Sizi bilmem ama Holivud savaş filmlerini izlemekten ayrı bir keyif alırım. Cephedeki askerlerin bir haftasonu etkinliği hafifliğinde ve fantastik silahlar eşliğinde yapımcıların yüzlerini güldürmelerine karşın gerçek hayatta bilmedikleri coğrafyalarda arkalarında yıkım bırakarak çekilmelerini doğrusu pek anlamam.

Böyle filmler bende bazı yönetmenlerin neden savaş bakanlığında çalışmadıklarını sorgulamama neden oluyor. Kim bilir belki de bu açığı film karakterlerini andıran Başkanlarını seçerek kapatıyorlardır.

Yıllar önce izlediğim bir filmde harekattan sorumlu generalin artan tehlike karşısında şehrin nasıl kurtarılacağını soran Japon mühendise nükleer seçeneğin tek yol olduğunu söylemesini hiç yadırgamamıştım.

Aslında size anlatmak istediklerim bunlar değildi. Bir cenaze akşamından söz etmek istiyordum.

Mersin... Doğduğum ve sokaklarında büyüdüğüm şehir. Havasından suyundan mı yoksa diğer metropollere nispeten ucuzluğundan mıdır bilinmez insanların kalan ömürlerini geçirmek istedikleri bir deniz şehri.

Gelip geçen kavimlere Kibele’nin dolgun kucağı misali kollarına koşanların kim olduklarına bakmadan almış, emzirmiş ve onları kardeş yapmış asırlar boyu.

Buraya yerleşmeye karar verdiğinizde ev sahibinizin üçüncü kuşaktan bir Giritli, kapısından girdiğiniz esnafın Antakyalı, kebapçının Urfalı ve sizi tıraş eden berberin aynı zamanda kilisenin zangoçu olması sizi şaşırtmayacaktır.

Buna karşın yaz aylarının uzunluğu yeni gelenlere illallah dedirtir.

Uzun yaz günlerinin sizi canınızdan bezdiren nemli akşamlarında çok katlı apartmanların arasında sıkışan ve şimdilerde sit alanı ilan edilen harap evlerde yaşayan mahalle halkı biraz olsun nefes alabilmek için günbatımında kendilerini sahile atarlardı.

Çimlere serdikleri kilimler üzerinde o akşam yapılan kısırı yada patlıcan biber kızartmasını bunlar yoksa dünden kalan ne varsa onları yerlerdi. Yanlarında getirdikleri piknik tüplerinde çaylarını demler geceyi olabildiğince uzun tutarlardı.                                                

Hep yaşadıkları ve hiç kurtulamayacaklarını düşündükleri geçim derdini biraz olsun unutabilmek için yaktıkları sigarayla sofranın yanı başına kaykılırlardı.                                      

Kimi sırtını bodur bir palmiyeye yaslayıp yoldan gelip geçenleri seyreder, kimisi de sahil boyunca yükselen görgüsüz apartmanlarda Haziran ortalarından beri karanlık katları işaret edip mülk sahiplerinin nerelere gittikleri hakkında tahmin yürütürlerdi.

Yakınlarında bir bankta oturduğum o akşam aralarında şöyle bir konuşma geçmişti :

— Her akşam burdayız hiç ışıkları yanmıyor.

— ……

— Geçen akşam da yoktu evvelki akşam da .Kesin yayladalar.

— Ne diyon herif ?

— Koca apartmanda iki üç ışık yanıyor diyom

— Kalmışsa kalmış bize ne !

— … Balkonlar ne eser şimdi.

Havanın neminden olsa gerek yıldızlar zorlukla seçilirdi. En parlak yıldızı bulma yarışı içinde olan çocuklar bir süre sonra sıkılır büyüklerinin kucağına yığılırlardı.

Ama ne birbiri ardına yaktıkları sigaralar ne de ardı sıra içilen çaylar gecikmiş faturalara , akrabalardan alınan borçlara ya da çocukların yaklaşan okul masraflarına çare olmuyordu.

