Mühendis arkadaşları ve öğrencileri Oğuz Atay'ı anlatıyor...
Herkes Oğuz Atay’ın edebiyatçı yanını bilmek istiyor. Bu anlaşılır bir şey. Ama onun ya Yıldız Günleri? Ya Mühendis Oğuz Atay? Öğretim Üyesi Oğuz Hoca? Prof. Dr. Erol Köktürk 'mühendis-öğretim üyesi Oğuz Atay'ı anlattı.
(...) 2019 yılı, mühendislik düzeyinde Haritacılık Eğitimi’nin başlamasının 70. Yılıydı. Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi tarafından Harita/Geomatik Mühendisliği Eğitim-Öğretim Sempozyumu 11-12 Ekim 2019 günleri Taşkışla’da düzenlendi. Düzenleme Kurulu benden Sempozyum Açılış Sunusu’nu yapmamı istedi. Bana verilen bu onurlu görevin hakkını verebilmek için epey düşündüm. Sunu senaryosunu oluşturdum. Ve çalışmaya başladım. Yapacağım sununun başlığını Yüksek Öğretim Düzeyinde Haritacılık Eğitiminin 70. Yılında Eğitim Tarihimizin Bazı Durakları olarak belirledim. Senaryoma göre, filmi geriye doğru saracaktım. Haritacılık ve eğitimi konusunda günümüzden başlayıp, geriye doğru giderken, bazı duraklarda durup, düşünüp, çevreme bakıp, biraz soluklanıp yolculuğumu sürdürecektim. Yazılı kaynaklar azalmaya başlayınca, durakların arası açılacaktı. Bir yerde yazılı kaynaklar bitecek ve ondan gerisini, gerinin 5000 yıllık sonsuzluğuna bırakıverecektim. Sunuyu beş-altı ayda belli bir olgunluğa eriştirebildim. Hazırlıklar sırasında, 2019 yılından 50 yıl geriye gittiğimde, kafamda bir şimşek çaktı. Telefona sarıldım ve YTÜ Harita Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Taylan Öcalan’ı aradım. “Bölüm Yıldız’dan Davutpaşa’ya taşınmadan önce, Bölüm Başkanlığı Odası’nda Oğuz Atay’ın çerçeveli bir fotoğrafı asılıydı. Davutpaşa’daki Bölüm Başkanlığı odasında bu fotoğraf duruyor mu?” diye sordum. Sevgili Taylan gitti, baktı. Bana geri döndü, “Yok” dedi. 1977 yılında o duvara asılan fotoğraf, taşınma sırasında nasıl kaybolmuştu? Daha doğrusu kaybolmuş muydu? Yoksa, bir yerlere mi kaldırılmıştı? Öylesine canım sıkılmıştı ki. Ben 1972 yılında İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA) Harita-Kadastro Bölümü’nde yüksek öğrenimime başladım. Bizim dersimize girmemiş olsa da, Oğuz Atay bildiğimiz bir hocaydı. O yıllarda, 1972 yılında yayınlanan ünlü romanı Tutunamayanlar’ı okumuş değildim. Bu romanı çok sonra okuyacaktım. Ve Tutunamayanlar’ın ülkemizde “Modern Roman”ın tartışmasız başlangıcı olarak kabul edildiğini de çok sonra öğrenecektim. 1968 OLAYLARI Haritacılık Eğitimi Tarihi Sunusu’nun Oğuz Atay durağı dönemi, ülke tarihinin de sancılı yıllarıydı. 1968 yılında Paris’te başlayan Öğrenci İsyanı Türkiye’de de karşılığını bulmuştu. Üniversitelerde, akademilerde öğrenciler hareketlenmişti. Bir silkiniş göze çarpıyordu. Ve hareketlenme, yer yer olaylara dönüşüyordu. 9 Aralık 1969 günü İDMMA öğrencisi, sol görüşlü Mehmet Büyüksevinç, okulun yakınında gece 22.00 sıralarında öldürülmüştü… Bunun üzerine okulda boykot ilan edilmişti. Öğrenciler okulu dışarıya kapatmışlardı. Dersler iptal edilmişti. Boykotun 5. günü, okulun girişinde nöbet tutan öğrencilere daha gün ışımamışken saldırıldı. Bu saldırı sırasında bıçaklanan Battal Mehetoğlu, 14 Aralık 1969 günü yaşamını yitirdi. Yıldız, kayıplar vermeye başlamıştı… Yıldız’da boykot yapan öğrencilere destek olan öğretim görevlileri Affan Balaban, İlhan Berktay, Altay Gündüz, Zinde KİP ve Oğuz atay’dı… Hepsi de İnşaat Bölümü öğretim görevlisiydi. Bu hocaların desteği yalnızca manevi bir destek değildi. Onlar, öğrencilere, boykot boyunca, evlerinde yapılan yemekleri getiriyorlardı. Oğuz Atay’ın Eylembilim kitabının bazı bölümleri için bu boykottan esinlendiği söylenir. 12 Mart 1971'de genel kurmay başkanı ve üç kuvvet komutanının imzaladığı ve TRT haber bültenlerinden okunan hükümete yönelik muhtıra ile Süleyman Demirel Hükümeti düşürüldü. 68 Kuşağının başta Deniz Gezmiş olmak üzere yiğit önderleri için cadı avı başlatıldı. Oğuz Atay, o yıllarda kendi Bölümü’nde, İstanbul Teknik Okulu İnşaat Bölümü’nde öğretim görevlisi idi. Henüz edebiyatçı yanını göstermemişti. Ve onun okul içindeki serüveni, bu olaylardan sonra başladı. ÖZGEÇMİŞİ VE ESERLERİ Bugün “Oğuz Atay” denilince, Tutunamayanlar (1972) kitapları akla geliyor hemen. Dikkat edilirse, 5 önemli kitabı 3 yıl içinde (1972-1975) yayınlanmış. Ve Oğuz Hoca, bu kitaplarının yayınlandığı yıllarda İDMMA Harita-Kadastro Bölümü öğretim görevlisi idi. 1975 yılında öğretim üyesi oldu. 68 Olayları sırasında kendi bölümü olan İnşaat Bölümü’nde, kitaplarının yayınlandığı yıllarda Harita-Kadastro Bölümü’nde? Oğuz Atay’ın internette kolayca erişilebilecek “Özgeçmişi”ne bakıldığında, “Oğuz Atay, 12 Ekim 1934’te İnebolu (Kastamonu)’da doğdu. Babası, VI., VII. dönem Sinop, VIII. Dönem Kastamonu Milletvekilliği yapan Cemil Atay'dır. 1951 yılında, bugünkü adı Ankara Koleji olan Ankara Maarif Koleji‘ni, 1957 yılında da İTÜ İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. Üç yıl sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA, şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü'nde öğretim üyesi oldu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. 13 Aralık 1977'de, İstanbul'da yaşamını yitirdi. Edirnekapı Sakızağacı Mezarlığı'na defnedildi.” denildiği ve hemen edebiyat çalışmalarına geçildiği görülecektir. Gerçi Oğuz Atay, İDMMA’da değil, 1960 yılında henüz İDMMA olmamış olan İstanbul Teknik Okulu’nda göreve başlamıştır. KENDİ ANLATIMIYLA OĞUZ ATAY İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin 15 günlük yayın organı olan Teknik Güç’ün 1 Ekim 1972 tarihli sayısında[1], Teknik Magazin sayfasında, “Başka Çalışmalarıyla Ün Kazanmış Arkadaşlarımız: 2” bölümünde, kendi yazmasıyla şunları buluyoruz: “Yazdığım ilk kitabın adı 'Topoğrafya'dır. Sonra 'Tutunamayanlar' romanını yazdım. Edebiyatçılar, vitrinlerde ilk kitabımı gördükleri zaman çok gülüyorlar; akademideki bazı hocalar da roman yazdığımı duyunca, acıma duygularını (buna biraz istihza da karışıyor) gizleyemiyorlar. İlk gençlik yıllarımda roman yazmanın dehşetli bir iş olduğunu düşünürdüm, bugün sadece yorucu bir iş olduğunu biliyorum. Ben, belki de büyük bir bilim adamı olmak isterdim. Büyük bir bilim adamı olduğuna inandığım profesör bir arkadaşım da, romancı olmak isterdim diyor; anlaşamıyoruz. Olduğundan başka türlü olmak isteyenlerin ülkesinde yaşıyoruz. Bu durumun da içinden çıkacağımıza güveniyorum. Bu konuda şöyle düşünüyorum (Tutunamayanlar, sayfa 213 – 214); “Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlikle tespit edemediği Tunç devri, halkımız için bir altın devri olacaktır. Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır.” Mühendis olduğuma da seviniyorum ayrıca. Başka meslek seçemezdim herhalde.” O nedenle benim aklıma takılan sorular şunlar oldu: Herkes Oğuz Atay’ın edebiyatçı yanını bilmek istiyor. Bu anlaşılır bir şey. Ama onun ya Yıldız Günleri? Ya Mühendis Oğuz Atay? Öğretim Üyesi Oğuz Hoca? Görevi sürerken yaşamını yitirdiği Yıldız Teknik Üniversitesi’nin “Emekli Akademik Personel Bilgi Sistemi (EPERBİS)”[2] içinde Oğuz Atay da yer alıyor. Burada verilen özgeçmişte bu soruların yanıtlarına yönelik ipuçlarını buluyoruz: Doç. Oğuz Atay İlkokul: Ankara, Devrim İlkokulu, 1945 Ortaokul: Ankara, Maarif Cemiyeti, 1948 Lise: Ankara, Maarif Cemiyeti Lisesi, 1951 Lisans: İstanbul, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), İnşaat Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü, 1956-1957 Yüksek Lisans: İstanbul, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), İnşaat Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü, 1956-1957 Yeterlik Çalışması: İstanbul, İstanbul Teknik Okulu, İnşaat Bölümü, 1967 Doçentlik Çalışması: İstanbul, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), Harita-Kadastro Bölümü, Ölçme Bilgisi Kürsüsü, 1975 Akademik Unvanlar: DOÇENT, İstanbul, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), Harita-Kadastro Bölümü, Ölçme Bilgisi Kürsüsü, 1975 ÖĞR.GÖR., İstanbul, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), Harita-Kadastro Bölümü, Ölçme Bilgisi Kürsüsü, 1971 ÖĞR.GÖR., İstanbul, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), İnşaat Bölümü, 1969 ASİSTAN, İstanbul Teknik Okulu, İnşaat Bölümü, 1963-1967 ASİSTAN ADAYI, İstanbul Teknik Okulu, İnşaat Bölümü, 1960 İdari Görevler: İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), Başkanlık, Başkan Yardımcısı, 1970-1971 İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), İnşaat Bölümü, Bölüm Başkanı, 1969-1970 Yurtiçi Deneyimler: Konya, Konya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (KDMMA), ÖĞR.GÖR., Kasım 1974-Kasım 1975 