Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne aylardır sinema salonlarında gösterimde. Mart ayından itibaren Netflix’te de izlenen film şimdiden milyonlarca seyirciye ulaşacak gibi görünüyor.

Film, daha önce okuduğumuz, izlediğimiz öğretmen karakterlerini düşündürüyor ister istemez.

Filmin tümü öğretmen, öğrenci, okul ekseninde geçse de ülkenin kimi kanayan yaralarına bir dokunup çekilse de yönetmen, asıl meselesinin insan ruhunun karanlığını göstermek olduğunu söylüyor. Kamerası yaşanan atmosferi gösterirken hikâye, karakterlerin içine doğru akıyor, üç buçuk saat sanki hayattan gerçek bir kesit izletiyor seyirciye. Dışarısının karla kuşatılmış bembeyaz manzarasına karşılık iç mekânlar karakterlerin iç dünyasını anlatırcasına hep karanlık.

Sinemada dördüncü duvarın yıkıldığı sahnede bile ne Samet Öğretmen karakteri kendi kendini kuşattığı karanlığından çıkmayı deniyor ne de seyirci -Brecht’in amaçladığı gibi- filmin  kuşatmasından çıkabiliyor, sahne izleyicide yabancılaştırma hissi yaratamıyor.

Samet Öğretmen, zorunlu hizmetinin de bulunduğu yere tutun(a)mama, sosyolojik, psikolojik bir bağ kur(a)mama sancısı içinde, sabrının da tükendiği son döneminde.

Resim öğretmeni olmasına karşın sanatın sağaltıcı nimetlerinden yoksun, birlikte yaşadığı insanlarla ve çevreyle arasına üstten, mesafeli bir kadrajın arkasından dünyaya bakan fotoğraflardan başka hiçbir hayatı görmeyen, duyumsamayan, kendi deyişiyle “umut yorgunu” bir öğretmen.

Oysa yaşadığı yerde kimsenin umut yorgunu olma lüksü yok. İnsanların yaşama bağlanma gereksinmelerine rağmen Samet, onları anlama becerisine ve samimiyetine sahip değil.

Nuri Bilge Ceylan, Kuru Otlar Üstüne’de Samet’in, öğretmen arkadaşlarıyla, öğrencileriyle, çevresiyle, toplumsal yaraları dile getirerek yarattığı gerçeklikte çözüm sunma derdi taşımıyor, aydınlığı göstermenin sorumluluğunu yüklenmiyor. “Hayat mükemmel olmadığı için sanat vardır” diyen Tarkovski’nin sözü bize “Sanat ne için var?” sorusunu düşündürüyor.

Daha güzel bir dünyada iyilik ve yaşama sevinci çoğalsın, zaman zaman karanlıklara düşmüş insanlığa çıkış yolu bulması için kıvılcım olsun diye değil mi? Kendi kötülüğüyle yüzleşsin, arınmanın derdine düşsün diye değil mi?

NBC’nin bu filmi, “aynı açılış sekansı”, “Pieter Brueghel tablolarını anımsatan sinematografisi”, “aynı mevsimlik zaman süreci”, “karakterin çektiği fotoğraflar”, “zorunlu hizmetini yapan bir öğretmenin hikâyesi”, “öğretmenin çocuklara denizi anlatışı” sahneleriyle “Hakkâri’de Bir Mevsim” filmini getiriyor yaşı yetenlerin belleğine.

1982 yılı yapımı film, Ferit Edgü’nün O/Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanından uyarlanmış.

Yönetmen Erden Kıral, senarist Onat Kutlar, tasarım, yazar ve yönetmenin yanında Tezer Özlü, müzik Timur Selçuk gibi çok değerli isimlerin yer aldığı film, Kadıköy Belediyesi Sinematek/Sinemaevi tarafından Kurukahveci Mehmet Efendi’nin katkılarıyla yakın tarihte restore edildi, Mubi Dijital İçerik Platformu da sinemaseverlerin yeniden izlemesine olanak sağlıyor.

