca’dan Küplüce’ye yürüyüp bir yaz uzantısının hem güneşli hem hüzünlü uçuculuğunda doğa ile kadın güzelliğinin ortaklığını keşfeden Giorgionne’nin coşkusunu paylaşırdı. Bursa, mesela, Ahmet Hamdi’siz düşünülebilir mi? (...)
AHMET HAMDİ'NİN NARMANLI'DAKİ ODASI
BOHEM HAYAT ve NARMANLI
(Merve Erol'un "Göçmemiş Kediler Bahçesi: Narmanlı" başlıklı yazısının tamamını okumak için tıklayınız...)
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR