Son Dakika




Salih, sosyalist bir partinin sanat ve kültür yayınlarından sorumlu edebiyat eleştirmeni, yazar ve çevirmendi. Arkadaşları ona “Mösyö” diye hitap ederlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse dış görünüşü mösyölüğün hakkını verecek tarzdaydı. Deyim yerindeyse tam bir beyaz Türk’tü. Leninvari sakalı, Tatarlara özgü çekik gözleri, Boşnaklara özgü beyaz teni ile tüm Anadolu coğrafyasındaki  karışımın bir özeti gibiydi. İnatçılığıyla Arnavutlara, dirençliliğiyle Kürtlere de benzetilebilirdi. Yaşlandıkça bedeninin şişmanlayıp hantallaşmasına rağmen göğsünü öne çıkararak at gibi yürür, on sekizlik delikanlı gibi bisiklete binerdi. Her şeye meydan okuduğu gibi, zamana, yaşlanmaya da meydan okuyan bir hali vardı. 

Beyaz Türk görünümünde gezen Salih’in aslında bir zenci olduğunu anlamanız için evine gitmeniz yeterliydi.

Şehrin orta halli memurlarının yaşadığı bir semtte, anasından miras kalmış bir apartmanın bodrum katındaki dairesinde bir başına yaşardı. Gün boyu tek bir güneş ışığı huzmesinin dahi içeri girmeyi başaramadığı evin duvarlarının sıvası yıllar içinde dökülmüş, içi ikinci dünya harbinin yıkıntılarına dönüşmüştü. Kapısından girdiğinizde, içtiği vanilyalı pipo tütünü kokusunun ağırlıklı olduğu kesif bir kâğıt ve küf kokusunu ciğerlerinizde hissederdiniz. Salih aslında evine ve üzerine sinen bu üç kokuyla özdeşleşmişti.   
            
Yaşlandıkça taşıdığı sorumluluğu zihninde büyüten Salih için edebiyat bir vebal işiydi ve entel barlarda hava atmak, rakı sofralarında ahkâm kesmek için kullanılamazdı. Popüler kültür ise sadece bir pislikten ibaretti. Bir şey anlatacağı zaman lafı bin kez belleğinin süzgecinden geçirir, kendi tecrübesiyle yoğurur, tarihten çıkarımlar ekleyerek söylerdi. Haybeye söylenen tek bir sözün senelerce hesabını yapar, belleğinde özenle saklar ve zamanı geldiğinde söyleyenin yüzüne çarpardı. Bu nedenledir ki sözler onun için kılıçtan keskin, taştan  ağır olmalıydı.

Ben edebiyatçıyım diyenlere, kütüphane önünde, masa başında poz verenlere ifrit olurdu. 

İşi gereği değerlendirilmek üzere Salih'e yüzlerce makale, onlarca hikâye ve bir o kadar da roman gönderilirdi. Salih arta kalan zamanında gönderilen eserlere şöyle bir bakar, çoğunu daha ilk cümlede bir kenara fırlatırdı.  Sol hareket içinde edebiyata özenen partili gençlerin çoğu Salih'le iletişim kurmak için  çaba sarf ederdi. Çalışmalarının onun ağzından övülmesi, onları dünya edebiyatında iz bırakmışçasına sevindirirdi. Partideki oda kapısında kendilerine kısa bir zaman ayırması için ricacı olan mahcup çocuklar hiç eksik olmazdı. Salih kendisine uzatılan her yazıyı büyük bir ciddiyetle okur, gördüğü her eksiği sanki edebiyatın saygınlığına hakaret etmişçesine yazanın suratına fırlatır, kapısından gözleri yaşlı çıkan çocukların haline insanın yüreği dayanmazdı. Yıllar içerisinde katılaşan, taşlaşan Salih için edebiyat söz konusu olduğunda acıma duygusuna yer yoktu. Cümlede hata, anlamda çelişki şiddetle cezalandırılması gereken ağır suçlardandı.

Günlerden bir gün, kendisine gönderilen bir makale ilgisini çekmiş, yüreğini titretmiş,  katılaşmış yüreğinde ılık bir heyecan uyandırmıştı. Eser, Yılmaz Güney'in, ağırlıklı olarak  lümpen sol kültürü mü yoksa sosyalist kültürü mü temsil ettiğini tartışıyordu. Yakından tanıdığı Yılmaz Güney'in, neredeyse unutulduğu bir dönemde gencin birinin bu tartışmayı yapması hayli dikkatini çekmiş ama tartışma ve sonuç bölümünde onun bir lümpen olduğunun ön plana çıkarılması canını sıkmıştı. Makalenin yazarı gençle internet üzerinden saatlerce tartışarak Yılmaz Güney'in lümpenlikle suçlanmasının halk kültürüne bir hakaret olduğunu anlatmaya çalıştıysa da karşısındaki kız çocuğu pek ikna olmamıştı.

Salih karşılaştığı bu durumu derhal vazifeye dönüştürerek, kızla yüz yüze görüşmek istedi. Akşam üzeri parti binasının altındaki Kafe’de çocukla görüşecek, makalesiyle fark ettiği bu çocuğu kazanmaya çalışacaktı.  

Salih, yanı başında apartman kapıcısının oturduğu evinden bir Lord azametiyle çıktı. Kafasının içinde kendiyle konuşarak, kolunun altında kızın makalesi, birkaç kitap olduğu halde, bir at gibi parti binasına geldi. Parti binasının hemen girişinde, giderek meyhane özelliği kazanmış Kafe’deki masaları şöyle bir süzdü.

Sigara izmaritlerinin, boş bira bardaklarının arasında nafile edebiyat tartışmaları, boş siyasi analizler yaptıklarını düşündüğü adamlara “bunlardan bir şey olmaz,” dercesine küçümseyerek baktı. Masaların gençlerle dolu olması içindeki gerilimi bir nebze olsun yatıştırdı. Kimseyle konuşmadan etrafına bakınırken masaların birinden yırtık kot pantolonlu, kolları dövmeli, saçları kırmızı boyalı, sivilceli bir kız çocuğu ona seslendi.

-Salih ağabey, buradayım!

Kızı fark ettiğinde kocaman gülümsedi. Onunla zaten öncesinde tanışıyordu, kız edebiyat fakültesinin öğrencisi Ayşen'di. Kızı en çok, mütemadiyen hikâye yazıp dergiye göndermesinden tanıyordu. Kızın gönderdiği onlarca hikâyenin arasından iyi olduğunu düşündüğü birisini yayınlamıştı da aslında. Kız hikayesi basıldıktan sonra adete hırslanmış yazdıkça yazmaya başlamıştı. Ancak Salih ilk hikâye basımından sonra kızı adeta görmez olmuştu. Kız ise Salih'in yazdıklarıyla neden ilgilenmediğini bir türlü anlayamıyor, içten içe bileniyordu.

Kız, ilk kez gönderdiği bu makalesiyle Salih’in neden bu kadar ilgilendiğini anlamamış, ancak gösterilen ilgi gururunu hayli okşamıştı. İşte şu an Salih denilen o taş yürekli adam onunla görüşmek için masasına geliyordu.  Salih ise kızı gördüğüne memnun, gülümsedi. Gülümsediğinde Tatarlara özgü gözleri birer çizgiden ibaret kaldı, küçücük elini kıza uzattı.

-Yetenekli kızımız ne yapıyormuş bakalım?

-Ya, emin misin?

-Ciddiyim ben, bir yetenek görünce tanırım.

-Geçen gün öyle demiyordun ama, yazdıkların berbat diyordun.

-Öyle demiyordum, yazdıklarında hikaye var ama teknik yok diyordum.

-Ağabey, bu eleştiriler bana çok klişe geliyor, teknik yok, teknik yok… Ne demek teknik yok?

Ayşen'in cümleleri bir kıvılcım etkisiyle Salih'in sinirlerini ayağa kaldırmaya yetmişti. Şu edebiyat âleminde iki kelimeyi bir araya getiren herkes kendini çok satanlar listesinde düşlüyordu. İnternet icat olduğundan beridir yazar enflasyonu vardı memlekette. Kızın sivilceleri de ne kadar belirgindi üstelik! Hele şu horoz ibiği gibi kırmızı saçlar da neydi öyle? Salih kafasının içindeki zincirleri kırmak üzereyken, bir anda kendini toparladı, içinden  “ya sabır” çekerek devam etti. 

-Teknik yok, teknik yok demektir, Ayşenciğim.  Böyle kafelerde Allah'ın günü oturarak, iki ayda bir kitap okuyarak teknik sorunları çözmek zordur.