Anımsatan aynı coğrafya ve zaman dilimi, ikisi de bulunduğu ortama yabancılık çeken öğretmen karakterleriyle birlikte hem yazıldığı 1977 yılından günümüze geçen neredeyse yarım yüzyıllık zamanda değişen, değişmeyen yaşam izlerini sürmeye hem de iki film arasında karşılaştırma yapmaya çağırıyor seyirciyi.

Hakkâri’de Bir Mevsim’de film boyunca adını duymadığımız Hoca’nın karşısında adı ‘hiçbir şeye ihtiyaç duymayan’ anlamını taşıyan Samet Öğretmen var. Samet Öğretmen zorunlu hizmeti bitsin diye yıllardır gün sayarken Hoca, görevinin bittiğini söyleyen Müfettişe “Ben şimdi ne yapacağım?” diyor. Öğrencilerine kalem, silgi, defter, kitap hediye ediyor, Samet Öğretmen’in ortaokuldaki kız öğrencisine etrafı kolaçan ederek hediye ettiği “ayna” yerine. Hoca, çocukların fotoğraflarını çekiyor fotoğrafla anlatılamayacak kadar çok şey öğrendiği, yaşadığı, bambaşka bir insan olarak ayrıldığı dağ köyünde. Yaşadığı sürgünü kendini bulma yolunda bir milat yapıyor.

Hakkâri’de Bir Mevsim’in çekildiği koşullardan bugüne yolların çamuru temizlenmiş geçen zaman içinde. Kuru Otlar Üstüne filmini izlerken fark ediyoruz, artık ulaşılmaz değil kasabalar, köyler. Asfalt döşenmiş her yere. İki film belgesel gerçekliğiyle gösteriyor, yaşamdaki değişimi.

Çocukların hastalıklarına deva bulunmuş, gönderilen montlarla, çizmelerle üşümüyorlar eskisi gibi ama Ferit Edgü’nün Hakkâri’deki hikâyesinden bugüne hâlâ çocuk gelinlere, kuma yarasına çözüm bulunamadığını görüyoruz, tanık oluyoruz medyadan, annelere, babalara bile normal gelen uydurulmuş gelenekler içinde sözde evlendirilen küçük kızlara.

Yarım asır önce yaşananlarla bugün de değişmeyen insan hikâyelerini gördükçe bunca yıl bir arpa boyu ilerleyememenin sorumluluğu biniyor kendini “aydınlanmanın tarafında” olarak tanımlamış hepimizin omuzlarına. Sanatçılara, yaratılan sanat eserlerine büyük görev düşerken izleyici, okuyucu da besleneceği eserlerin tercihinde bireysel sorumluluk taşıyor. Postmodern gerçeklikten taraf olmak yerine etikten, sanatın insanı ve yaşamı iyileştiren gücünden taraf olan hikâyeler üretip filmler çekmek, toplum mühendisliğini insanlık onuruna hizmet etmek için kullanmak da mümkün.

Hakkâri’de karla kuşatılmış dağ köyünde genç, güzel, sağlıklı, doğurgan kadınlar aynalarda eksikliklerini arıyorlar üstüne gelecek kumanın düğününü hazırlarken. İki filmdeki ayna motifi birbirine benzemez anlamlarla çıkıyor karşımıza. Kuru Otlar Üstüne filminde Samet Öğretmen, bulunduğu yere katlanmak için kendince “medenî” bağ kurduğu öğrencisi Sevim’e süslü, küçük bir ayna hediye ederken Hakkâri’de aynaları dolduran güzellikleriyle kadınlar yazgılarına inat parıldayan, rengarenk giysilerinin içinde sorguluyorlar kaderlerini, o zamana, o dağ başındaki çıkışsızlığa rağmen. Razı olmuyorlar NBC’ın filminde bir terör saldırısında bacağını kaybetmiş öğretmen Nuray gibi kendi kendini kuşattığı çevrede kadınlığına ilişkin çözüm aramaya. Kuru otlar üstünde her karakter kendi varoluşunu ortaya koyarken köşeye sıkıştırılan, eksik, yarım tanımlanan hep kadın.

Oysa Erden Kıral’ın filminde Şerif Sezer’in gencecik, zarif güzelliğiyle oynadığı rolde kadınlar suskunluklarıyla güçlü, dimdik duruyor, bir çift yeni ayakkabı ile yeniden damat olacağının hayalini kuran kocasının karşısında.

Anadolu’nun köklerinden gelen, ana tanrıça ruhu taşıyan, zihinleri postmodernizmle gölgelenmemiş, medya, iletişim araçlarıyla kirletilmemiş bilge kadınların sessiz çığlıkları duyuluyor Hoca’nın gerçek mi değil mi, gündüz mü gece mi belli olmayan düşlerinde. Dağların insanları bağrına bastığına inanan doğa dostu insanlar var Hakkâri’de, bir de şiir yazan postacılar. Çocukların çevirmenlik yaptığı sahnelerde ayrımcılığın iması bile yok. Hoca ile köylü arasında başlangıçtaki yabancılık köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz farklılığından çıkıp evrensel tanıdıklığa dönüşüyor, yaşayan herkesi hayat çatısı altında birleştiriyor.

En olanaksız yerde ve zamanda bile çocukların tertemiz yüreklerine umut ekmek gerek. Bir gün siz de bu kuru otlar gibi olacaksınız diye düşünen Samet Öğretmen, çocukların görmedikleri denizi hayal etmelerine, resmini yapmalarına bile izin vermiyor. Özgürlükçü ve eşitlikçi söylemi yıkıyor sınıfında.

Oysa yardım kolisinden kendisine küçük gelen botları kardeşi için seçen küçük kızın üstü kuru otlarla örtülebilir mi?

Hakkâri’de Bir Mevsim’de ise Hoca hayat bilgisi anlatırken ilk kez gördükleri bir portakalda buluyor çocuklar umudu. Portakal dünya gibi yuvarlak, rengi başka, tadı başka. Başka diyarların, başka dünyaların da var olabileceğini anlatıyor yaşamı ölümle doğum arasında dağ başında sıkışıp kalanlara. Karların üstüne çizdiği gemiden, denizin dalgasından habersiz çocukların ufuklarını daraltmıyor Hoca, insanların, kurumların çürümüşlüğünü yansıtan Samet Öğretmen’in tersine. Son dersinde bütün öğrettiklerimi unutun derken yaşadıkları koşullar içinde yeşerebilmeyi, “insan” kalabilmeyi öğütlüyor çocuklara.

Yıllar öncesinde olduğu gibi iki filmde de çay kaynıyor ocaklarda, sobalarda. Baş tacı içecek sohbetlere de yalnızlıklara da yarenlik ediyor. Ama Hakkâri’de hep altı sobanın isinden rengi belli olmayan demliklerden dökülüyor çay. Çaydanlığı eksik... Çayın yalnız sobanın üstündeki demlikten döküldüğü, çaya bile su katılmamış zamanlar dedirtiyor. Belgesel kadar gerçek, şiir kadar net ve güçlü anlatıyor film, oraya sağır ve kör izleyiciye Hakkâri’yi yakın eyliyor.

Birinde okulun ışıklarını söndürmeye giden Samet Öğretmen, diğerinde gaz lambalarında ateşin isini silip daha aydınlık bir hayat olabileceğini anlatan Hoca. İki film, iki zaman, Genco Erkal ve Deniz Celiloğlu’nun başarıyla oynadıkları iki karakter ile aynı mekân izledikçe, düşündükçe “nerede o güzel insanları anlatan eserler?” diyesi geliyor insanın, ortalık postmodernist hikâyelere kaldı.

İnsanın karanlık tarafı her zaman vardı, Erden Kıral ışığı ve umudu anlatmayı seçmiş, aynayı aydınlanmaya çevirmiş hem gerçeği hem çözümü gösteriyor.

Hakkari’de Bir Mevsim seçilmiş filmlerin dijital platformu Mubi’de klasiklerin arasında yerini alırken Kuru Otlar Üstüne, Netflix’te, çok sayıda postmodern eserin yanında yayında.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu hepimize yanıt verir gibi haykırıyor ölümsüz eseri Yaban’da: 

“... Bunun nedeni Türk aydını, gene sensin! Bu viran ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.”

Güldem Eczacı
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)