Bana gelince, bir muhasebeci olarak gün içinde tüm manzarası karşı binanın balkonları olan bir büroda bir an önce akşamın gelmesini bekleyen iş arkadaşlarımdan, mevzuattaki bir maddenin içinden çıkamayan tanıdık bir mali müşavirin konuyla ilgili fikrimi sormasından ve sıkılarak teşekkür etmesinden, defterini tuttuğumuz şirketin harcama kalemlerinde ayarlama istemesinden ya da bütün bu işlerden çok kazanan ama cebinde akrep besleyen patronumdan bahsetmek istemiyorum.

Öğle aralarında yemeğimi köşedeki tantuni dükkanında bir çırpıda yer, soluğu satranç oynadığımız kafede alırdım. Her gidişimde masada aynı yüzleri ama illa ki oyunları izlemekten ve oyunun ilerleyen safhalarında hamle söylemekten kendilerini alamayan ihtiyarları bulurdum. Zamanımın kısıtlı olduğunu bildiklerinden ve oyun tarzımı sevdiklerinden sırasını bana verenler oluyordu.

Bir keresinde dünya satranç şampiyonlarından Max Euwe, ‘Capablanca’nın oyunlarını incelediğimde kendimi zavallı görüyorum’ demişti. Bunu sanki kendine değil de bana söylüyor gibiydi. Ben de o kısa öğle arasında iki üç hızlı parti yapıp hesapların başına dönüyordum.

Yorgun geçen günün sonunda benim de kendimi attığım yerlerden biri de sahildeki balıkçı barınağıydı. Avdan dönen irili ufaklı onlarca teknenin dinlendiği ve bakımlarının yapıldığı dar bir limandı. Sevdiklerimize kartpostallar attığımız zamanlarda fotoğrafı en çok çekilen mutena bir köşeydi.

Barınağın yanıbaşında sanki teknelere göz kulak olan ve yerli balıkçıların sefere çıkmadıkları zamanlarda kağıt oynayıp tavla attıkları ama daha çok günlük telaşlardan ve siyasetten lafladıkları bir kahvehane vardı.

Önceleri yanından yürüyüp geçtiğim bu esintili mekanın müdavimleri arasında geçimini ev eşyası tamiratıyla sağlayan ama bence aklı fikri denizde olan bir akrabamın beni fark edip masasına davet etmesi ve arkadaşlarına tanıştırması, sonraki günlerde benim için üyelik sayılmıştı. İş çıkışlarında soluğu artık orada alıyordum.                                                     

İşte böyle bir Eylül sıcağında annemi toprağa verdik. Aniden oluveren işlerin bile aslında yavaş yavaş geliştiğini ve bizim de bu sürece tanık edildiğimizi farketmek aldığım en pahalı dersti.

O gün ilk defa insanı çıldırtan sıcağı farketmedim. Avcı bir kuşun hasım yuvada gözüne kestirdiği yavruyu pençeleriyle nasıl kavrayıp uzaklaştığını yüreğimde hissettim.Ben de annemin kapladığı o muazzam alandan öyle atılmıştım.

O akşam Meliha Ablanın evinde toplanan kalabalık annem için son bir saygı duruşu ve ondan sonra bu hayata veda edenlerin tam tekmil son bir araya gelişleriydi. İlerleyen saatlerde Dondurmacı Salih ve Mahmut Uzman eski günlerden bahsediyor akrabalar yer yer gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Kasvetli havayı dağıtmak için annemin bu iki cesur insandan başkasına görev vermeyeceği belliydi.

Salondan taşan neşeli havaya fazla kayıtsız kalamadım. Boş bir sandalyeye iliştim.

Hiç alışık olmadığım , benzerini başka bir cenazede gördüğümde tuhaf karşılayacağım bir taziye gecesini annem bana yaşatıyordu.

Kapının dibinde bir süre daha oturdum. Yan odada televizyon açıktı ve çocuklar ekrandaki filme dalmışlardı. Biraz dikkatli bakınca sahneler tanıdık gelmişti. Operasyon ekibindeki Japon mühendis canavarı yok etmek için nükleer silah kullanımını doğru bulmadığını söylüyordu.

Biraz uyumak istedim. Kalktım.

Ahmet Kulaklı
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)