-Yapma be, ağabey! Benim gelmeye hiç niyetim yoktu aslında. Sen çağırdın diye geldim. Senin gibi bütün gün okuma şansım yok benim, tam gün okuldayım. Sizin tuzunuz kuru.

-Hanımefendi, okulda hocalarınızla da tartışabilirsiniz teknik sorunlarınızı. Salih ağabeyinizi ciddiye almıyorsanız tabii ki.

-Ağabey, yıllardır iki kelime konuşmak için kapında bekliyoruz. Konuştuğumuz anlarda ise yaptığımız tek şey kavga etmek. Seninle konuştuktan hemen sonra kendimi camdan atmak geliyor içimden. Edebiyat dünyasını çökertmek üzere gönderilen bir böcek gibi hissediyorum kendimi.

Kızın yansıttığı hoşnutsuzluğun ciddiyetini anladığında Salih, gençlerle arasındaki kopukluğun derinliğine gerçekten şaşırdı. Kızın kendisini anlamamasına da şaşırdı. Zaten uzunca süredir her şeye şaşırmaktaydı.

Yaşlandıkça insanlara yakın hissetmesi için geç, onlardan kopması için erken olduğunu düşünüyordu.

Yıllardır yaşadığı bu çileli hayatın sorumlusu bu gençler değildi ama bunu anlamalarını beklemek de hakkıydı. Çatışmadan üretmek kolaycılıktı. Yazmanın ve okumanın bir  hayat tarzı olduğunu anlatmak istiyor ama anlatamıyordu. Kaldığı yerden devam etti:

-Oysa ben sana değer veriyorum, seninle konuşmak için bütün programımı erteledim. Sen her ne kadar benim kalpsiz olduğumu söylesen de kendimden başka bir yetenek gördüğümde tanırım. Yılmaz Güney’i de işte öyle tanımıştım. Bir köpeğin burnu kadar keskin bir burnum vardır. O oğlana, o tıfıl haliyle kendine yakışmayan rollerin içerisinde debelenirken dahi değer vermiştim.

Esas konuya gelinmesi Ayşen'i de rahatlatmıştı. Salih'in sözlerini geri adım olarak düşündü. Konuyu tartışmanın esasına çekti.

-Hikâyeciliği de varmış Yılmaz Güney'in.

-Var tabii ki, hikâyeci olmadan edebiyatçı olunmaz, öyle hemen hikâyeci de olunmaz.

-Kendini hikâyecilikte çok başarılı bulmamış ama Güney.

-Öyledir! Yazdıklarını yırtmadan hikâyeci olunmaz. Yazdıklarını yırtamıyorsan eğer, senden de hikâyeci olmaz.

-Hikâyelerini okudunuz mu?

-Elbette okudum.

-Nasıl buldunuz?

-Güney'in hikâyelerinde beklentini yüksek tutmayacaksın.

-Neden onu koruyorsun da bana saldırıyorsun?

-Saldırmak terimini yanlış! Kullanma lütfen… Bak ben sana doğru terimi söyleyeyim: Acı!  Bu yolda acı çekmelisin, acıyı yüreğinde duymalısın. Yılmaz da hikâyelerinde acı çekiyor sadece.

-Ağabey ben Yılmaz Güney’i bir kadın duyarlığıyla kafamdan insan olarak sildim. Ben onun sanatçılığını tartışıyorum. Onun hakkında senin görüşlerini biliyorum. Türk sinemasında yeri doldurulmayacak bir deha olduğunu yazan sensin. Başka birinden duysam belki üzerinde bile durmayacağım sözler bunlar.  Nihai yargılara varamayacak kadar amatör  olsam da  onun  yazdıklarını bir edebiyatçı gözüyle okudum ben. Çevirdiği aptal filmleri de seyrettim. Yine de kafamdaki çelişkileri çözemedim.

-Senin kafanın içindeki çelişkiler nedir?

-Herkes gibi ben de onun lümpen olduğunu düşünüyorum! 

-Ayşenciğim, sen hikâyecisin, edebiyatçısın. Herkes gibi düşünüyorsan işimiz zor.

-Ağabey, biz sosyal hayattan bağımsız değiliz ki… Anlatılanlar yalan da değil, anlatanlar da onun yabancısı değil üstelik. Adam bildiğin maganda, kadın dövüyor, adam öldürüyor.

-Yani pes vallahi! Bunları yapmasa Yılmaz Güney olamazdı zaten, sıradan bir adam olurdu. Çok parası olup entel barlarda hovardalık yapar, ağız ishalinden ölürdü. Adam taş gibi yaşadı, taş gibi öldü. Ölürken bile hikâye yazdı.

-Evet haklı olduğun noktalar var, kaçarken de hikâye yazmış.

-Sen ne diyorsun! Onun hayatı bir tiyatroydu, daha doğrusu bir epik tiyatroydu. Destansı bir şiir…

-Peki anladım. Ama insana, kadına değer vermesini beklemek çok mu? Üstelik bir sanatçıdan…

-Bak Ayşenciğim, örnek vereyim: Ben, bugün kapına gelmiş konuşmak için ısrar ediyorsam adam bulamadığımdan değil, adam seçtiğimdendir.

-Ya ağabey, ya vuruyorsun ya da göğe çıkarıyorsun. Keşke ortasını bulabilsek. Neyse, konu biz değiliz zaten! Her şeyi yaşamış, görmüş, acılardan da haz alan bir hedonist olarak senden dinliyorum.

Kızın tanımlaması Salih'in hoşuna gitmişti. “Acılardan da haz alan hedonist” lafı ilginçti.  Kız sanki onu  biraz anlamış gibiydi. Yoksa bu tanımı nasıl yapacaktı ki? Kızı acaba ağır mı yargılamıştı?

Yaşlanmak elbette onu da değiştirmişti. Kız belki de haklıydı. Yaşlanmak belki de insanın hayata karşı iştahı artarken, o zamana kadar biriktirdiği acılardan tuhaf bir zevk almasıydı. Yoksa istiflenen acılar zamanla başka bir enerjiye, başka bir anlatıma mı dönüşüyordu? Yaşlandıkça acıları umursamamak yoksa bir enerji  dönüşümü müydü? Bunları eve gittiğinde düşünmeliydi.  Şimdi sırası değildi.

Bu kız tuhaf bir şekilde yıllardan beri ilk kez üzerinde düşünebileceği kendiyle ilgili  bir konu bulmuştu. Kız biraz akıllıydı. Şimdi onu kazanmayı daha da çok istiyordu.

-Bak Ayşenciğim, kadın konusu gençlikte aç adamın önüne konmuş hazır yemek kıvamında başlar, zamanla incelmiş bir zevke dönüşür. Herkesin tabağındakini reddetme şansı bakidir; tabağına konulmuş şık ambalajlı bir lokmayı reddetmek bir erkeğin kendine yaptığı bir gösteriştir.

-Ne yani? Nebahat’i de şık ambalajlı bir lokma olarak mı görüyorsun?

-Bak dikkat et, şık bir ambalaj dedim, püsküllü bir bohça demedim.

-Nebahat bunu duysa  çok kızardı.

-Vallahi o kendi bileceği şey. Ben de gençliğimde öyleydim… Yani nereden biliyorsun diye belki merak edersin diye söylüyorum.   Ama artık hiçbir kadını kusursuz görmüyorum. Şık ambalajlar, gösteriş, boya, koku beni artık pek cezp etmiyor. Ayrıca bu Yılmaz Güney’in de sorunuydu. Mükemmeli arıyordu benim gibi. Beni bilirsin yazdığım şeyde kusur istemem, konuştuğum insanda da istemiyorum artık, kendimde gördüğüm kusura ise hiç dayanamam.

-Sen kusursuzsun canım, süzme bal gibisin, ama insanın içini kıyıyorsun!

-Bal mı? Bak sende yetenek var. Beni bala benzetmen yani… Her neyse, anlattıklarımdan ilham alabilirsin aslında. Yani demek istediğim şu: Nebahat onun için ari bir zevkti, kadının saf haliydi. Ama bu noktada dikkat isterim; kadın olarak diyorum... Bak, Yılmaz bir maganda olsaydı onu kurşunlar, evine kapatır, o kıçı görünecek kadar derin yırtmaçlı elbiselerini yırtardı. Ama yapmadı. Ona, o haliyle değer verdi. İcabında takım elbisesini giyerek gazinoya gitti ve Nebahat’i sahnenin en ön sırasından izledi. Neydi şu maganda herifin adı? O'nun gibi yapmadı mesela...

-İbrahim Tatlıses.

-Ha, işte o herif! Onun kendi sevgilisine yaptığı gibi, Yılmaz da Nebahat’i kurşunlayabilir, eve kapatabilirdi. Bunu yapmadı. Arkadaşlarını da yanına alarak gitti, Nebahat’i sahnede izledi. Böylece arkadaşları da Nebahat’e saygı duydular. Yani benim anladığım budur, kadına saygı da budur, sanatçıya saygı da budur.

-Evet haklı olabilirsin.

-Haklıyım elbet! Hem sen bu işleri fazla büyütme. Kadınlarla sorun yaşamayan sanatçı yoktur.

-Sen de yaşadın mı?

-Ne diyorsun? Sorun değil, sorun yumakları yaşadım. Sen mi sormuştun beni hâlâ neyin ayakta tuttuğunu? Sen sormuştun, evet... Bak kadınlar olmasa ayakta duramazdım ben. Bak, mesela şu kıllı heriflerle ortak hiçbir paydam yok.  Sadece benim sevgilime bulaşırlarsa hırlaşmaktan ibaret bir ilişki. Ha şunu da unutmayayım, bir de savaşta, cephede yani.

-Ağabey, sen ne zaman savaşa gittin ki?

-Yazık! Bir edebiyatçının anlağının geniş olmasını beklerdim. Yılmaz’ın da benim de verdiğimiz mücadele devrimci mücadeledir. Henüz iyi silah çeken, çok sıkı yumruk atan bir kadın tanımadım. Kadınların bu kapasitesi olsaydı savaşa da onlarla birlikte gitmekten imtina etmezdim kuşkusuz. Niye gideyim şu pespaye adamlarla, şunların haline bak!

Tam o anda Ayşen etrafına bakındı. Yan masada Siyasal’ın eski hocası Rüştü bey oturuyordu. Yanında öğrencisi olduğuna bahse gireceği bir genç kıza, alkolün etkisiyle yamulmuş ağzıyla bir şeyler anlatıyordu.

Biraz ilerde tamamı erkeklerden oluşan bir masa, hararetli bir tartışmanın içine batmıştı, oturanların gözü dünyayı görmüyordu. Ayşen hayretle onlara bakarken, titrek bacaklarının üzerindeki koca göbeğini taşımakta zorlanan Avukat Cevdet onlara yaklaştı. Doğruca Salih’e yöneldi, fitil gibi sarhoştu.  İzin istemeden altına bir sandalye çekip  masa kıyısına yanaştı ve Salih’e söylenmeye başladı.

- Utanmıyor musun, o günkü makale için?

- Hangi makaleden bahsediyorsun, Cevdet?

- Bak bir de soruyor... Hangisi olacak, tüm sola savaş açmışsın.

- Benim utandığım bir tek şey vardır: Cephe gerisinde kalmak!

- Ha ha ha haklısın lan Salih, cephe gerisi lan burası. Bak cepheye süreceğimiz kimse de kalmadı üstelik. Etrafa bak, şu gençlerin haline bak! Şu âlemde doğru düzgün tek bir çocuk yok. Bu arada bu kız kim lan Salih. Nereden buldun bunu?

- Yazar o Cevdet, yazar. Hikâye yazıyor.

Cevdet sandalyesinde hafifçe kaykılarak bedenini kıza doğru çevirdi. Doğrudan kızın gözlerine bakarak:

- Yapma ya? Abla, bana da yazar mısın?

Bu sözler zaten gururu incinmiş olan Ayşen'in kafasındaki yargıları iyice pekiştirdi. Hırsla masadan kalktı, vücudunun bütün kanı kafasına hücum etmiş, yüzündeki sivilceler daha bir parlamıştı.

- Bana sabahtan beri lümpenliği halk kültürü olarak yutturmaya çalışıyorsunuz! Yılmaz Güney’miş, hıh!
Sanatçı olmadan önce adam olsaymış keşke. 

Avukat Cevdet uzaklaşan kızın arkasından şaşkın şaşkın baktı ve Salih'e sordu.

- Neden bozuldu bu çirkin kız, Salih?

- Banadır Cevdet, bana.

Sonra da kaybetme telaşıyla kızın ardından seslendi:

- Orda dur be yavrum, dur orada! Yılmaz Güney olmasaydı Nebahat Çehre de olmazdı. Ne yazık ki birisi öldü, diğeri sanatçı oldu. Nebahat'e kızgınlığı onun eksiğindendi. Şimdi bu akşam eve git ve bir daha “YOL” filmini izle. Kadın gözüyle izle. Bak oradaki kadına verdiği değere. Yazık oldu Yılmaz’a, çok çok yazık oldu!

Gülümser Heper
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM