Son Dakika



Buna "I. Enternasyonal ve İstanbul'un dev fareleri" gibi bir başlık da koyabilirdim. O zaman siz sayın okurlar "bağlantıya bak bağlantıya, yuh! yani" derdiniz.

1970'lerin başında, üniversitede okurken elime her para geçtiğinde İstanbul'a günübirlik kitap seferleri yapardım.

O dönemde burunlu otobüsler kasaba hatlarına aktarılmış, nispeten yeni otobüsler sefere konmuştu. Her moladan sonra otobüs hareket eder etmez en az yirmi kişi aynı anda sigara yakar ve herkes tütsülenmiş olarak inerdi. Yana kayan üst camları açmak için hep münakaşa. Ve dikkatinizi çekerim. O zamanlar bu yol sekiz saatten az sürmezdi. Kimse çocuklara bebeklere aldırmazdı.

Böylesi bir bencil halk idik, hala öyleyiz. (Ben de istisna değildim, her ne kadar bebeklerin yanında sigara içenlerle epey kavga ettiğim olmuşsa da. Öte yandan "rahatsız oluyorsa özel araba tutsun" diyenlere girişmemek için kendimi çok zor dizginlerdim. Ve bunlar hiç de az değildi. Böylesi bir ahaliden hayır gelmeyeceğini o zaman anlamalıymışım ama siyasi halk dalkavukluğu o zaman çok baskındı.) Bazen trenle giderdim ama sadece tek bir sigarasız vagon olurdu ve sanırım o da sonradan konmuştu. Ayrıca tren yolculuğu biraz daha uzun sürerdi.

Her halükarda 1971 yazının son günlerinde gene bir gece otobüse atladım.

On lira bilet, on lira dönüş bileti için ayrılacak, İstanbul'da sabah kahvaltısı için Konyalı'da su böreği, öğle yemeği Hacı Abdullah'ta, sonra İnci pastanesinden profiterol yenilecek. Bunların toplamı bir on-on beş lira daha yapar. Kalan paranın hepsi kitaplara yatırılacak.

Ancaak!

Eylül'de palamut akını başlamışsa Sirkeci'den her geçişte ikişer adet palamut kuyruğu, yarısı tava yarısı ızgara, kırmızı soğan eşliğinde götürülecek. (Yuh! demeyin, daha on dokuz yaşındayım ve araya Sultanahmet köftecisini ve midye tavayı ve kokoreçi de sıkıştırabilirim ve ayrıca yaptığım iş haltercilere bile ağır gelir. Palamut azaldıktan sonra sattıkları Norveç balığını tek bir kere bile yemedim inadımdan. Tadını bilmem.) Bu olaylar arasında kitaplar sırt çantasına doldurulacak. "Kitap değil yemek seferi maşallah!" derim ben okusam ama öyle değil yani. Lezzet kısmı sadece meşakkati çekilir hale getirmek için.

Bu seferlerde ilk durağım Sultanhamam'daki Redhouse Kitapevi olurdu. Sahaflar daha geç açıldığı için önce oraya uğrar, bir önceki seyahatte gözüme kestirdiğim kitapları alır ve tekrar tarama yapardım. Söz konusu seferde tuğla gibi beş ciltlik Birinci Enternasyonal Tarihi sırt çantasını daha ilk adımda ağırlaştırmıştı. Sonra Beyazıt'da sahaflara çıkar ve oradan da alışveriş ederdim. Çağaloğlu yokuşu kitapçılarını o yıllarda es geçerdim. Bunlara uğramaya 1974'ten sonra başladım. Sonra yürüyerek Karaköy'e geçer ve tünelle Beyoğlu'na çıkardım. Geç öğle yemeğinin ardından Harbiye'ye yürür ve şimdilerde çoktaan kapanmış olan Sander'in kitaplarını incelerdim.

Artık para iyice suyunu çektiği için tekrar Beyoğlu'na gelir, Haşet'te indirimde (profitez l'ocassion yazan bölümde) olan kitaplara bakar ve akşam inerken o dönemde Ankara otobüslerinin kalktığı Kadıköy Meydanı'na inmek üzere Karaköy iskelesine yönelirdim. Sırt çantası artık iyice omuzlarımı ağrıtsa da, iki vapur ve iki tünel dışında vasıtaya binmezdim.

O gün biraz fazla oyalanmış ve günün son ışıklarını vapurda seyrettikten sonra Kadıköy'e indiğimde saat dokuzu epey geçmişti. Anadolu ekspresi kalktığı için otobüslere yöneldim. İlk yazıhanedekiler yerleri kalmadığını söyledi. Sonra ikincisi, sonra üçüncüsü. Nasıl olmuşsa hepsi dolmuştu. İlk otobüs sabah altıda idi ve çaresiz buna bilet aldığımda saat onbire gelmişti. Önümde altı buçuk saat vardı ve yorgundum. Bilet aldıktan sonra hala birkaç liram kalmıştı ve meydandaki otellere bakmaya başladım. Ancak en ucuzlarında kalabilirdim. Birkaç tanesini gözüm tutmadı. Hele sonuncusunun göstermek için açtığı geceliği altı liralık odada yatağa tünemiş tekir kediyi görünce nasıl fırladığımı bilmiyorum. Gece yarısı ortada kalmıştım. Gecenin o vaktinde, üç saat yatmak için akrabalara da gidecek değildim. Hiç uğramadı, darda kalınca gelmiş dedirtmezdim, sokakta donacak bile olsam. Üstelik beş saat nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer.