Denizcilik Bankası, Temmuz 1959-Aralık 1960 Yurtdışı Deneyimler: İngiltere, Londra, Imperial College of Science & Technology, Bilimsel Çalışma, 15.12.1976-11.11.1977 Almanya, Bonn, Bonn Üniversitesi, Bilimsel Çalışma, 18.08.1969-18.10.1969 Emeklilik: İnşaat Fakültesi, Harita Mühendisliği, Ölçme Tekniği Anabilim Dalı Vefat: 13.12.1977 ÇIKARIMLAR Bu Özgeçmiş düz biçimde okunduğunda bazı şeyler gözden kaçabilir. Ama ben şu çıkarımlar ve bunların ilişkilendirilmeleri üzerinden değerlendirmelerimi sürdüreceğim: 1969-1970 yıllarında Yıldız’da İnşaat Bölümü Başkanı’dır. 1971 yılında ise Harita-Kadastro Bölümü Ölçme Kürsüsü öğretim görevlisidir. Bu benim kafama takıldı. Neden kendi bölümünden ayrılmıştı? 1974-1975 yıllarında, “Doçent” unvanını kazanabilmek için Konya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (KDMMA)’nde öğretim görevlisi olarak görev yapar. 1975, yılında İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA), Harita-Kadastro Bölümü, Ölçme Bilgisi Kürsüsü’nde Doçent olur. Yaşamını yitirdiği 1977 yılına kadar bu kürsüde görevlidir. Prof. İlhan Berktay’ın Anlatımıyla Bölümden Kopuş Öyküsü[3] Hayrettin Dönmezer'in bölüm başkanlığı süresi bitiyordu, başka aday çıkacağını hiç beklemiyordu. Öğrenciler arasındaki lakabı "Deli" idi, hocam için konuşmak yakışmaz ama hazâ [tam] deliydi. Bir örnek vereyim: Lisansüstündeki derslerine, bölümdeki işlerinin çokluğundan geç gelirdi. Bir kişiyi sıranın üstüne tırmandırır, duvara yazdırırdı: "Hayrettin Bey'in 45 dakika alacağı var" diye. Ben dayanamayıp gülersem, "İlhan bıyık altından gülüyor" derdi. Güzel bir Hidrolik Laboratuvarı kurmuştu, yılda bir ya da bilemedin iki kez gidilirdi. Bir de yardımcısı vardı, astsubaylıktan emekli Abdullah Efendi. Bağırırdı: "Abdullah Efendi vanayı aç!" Sonra sınıfa açıklama yapardı: "Böyle hızlı bağırmak gerekir ki, etkili olsun." Bütün sınıf bağırırdı: "Abdullah Efendi vanayı aç", tam bir curcuna. Bunlar en masum örnekler. Sonunda bir rakip aday çıkarmaya karar verdik: Başkanlık için Oğuz Atay, yardımcısı için Zinde Kip. Öyle hocalar destek çıktı ki şaştık kaldık. Yusuf Hoca, M. Ali Saraylı vb. Sonuçta Oğuz başkan oldu, Hayrettin de hepimize düşman. Oğuz başkanlığı iyi yürüttü, dengeli, akılcı. SELVA ÜNAL’IN GÖZLEMLERİ[4] İlhan Hocanın girmediği ayrıntıları, bir yere kadar, Selva Hoca, kendisiyle yaptığım sözlü tarih çalışmasında veriyordu: - O yıllarda yönetimde etkili olan diğer hocalar kimler? - Zannediyorum, Süha Toner, Emin Necip Uzman, makineden Muzaffer Sağışman, Macit Erbudak. Çok etkiliydi Macit Bey. Vakkas Aykurt, Adnan Ergeneli, Hayrettin Dönmezer, Necdet Eraslan, Ekrem Ulsoy, Macit Erbudak, Bedii Ilgım, Ahmet Karadeniz, bir bakıma Necmettin Tufan -fazla karışmazdı o, daha çok yürütücüydü- mimarlıktan Süha Toner, İrfan Bayhan, mimarlıktan Gazanfer Erim. - Ama bunların içinde bir çekirdek kadro çok daha aktif, birbirine kenetlenmiş durumda mı? - Evet. O ara Oğuz Atay da vardı; ama Oğuz Atay, Hayrettin Bey (Dönmezer) tarafından çok dışlandı. - Niye? Neydi Hayrettin Beyle aralarındaki sorun? - Bölüm başkanı oldu bir ara Oğuz Atay. İnşaat Bölüm Başkanı. Fakat Hayrettin Dönmezer, klasik düşünce tarzına sahipti, Oğuz Atay çok avangart geliyordu herhalde ve büyük olaylar oldu. Oğuz Atay’ı Bölüm Başkanlığından uzaklaştırdı. - Nelerdi o olaylar? - Tam olarak detayını hatırlamıyorum, ama epey münakaşalı şeyler oldu. Herhalde sağ-sol hareketleri başlıyordu o ara. Biraz sol buluyordu zannediyorum Oğuz Atay’ı. Fazla detayına girmek istemiyorum. Bazıları benim kendi gözlemim olabilir. Bazı insanlarda en önemli husus, kendine güveni olması benim açımdan. O, bir güvensizlik duydu mu kendi tarzının dışındaki tarzlara? Hayrettin Dönmezer, muhakkak kıymetli bir arkadaştı. Fakat kapris mi diyeyim, kendine has tavırları mı, bilmiyorum. Öğrencilerle de yaptığım konuşmalarda, kendini büyük görme kompleksi vardı, değişik bir insandı. Oğuz Atay, değişik tarzda bir insandı ve o zamanki mektebin klasik düşüncesine göre, Oğuz Atay fazla ilerici bir insandı. Hatta onun bir kitabı var; Tutunamayanlar. O tip olaylardan bahseder. Eski klasik zihniyetle yeni zihniyetin çatışması diyebilirim. KENDİ BÖLÜMÜNDEN HARİTA-KADASTRO BÖLÜMÜNE GEÇİŞ Oğuz Hoca kendi Bölümü’nden koparılıyordu. Bu süreçte kim bilir neler yaşamıştı? Bunların ayrıntılarını bize anlatacak sanırım kimse kalmadı. O nedenle tam olarak bilemeyeceğiz. Onun, deyim yerindeyse ortada bırakılmak istendiği bu koşullarda, okul yönetiminde ağırlığı olan Harita-Kadastro Bölümü Başkanı Macit Erbudak devreye girdi. Ve Oğuz Hocanın kadrosunun Harita-Kadastro Bölümü’ne aktarılmasını sağladı. Bu sahiplenişin hakkını vermek gerekir. Oğuz Hocanın öğrenci boykotuna verdiği desteği ve Bölüm Başkanlığı’nı kazanışını içine sindirememiş olan Hayrettin Dönmezer’in dışlayan tavrının tam tersi bir tavırdı Macit Hocanın tavrı. Bir kucak açış, bir sahipleniş… Bu, bir Macit Erbudak farkıydı. Bu sahiplenişi yapan, mesleğimizin bilgesi, ülkemizde mühendislik düzeyinde haritacılık eğitiminin 3 başlatıcısından biri, dönemin Bölüm Başkanı Macit Erbudak’tır… Macit Hoca farklıydı. 1968 Öğrenci Olaylarına ilişkin İDMMA’nın Görüşünü kaleme alma görevi verilen Macit Erbudak’ın, saman deftere el yazması olarak yazdığı görüşlerinden bazıları şunlardı: Aslında gençlik, taşan enerjisi gereği, hep hareket halinde olup, kurulu düzeni eleştirecek, değişmesini özleyecek ya da kendisi değiştirmek isteyecektir. Yeni kuşaklar eskilere oranla daha iyi yetişme olanaklarına sahiptirler. Düşünme eğitimiyle elde ettikleri eleştirme yeteneği ve anlatım olanakları sayesinde sayı üstünlükleri yanı sıra bazı nitelikler de kazanmış bulunmaktadırlar. Ne var ki yönetimi elinde tutan kadrolar bu gerçeği kavrayamadıkları için ilerlemelere uygun sosyal düzeltmelere girişilememiştir. Çağımızın hızla geliştiği, aynı toplum içinde genç ve yaşlı kuşakların durmadan artmakta olduğu, aile dağınıklıklarını göz önünde bulundurarak, yargılarımızı nesnel gözlemlere dayandırırsak, bugünkü koşullara oldukça uygun ve yararlı bir çözüm bulabiliriz. Gençliğin gerçek yerini, haklarını, meslek ve eğitim sorunlarını, geleceklerini, sosyo-ekonomik ve psiko-sosyal yönlerden en adil bir biçimde saptamakla, genç ve yaşlı kuşaklar arasında denge sağlayıcı ve birleştirici bir köprünün kurulması umulabilir. Ve Harita-Kadastro Bölümü öğrencilerinin yayın organı olan Devrim Dergisi’nin 07.06.1969 tarihli sayısında şunları yazıyordu, Macit Hoca: Siz öğrencilerin yolları güçlükler ve çözüm bekleyen karmaşık sorunlarla doludur. Yılmayınız, geleceğe umutla bağlı kalınız! Oğuz Hoca artık Harita-Kadastro Bölümü Ölçme Kürsüsü öğretim görevlisiydi. ÖĞRENCİLERİNİN GÖZÜYLE… Harita ve Kadastro Bölümü’nde “Yol” dersini üstlenmişti. Nasıl bir hocaydı? Bunu, öğrencisi olan ağabeyim ve meslektaşım, belleği inanılmaz güçlü olan Mustafa Köktürk’e sordum. 19.07.2019 tarihinde bana şu bilgileri gönderdi: Ben, İDMMA’nde 1972-1973 öğretim yılında 3. sınıf öğrencisiyken Oğuz Atay, “Yol” dersimize girdi. Kendisi 1970 yılında TRT’nin düzenlediği bir yarışmada “Tutunamayanlar” romanıyla birinci olmuştu. Böylece ülkemizin en tanınan romancıları arasına girmişti. Bu popüler yazar, karşımıza “Yol” dersi hocası olarak çıkmıştı. Bütün sınıf buna hayret ediyorduk. Kendisi, sanıyorum 1957 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirmiş ve bizim Akademinin İnşaat Bölümü’nde kadrolu öğretim üyesi olmuştu. Ancak kendisine bölümde doçentlik kadrosu verilmediği gibi, diğer öğretim üyeleri tarafından dışlanmıştı. Bunun üzerine Bölüm Başkanımız Macit Erbudak, Oğuz Hocayı bizim bölüm kadrosuna dahil etmiş ve daha sonraki yıllarda da doçent kadrosu sağlamış. Oğuz Atay’ın sakin bir kişiliği vardı. Bir yıl boyunca aynı ses tonuyla ders anlattı. Çok sade bir dil kullanırdı. O ders yılı boyunca anlayamayacağımız tek kelime kullanmadı. Yine ders yılı boyunca “Yol” dersinin konusu dışına asla çıkmadı. Özellikle sol görüşlü öğrencilerin değişik alanlardaki sorularını duymazdan geldi. Yalnızca arkadaşımız Cahit Tan’ın, “Hocam, bari en sevdiğiniz romancının adını söyleyin,” biçimindeki talebine, “Dostoyevski” yanıtını verdi. Tutunamayanlar romanını da sanki bize anlattığı ders üslubuyla yazmış. O ders yılının ilk yarıyılında dersin teorisini anlattı. İkinci yarıyıl ise herkese topografik harita dağıtıldı. Bizler bu haritalarda işaretlenen iki nokta arasında Yol Projesi hazırladık. Buna göre, örneğin ilk hafta yol güzergahını belirledik. İkinci hafta “Boy Kesit”, daha sonra “En Kesit” çıkardık. Bu çalışmaları kürsüde oturan Oğuz Hocaya götürdük. Böylece hepimiz her hafta birkaç dakika bile olsa Oğuz Hocayla konuştuk. Bu sırada da yalnızca “Yol Projesi”nden söz edebildik. Oğuz Atay’ın saçları uzun ve dağınıktı. Asla kravat takmazdı. Ayakkabıları genellikle “bot” veya buna benzer türdeydi. Ütülü pantolon giymezdi. Pantolon olarak “kot” türüne yakın ve açık renk spor pantolonları tercih ederdi. Pantolon üzerine ise bu kez koyu renk çember yaka kazaklar giyerdi. Kazağın içinde ise açık renk gömlekler giydiği görülürdü. Üzerinde en çok gördüğümüz renk, kahverengi ve tonlarıydı. O ders yılı boyunca ceket giydiğini hiç görmedik. Kışın ise pardösü yerine kaban giymeyi tercih ederdi. Oğuz Atay’ın “boğuk” bir ses tonu vardı. Boğuk bir sesle ve aynı tonla ders anlattığı için öğrenciler üzerinde, dinleme açısından yeterli ilgiyi sağladığını söyleyemeyeceğim. Ama ondan etkilenen öğrenciler de vardı. Örneğin Fikret Akbaş… “Kendi halinde, mülayim bir insan” olarak nitelediği Oğuz Atay’dan öylesine etkilenmişti ki, mezun olunca isteyerek “Karayolcu” olmuş, emekli oluncaya kadar da severek çalışmıştı. Öğrencilerinden Erdal Bingöl ise, 1974 yılında derslerine giren Oğuz Atay için, “Derin bir insandı. Bana göre devrimciydi, Kemalistti, özgürlükçüydü. Yorgun ve düşünen bir yapısı vardı” diyor. Onunla en çok zaman geçiren öğrencilerden olan Cahit Tan, kendisiyle İzmit’te o yılları konuştuğumuz 6 Ağustos 2019 günlü sohbetimizde, “Oğuz Atay beni görünce gözleri parlardı. Harita Bölümü’nün Ölçme Laboratuvarı’nda buluşurduk. Bir Albay emeklisinin oğlu olan Satuhan Atasü ile bir araya gelirdik. Sohbet ederdik. Bana yaptıklarımızı anlattırırdı. Ben de kendimi, örn. 5 kişilik işgal komitesinde yer aldığım Sungurlu Kazan Fabrikası’nın işgalini, diğer öğrenci olaylarını anlatırdım…” diyor ve o yıllara dalıp gidiyordu. Satuhan Atasü’yü düşünüyorum. O sohbetçi yanıyla kim bilir neler konuşuyordu alet laboratuvarında Oğuz Atay’la? Bunları da bilemeyeceğiz. Ne yazık. Çaycuma (Zonguldak) Belediye Başkanı, çocukluk arkadaşım ve sevgili dostum İnş. Y. Müh. Bülent Kantarcı da öğrencisi olmuştu Oğuz Atay’ın, İDMMA İnşaat Bölümü’nde. Ona da sordum Oğuz Hocayı. “Oğuz Atay anlatılmaz, yaşanır,” diye girdi söze ve belleğinin odalarında gezinmeye başladı… “2. Sınıfta, 1972-1973 öğretim yılında, topografya dersimize gelirdi. Onda en çok hatırladığım, ders anlatmasıydı. Sesi ince sayılabilirdi. Derste çok konuşmazdı. Tahtaya geçerdi. Sınıfa sırtını döner, saatlerce teodolit vb. ölçme aletlerinin kesitlerini çizerdi. Herhangi bir yere bakmadan çizerdi. Keşke fotoğraf çekmesini biliyor olsaydım o zamanlar da, o tahtanın bir anısı kalsaydı. Kitaplardaki gibi çok düzgün ve ayrıntılı idi çizimler. Saatlerce sürerdi. Kendinden geçerdi. Biz öğrencilerin canı sıkılırdı bu sessizlikten. Sanırım çizimleri yaparken kendi iç alemine dalardı. Cumartesi günleri oluyordu bizim topografya dersinin uygulamaları. Genelde salaş giyinirdi. Bazen sakal bırakırdı. Gündüz öğleden sonra derse geliyordu. Bazen de grand tuvalet, süper bir giyim kuşam, saçı vesairesi. Oradan sanıyorum bir toplantıya falan gidiyordu ki, o zamanlar öyle giyinirdi. O yıllarda, bir öz Türkçe akımı vardı. Hatta abartılı Türkçe kelimeler kullanılırdı. Oğuz Atay, aşırıya kaçmadan, illa öz Türkçe kullanacağım diye kasmadan, çok duru bir Türkçeyle konuşurdu. Topoğrafya gibi teknik bir kitabı da o sadelikte yazmıştı. Bu kitapta birçok Türkçe kelime kullanmasına rağmen, kitap kolay anlaşılır bir kitap olabilmişti. Bir derste “ölçme kusuru” ile “ölçme hatası”nın arasındaki farkı çok güzel anlattığını hatırlıyorum. 12 Mart sonrası olmasına ve kendi yaşadıklarına rağmen siyasi hiçbir şey konuşmazdı. Ben akşam bölümü öğrencisiydim. O yıllar elektrikler çok fazla kesilirdi. Elektrikler kesildiğinde, karanlıkta sohbet ederdik. Örneğin, arkadaşların en çok yakındıkları şeylerden biri şuydu: “Oğuz Atay’ın öğrencisiyiz, ama onun kimliğini kimse bilmiyor.” 1970’de “Tutunamayanlar” romanıyla TRT roman ödülünü kazanmış. Bizim sınıfın neredeyse tamamı gündüz çalışıyordu. Sinek Hasan diye bir arkadaş vardı, “Hocam; biz mühendis olacağız, hâlâ Türkçe dersi okuyoruz” dedi bir gün. Baltayı taşa vurdu. Oğuz Atay, “Çocuklar, keşke 5. sınıfa kadar okutabilsek daha iyi olacak. Ben, sizin yazılı kâğıtlarınızı okumak bir tarafa, isimlerinizi zor okuyorum” demişti. Nasihat etmek yerine daha çok bizim sorularımızı yanıtlardı. Birikim açısından aramızda büyük bir uçurum olduğunun farkındaydı sanırım. Anlayamayacağımızı bildiği için, çok fazla şeyler anlatma telaşında değildi sanki. Çok sakin bir insandı. Bir keresinde de, yine sırtını sınıfa dönüp tahtaya şekiller çiziyor… Ara vermezdik, erken çıkalım diye, 3 saat üst üste ders. Onar dakika teneffüsü düştüğün zaman yarım saat erken çıkıyorsun. O tahtaya şekil çizerken, bizim arkadaşlar, kış günü, bir güzel giyinmişler, her şey hazır, çantalar hazır. Hoca bir dönüp baktı ki, herkes gitmek için hazırlanmış. Tabii, aradan bir tanesi bir fişek atacak. “Hocam, gidelim mi?” dedi. Şöyle bir baktı, “Çocuklar, o kadar güzel hazırlanmışsınız ki, gitmeyin demek içimden gelmiyor” dedi. Okulun yanındaki postanede jetonla çalışan bir telefonda uzunca sayılabilecek bir konuşması aklımda kalmış. Peş peşe bir sürü jetonu attığını hatırlıyorum. Sanırım bir proje üzerine hararetli bir konuşmaydı. Daha çok Oğuz Hoca anlatıyordu... Harita bölümünden bir “İnşaat Mühendisi”nin Topoğrafya dersine gelmesi beni daha çok ısındırmıştı kendine. Ölçme işi, haritacıların işi sayılır ya. Mesleğimizi iyi öğrenmemiz gerektiğini, aksi takdirde şantiyelerde ustaların karşısında çok zorluk yaşayacağımızdan söz ettiğini hatırlıyorum. Topoğrafya tatbikatımızı okulun önünde, o zaman boş olan arazide yapmıştık. Beşiktaş tarafında, aşağıda Sağır ve Dilsiz okulu vardı. O arada. “Sabunlama” terimini o zaman öğrenmiştik. Ödevlerimizin hepsini kabul etti. Kimseyi dersinden sınıfta bırakmadığını hatırlıyorum. Zaman geçtikçe onu daha iyi anlıyorum. Öğrencilik yıllarında bir dönem, Çapa’daki Zonguldak Öğrenci Yurdu’nda kaldım. O yıllar Tutunamayanlar’dan sonra Tehlikeli Oyunlar kitabı çıkmıştı. Aldım, kalın kitap, yani çok zor. Okuyorum, okuyorum, yürümüyor. Fındıkzade-Yeni Mahalle (Yıldız) otobüsü vardı, 24 numara… Okula onunla gider gelirdik. 1 saate yakın sürüyordu yolculuk. O arada onu okuyordum. O kadar da zor okumama rağmen içime öyle bir işlemiş ki, o Hüsamettin Tambay, albayım… Yani hayatımın her evresinde Oğuz Atay’la sanki hep beraber yaşadık. Türkan Hanım vardı. O öğretim görevlisi statüsünde olduğu için, onunla görüşürlerdi. O yıllarda ara ara gelirdi, hastalandığı sıralar. Tabii, çok üzülüyorduk. Öyle bütünleşmişim ki onunla, ben hep Oğuz Atay’mışım gibi düşünmeye başlıyorum. Hayatım boyunca hep öyle bakmaya çalıştım ve yaptığım her şeyde de Oğuz Atay’a karşı bir suçluluk psikolojisiyle, “Yanlış bir şey yapmayayım, Oğuz Atay’a karşı ayıp olur” gibi düşündüm hep. Aslında o yıllarda Türkiye'deki aydın sorunsalını tespit etmiş, analiz etmiş; ama biz bunu ne kadar anlamışız, biraz tartışılır.” PROF. ALTAY GÜNDÜZ’ÜN KALEMİNDEN Oğuz Hocanın en yakın arkadaşlarından biriydi, Altay Gündüz. Geçmişe Yolculuk[5] başlıklı kitabında, Oğuz Atay’la ilgili şu anılar yer alıyor: 1969 yılı Haziran ayında Yıldız Teknik Okulu “Akademi” oldu; İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (İDMMA). Belirli bir süre öğretmenlik yapmış olanlar, mesleki yayınları göz önüne alınarak, profesör ya da doçent unvanı aldılar. Bana gelince, araştırmalarım yeterli olduğu halde, anılan süreyi doldurmadığım için 21 Kasım 1969'da Öğretim Görevliliği'ne intibak ettirildim. Oğuz da öyle. 1975 yılında, ilgili yasa gereği doçent olabilmek için bir ders yılı, Konya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi'nde ders verdik. Her hafta, Oğuz'la Ankara'ya uçakla ve oradan otobüsle Konya'ya gidiyor, iki gün içerisinde derslerimizi veriyor, İstanbul'a dönüyorduk. Oğuz'u 1961 yılında tanıdım. İDMMA Harita ve Kadastro Bölümü'nde asistandı. Zaman içerisinde dost olduk. Mizah, özellikle kara mizah yapmayı seviyordu. Evimize gidip gelmeye başladı; ailem onu benimsedi. Roman ve öyküleriyle tanındı ülkemizde. Oysa Oğuz, her şeyden önce bir mühendisti ve hocaydı. İnsanları düşünmeye, sorgulamaya ve kendileriyle hesaplaşmaya yönelten romanlar yazdı. Yazdıkları üzerinde düşünsünler, tartışsınlar, kendilerini tanısınlar istedi. Bu amaçla, romanlarındaki düşüncelere uygun anlatım teknikleri kullandı. 1976 yılı yazında doçent olan Oğuz, bir yıl kendi alanında araştırma yapmak için İngiltere'ye gitmek istedi. Akademiden gerekli izni aldı. Gitmeden birkaç gün önce bize geldi. Bir ara midesinin bulandığını söyleyip tuvalete gitti, safraymış. Olayı onun heyecanlı mizacına hamletmiştim o zaman. 1976 yılının Aralık ayında bir sabah, ben ve yakın dostları Yeşilköy Havaalanına gittik, onu ve eşi Pakize'yi uğurladık. Londra'nın uluslararası havaalanı Heathrow'a indikleri zaman Oğuz, çift görmeye başlamış ve baygınlık geçirmiş, hastaneye kaldırmışlar. Hekimler, testler sonucu, kafatasını açmaya karar vermişler. Beyninde üç habis tümör tespit etmiş ve ikisini almışlar. Konumu dolayısıyla, komplikasyon oluşması riski çok yüksek olduğu için, üçüncüsünü alamamışlar. Hastalığın seyri ve sağ kalma süresini (survive) yaklaşık bir yıl olarak belirlemişler. Oğuz'a sık sık uzun ve eğlendirici mektuplar yazıyordum. İlgili dosyamda Londra'dan yazdığı bir mektupla bir posta kartı var. 8 Haziran 1977 tarihli mektubunda, telefonlarıma ve mektuplarıma çok sevindiğini yazıyor ve akademinin yetkililerinden durumu hakkında ne düşündüklerini öğrenmemi, ona yazmamı istiyor, "Şu veya bu şekilde benim burada bir yıl kadar veya ona yakın kalmamı sağlarlarsa çok sevinirim" diyordu. O dönemde akademi başkanı olan Prof. Süha Toner'le görüştüm. Başkanlık, İngiltere İçişleri Bakanlığına (Home-Office) bir mektup yazarak Oğuz'un kendi alanında araştırmalarını sürdürmesi için bir yıl süreyle yasal izinli olduğunu bildirdi. Ne yazık ki Oğuz, bu süreyi kullanamadı. 16 Eylül 1977 tarihli kartpostalında şöyle yazıyordu: "Bugünlerde önce nöbet gibi bir gariplik oldu, iki üç dakika konuşamadım; 'Radyoterapiden sonra olurmuş' dedi doktor. Sonra da bir haftadır sürekli başım ağrıyor. Dün başımın filmi çekildi. Dr. Morgan bir şey göremediğini söyledi. Birkaç gün sonra scanning (tarama) dedikleri film çekilecek. Bu nedenle yorgun ve isteksizim." Ölümünden yaklaşık bir ay önce Türkiye'ye döndü Oğuz. Kemoterapi uygulanmaya başlanılmıştı. Bir gün bize geldiği zaman bazen sözcükleri hatırlamadığından, onların yerine “şey” dediğinden yakındı. Oysa korkunç bir hafızası vardı Oğuz'un. Kâğıt sepeti gibi bir bellek; hani, ne atarsan kalır içinde... "Hiç değilse 'düşey' demiyorsun." "Anlamadım?" Ona, "şey" sözcüğünü çok sık kullanan hocam Burhanettin Berken Bey'in bir dersinde "düşey" dediği zaman bir arkadaşımın "Hoca, tek 'şey'le yetinmedi, 'iki şey' (dü şey) demeye başladı" diye şaka yaptığını anlattım. Güldü. Devam ettim: "Rivayet ederler ki Ömer Hayyam, cebirsel ifadelerde bilinmeyen için Arapça 'şey' sözcüğünü kullanırmış. Hayyam'ın İspanyolcaya çevrilen eserlerinde bu sözcük İspanyolca x, ş diye okunduğu için, xay olarak yazılmış. Gel zaman git zaman xay, x'e dönüşmüş ve cebirsel denklemlerde bilinmeyeni simgeleyen ve en yaygın kullanılan harf olmuş." 12 Aralık 1977 Pazartesi günü akşamüstü Pakize ile Oğuz bize geldi. Özcan, bir arkadaşına gitmiş, henüz dönmemişti. Oğuz, saçlarını kestirmişti, yıkanmak istedi. Banyodan çıkınca biraz dinlendi. Sonra bir gazete alıp banyodaki tuvalete gitti. Giderken sendelediğini gördüm. Kapıyı kilitlememesini söyledim. Öfkelendi, kilitledi. O zamanlar yanımızda çalışan Asiye adında bir kızcağız vardı. Oralarda dolaşmasını, tuhaf bir şey duyarsa haber vermesini tembih ettim. Biraz sonra Asiye koşarak geldi. Bir gürültü duymuş, kapıya vurmuş ses yok... Kapıcımızla kapının kilidini kırdık. Kapıya yönelirken düşmüş, ölmüş. Cenazesi 13 Aralık 1977 Salı günü Sultanahmet Camisi'nde kılınan öğle namazından sonra Edirnekapı Mezarlığı'ndaki kabrine defnedildi. Camide ve kabristanda Oğuz'u düşündüm. Ailesinden altı kişi kanserden ölmüştü. Belki bu yüzden ölümden sık söz ederdi. Son yıllarında da "Otopside belli olur!" sözünü sık sık yineliyordu. Ölüm teması, Tutunamayanlar romanında yer alır: "Yapılan otopside beyninde bir yapı bozukluğu bulunur, ya da ur filan... Kafatasımı iki usta parmağın açacağını ve içinde yapacağı küçük bir iki değişiklikle beni tekrar aydınlığa kavuşturacağına inanıyorum." Geleceğini görmüştü sanki Oğuz... Bir gün, bizim evde konuşurken Oğuz'un, ülkenin içinde bulunduğu durumdan yeise kapıldığını, Özge'yi yanına alıp ücra bir köyde inzivaya çekilmek, kızını kendi eğitmek ve kasabaya inip öteberi almak için de bir eşek satın almak istediğini söylediğini hatırladım. O esnada Oğuz'u dinleyen Hikmet Bey'in, her zaman yanında bulundurduğu bloknotuna bir şeyler çizdiğini gördüm. Hikmet Bey, Oğuz için bir köy evi planı ve evin cepheden görünüşünü çizmiş ve sepya skeçte, iki oda, sofa, banyo ve tuvaletten oluşan hımış bir köy evi ile bu evden bir geçitle ulaşılan mutfak betimlemişti. Şimdi Oğuz'un dosyasında bu skeç... Yıldız Teknik Okulu'nda tanıdığım ve kısa zamanda dost olduğumuz bir başka meslektaşım da Affan Balaban oldu. …1968-1969 yıllarında yazları hariç hemen hemen her hafta belli bir akşam ben, Oğuz ve İlhan Berktay, Affan'ın yazıhanesinde toplanırdık. Söz konusu yazıhanede toplandığımız akşamlar, koridordan girilen ve penceresi İstiklal Caddesi'ne çıkan pasaja bakan mutfakta oturur, Affan'ın Dudu Odaları Sokağı'ndaki Şütte'den aldığı sosisleri, füme jambonları, gravyer peynirlerini ve sahanda pişirdiği domuz pastırmalı yumurtaları yer, kulplu bardaklarla bira içerdik. "Bira, 8 derecede içilir!" derdi Affan. Bu toplantılarda siyasetten konuşmaz, Affan'ın İkinci Dünya Savaşı hatıralarını dinlerdik. Bu anılardan anlıyoruz ki, Oğuz Atay aslında 12 Aralık 1977 günü ölmüştü. Oysa ölüm ilanında bile 13 Aralık’ta öldüğü yazmaktadır. Oğuz Atay’ın aramızdan ayrılmadan önceki yıllarına ilişkin bazı anıları da Prof. Dr. Ahmet Açlar Hoca anlatmıştı. “Türk Haritacılığının 3 Büyükleri (Macit-Ekrem-Burhan)”[6] başlıklı sözlü tarih kitabımda Ahmet Hocanın anlatımıyla şu notlar yer alıyor: Macit-Ekrem-Burhan Hocalarımızın belirgin ortak yanları; insanlara değer veren, yardımsever ve her an onları mutlu görmek isteyen davranışlarıydı. Ağustos 1975’te Almanya’dan doktoramı bitirip döndükten sonra, değerli yazar, kardeş ve meslektaşımız Oğuz Atay ve diğer hocalarımızla bölüm odasında ders aralarında ya da öğle yemeği paydoslarında sohbet ederdik. 1976 yılı son çeyreğinde baş ağrıları nedeniyle Oğuz Hoca’nın sohbetlerdeki neşeli halleri kaybolmuştu. O yıllarda döviz kıtlığı vardı ve yurtdışına çıkış çok zordu. Hele hele tedavi için çıkmak hemen hemen olanaksızdı. Ama Macit-Ekrem-Burhan Hocalarımız, bürokratik deneyimleri ve geniş çevreleriyle buna çare buldular ve Türkiye’de tedavisi olanaklı olmayan Oğuz ATAY’ı yakalandığı amansız hastalıktan (beyin tümörü) kurtulmasını sağlamak için büyük bir umutla Londra’ya gönderdiler. Oğuz, Aralık 1976 sonu Londra’da geçirdiği beyin ameliyatından sonra bir iyilik devresi yakalamış, çok az bir zaman için Türkiye’ye dönmüş, o zamanlar çok değerli bir hediye olan büyük bir şişe viskiyi önceden haberli bir toplantıda hoca arkadaşlarına sunarken; doktorlarının kendisine “çok kısa bir süre ömrü kaldığını” söylediklerini cesaretle bildirmiş, hepimizi üzüntüye boğmuştu… Sonra da kalan çok kısa ömrünü nasıl geçirmeyi düşündüğünü açıklamış; ”Bizlerden yardımcı olmamızı, kendisine kırılmamamızı rica etmişti”... Macit-Ekrem-Burhan Hocalarımız kendisine, “Allahtan ümit kesilmeyeceğini, Akademik ve diğer resmi formaliteler için üzülmemesini, onları halledeceklerini, iyilik dilekleri ile” söylemişlerdi. Ayrılırken hepimiz kendisine şifalar dilemiştik. Ama ne yazık ki Oğuz Atay 13 Aralık 1977’de 43 yaşında ölmüştü. Yazının tamamını http://www.erolkokturk.net sitesinden okuyabilirsiniz. [1] Teknik Güç, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayın Organı, Yıl: 1, Sayı: 9, 1 Ekim 1972, s: 14 [2] Kaynak: http://www.eperbis.yildiz.edu.tr/biyografi.php?id=354 [3] BERKTAY, İlhan, Aşkta ve Kavgada Solmaz Hanım’la Bir Ömür, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Temmuz 2018, İstanbul, ISBN: 978-605-295-500-0, ix+414 s. (s: 259-260) [4] KÖKTÜRK, Erol, Saçlarına Yıldız Düşmüş (Selva Ünal’ın Kitabı), Sözlü Tarih, Yayıncılar: B. Deniz ÜNAL ve Cemil ÜNAL, 1. Baskı, Haziran 2014, ISBN: 978-605-87346-2-3, 451 s. [5] GÜNDÜZ, Altay, Geçmişe Yolculuk (İnsanlar, Hatıralar, Olaylar ve Düşünceler), Yapı Kredi Yayınları-3075, 1. Baskı, İstanbul, Mart 2010, ISBN: 978-975-08-1760-1, 557 s. [6] KÖKTÜRK, Erol, Türk Haritacılığının 3 Büyükleri (Macit-Ekrem-Burhan), TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayını, Kasım 2009, xi+569 s. Gerçekedebiyat.com
Tehlikeli Oyunlar (1973)
Bir Bilim Adamının Romanı (1975)
Korkuyu Beklerken (1975)
Oyunlarla Yaşayanlar (1975)
Günlük (1987)
Eylembilim (1998)
Doğum: Kastamonu, İnebolu, Etçiler, 12.10.1934
YORUMLAR