Yaz sonu olduğu için bayağı sıcak bir geceydi bereket versin. Saat bire gelirken artık dondurmacılar, lokantalar kapanıyor, tek tük insanlar evlerine koşuşturuyor, kimi balkonlarda sohbet sürüyor ama ışıklar tek tek kapanıyordu.

Bir kahveye gittim. Çay ısmarladım. Epey oturdum. Herhalde bir iki saat geçmiştir dedim. Saate baktım. Olamaz! Ancak on beş dakika geçmişti. Uzun gecenin daha başındaydık. Bir çay daha içtikten sonra kalktım. Sokaklar iyice tenhalaşmıştı. Yavaşça Haydarpaşa'ya doğru yürüdüm. O sırada mendirek inşaatı yapılıyordu. Her yüzü iki metrekare olan dev bir dolgu taşının üzerine tünedim. Taş günün sıcağında iyice kızmış, hala ısı yayıyordu. Gevşedim ve neredeyse gözlerim kapanacaktı ki haşır huşur sesler yaklaşmaya başladım. Yarı karanlıkta bir köpek sürüsü yaklaşıyordu. Eyvah! dememe kalmadı bir daha baktım. Bunlar yıkılan silodan fırlamış dev farelerdi. Menderes imarı sırasında Haliç'teki eski yağlı tohumlar deposundan yetmiş beş santim boyunda farelerin çıkıp kente dağıldığını okumuştum. Dört santim dişleri varmış ama Bizans'tan beri yüzyıllarca semirip irileştikleri depodan çıktıktan sonra nesilleri tükenmiş. Tabii ölçmedim ama gördüklerimin onlardan aşağı kalmadığına -hatta palavracı demenizden çekinmesem daha da büyük olduklarına- yemin edebilirim.

Tabii abartı payını hepimiz dikkate almalıyız. Yıllar sonra İstanbul'da çalışırken bazen gece işten çok geç çıktığımda da sabaha karşı sokaklara hakim olan çok iri sıçanlara rastladım ama en büyüğü bunların yarısı kadardı ve zaten biz arabanın içinde olurduk. O akşam yaya ve savunmasız, nasıl uzaklaştığımı bilemedim. Tekrar yollardaydım ama artık çanta her dakika ağırlaşmaya başlamıştı. Tekrar sabahçı kahvesine dönüp bir iki çay daha içtim. Ara sıra çay içmeden oturmak olmazdı ama çay içemez hale gelince tekrar yürümeye başladım. Bu sırada çok kalabalık bir köpek çetesi tarafından sarıldım. Arkamı döner dönmez paçama saldırıyorlardı. Bunlardan da, bakkallara ekmek bırakan bir servis aracının tesadüfen geçmesi sayesinde kurtuldum. Köpekler ekmekleri yağmalamaya koştu.

Bu usul kaldırılıncaya kadar İstanbullular köpeklerin artığı olan ekmekleri yediler ve ilginçtir, bunun önlenmesi için yıllar geçti, basında sayısız yazı kaleme alındı. Bağırıldı çağrıldı. Bu atalet hayrettir yani. Gerçekten aklım almaz. Kapının önüne bırakılacağına, hiç değilse yüksekçe bir kancaya asılabilirdi. Bu kadar salaklığın arkasından kötü şeylerin geleceği belliydi. Ama fırınların pisliğinden sonra, sokak pislenmeleri dahi çok fark etmiyordu.

Gece uzadıkça ızdırabım ve hayat  deneylerim artıyordu. Saat beşte tekrar Kadıköy Meydanı'nda idim. Simitçiler ortaya çıkmaya, otobüsler yazıhanelerin önüne gelmeye başlamıştı. Ankara otobüsüne ilk atlayan ben oldum. Hareket ettiğini bile hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda Ankara'ya yaklaşıyorduk.

- "Amma yorulmuşsun be abi" dedi, muavin. "Molaları dahi fark etmedin."

- "Heaa!, yaa evet!" dedim.

Eve gelir gelmez kafayı vurup ertesi sabaha kadar uykuya devam ettim. Halbuki önce kitapları çıkarır, şöyle bir gözden geçirir ve okuma sırasına koyardım. Yıllar ve sayısız taşınmalardan sonra şimdi ara sıra beş ciltlik I. Enternasyonal Tarihi ile karşılaşıyoruz evde. Bana "ne geceydi ama, biz de senin kadar yorulduk dönüp dururken" diyorlar." Üstelik bizi baştan sona kadar okumadın bile."

- "Heaa! yaa evet!" diyorum. "Zor bir geceydi. Ama sonra sizin modanız geçti, N!aapiim."

Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM