201-Bukowski’yi seviyorum. Okudukça bu düşüncem değişmiyor. Bıkmıyorum okumaktan. Türkçeye hala çevrilmemiş yazıları, şiirleri, öyküleri var mutlaka. Ama uzun zamandır Türkçeye yeni bir kitabı çevrilmedi. Bu durumda eskiden yayınlanmış kitaplarını tekrar okuyorum. Geçenlerde Pis Moruk İtiraf Ediyor, Şarap Lekeli Defterden Bölümler’i okurken birden heyecanla bir şeyin farkına vardım. Ocak 2013’te yayınlanmış bu kitabı daha önce yayınlanmış bir kitabın yeni baskısı sanıyordum. Ama okurken daha önce hiç okumadığım (Türkçede hiç yayınlanmamış) bazı bölümlerin olduğunu fark ettim. Yeni bir Bukowski kitabı yayınlanmış gibi sevindim.

202- Yolculuklar Bukowski’yle daha güzel. Suda Yan Ateşte Boğul, defalarca okuyup, defalarca okuma isteğimin tükenmediği kitaplardan. “İnsan öldüren insanı keşke öldürebilsem”(s.125), “Ama sanırım o da benim gibi hissediyordu: zayıflığın Hükümet’te değil de insan’da olduğunu; sırayla alacak olursak, insanların hiçbir zaman fikirleri denli güçlü olmadıklarını ve fikirlerin, insanlara dönüştürülmüş hükümetler olduğunu…”(s.90) gibi cümleler çarpmayı sürdürüyor tokat misali yüzümüze. Ok gibi dizeler bunlar. Kitabı her açtığımda eskimeyen, taze yapraklar gibi fışkırmayı sürdürüyorlar. Ya şuna ne demeli: “tırtıl bu kadar dehşeti bilmez/ karınca orduları daha cesurdur / yılanın öpücüğü bu kadar aç gözlü değildir.” (s.58) Çoğalan bir şiir Bukowski şiiri.

 

203- Raymond Carver, sıkılan insanların, acılı insanların, harcanmış hayatların ya da harcanmaya hazır hayatların öykülerini yazıyor. Can Yayınları’nın henüz alışamadığım, alışacağımı da sanmadığım yeni kapak düzeni ile yeni yayınladığı Katedral adlı öykü kitabında Raymond Carver’in yine kendine özgü anlatımı ile muhteşem öyküleri var.

 

Raymond Carver, “ne yazsa okunur” diyeceğimiz, kısa öykünün en güzel örneklerini yaratmış, ayrıntılara ve nüanslara düşkün bir yazar. Sanki öykü kahramanlarının kişiliklerini, hayata bakışlarını, iç sıkıntılarını bütünüyle ele geçirebileceğimiz zaman aralıklarını seçip işleyerek kuruyor öykülerini. Bir bakıma kurgu, üslüptan, üslüp gözlem gücünden ve yazarın hayatla hesaplaşmasından türüyor. Yalçın Küçük Hoca’nın “Her büyük bilim adamı, her büyük sanatçı bir büyük seçicidir” sözünü hatırlıyorum öykülerini okudukça. Olağanüstü ayrıntılar, Bukowski’de de zaman zaman görebileceğimiz nüanslı yaklaşımlar, acıların, hayal kırıklıklarının ardından hep görülen bir mizah katmanı, hepsi müzik notası gibi özenle seçilip yerleştirilmiş öykülere. Örneğin Raymond Carver’e göre bir insan başka bir insana kabalık yapmadan da ters davranabilir. “Küçük İyi Bir Şey” adlı öyküde şöyle veriyor bunu:

 

Ama adam ona ters davrandı; kabalık etmedi, sadece ters davrandı.” (Raymon Carver, Katedral, Can Yayınları, Temmuz 2004, s. 68) Büyük öykücülere has bir ayrıntı yaratma (yakalama) beceresi olarak dikkatimi çekti.

 

204- Nihat Genç’in April Yayıncılık tarafından yayınlanan Tek Tabanca adlı öykü kitabında onu Türk öykücülüğünde çok özel bir yere koymamıza neden olan muhteşem öykülerinden bir seçki yer alıyor.

 

Sert öyküler bunlar. Hayatın yüzlerine bir türlü gülmediği insanların, ezik insanların, düşkün insanların. Öykülerin konuları, öykü kişileri kadar dili de sert Nihat Genç’in. Ama dil ve konu, kişiler ve üslup, kurgu ve kelime seçimi arasında müthiş bir uyum var. Türkiye’nin Bukowski’si diyebiliriz Nihat Genç’e.

 

Çok çok açık sözlü bir yazar Nihat Genç. Sözünü sakınmadan söylüyor. Ülke gerçekleri onun bu cüretkar diliyle daha da can yakıcı hale geliyor. Örneğin şu sözleri: “Köle gibi sağa sola koşuşturan adamı olmayan sağcı bir siyasetçi bir hiçtir, talimat ve emir dinleyen bir kişi bulamayan bir sağcı için hayat zindandır.” İnsanı acı acı gülümseten bir gerçek. Bazı cümleleriyle bildiğimiz ama söylemeye cesaret edemediğimiz gerçeklere dokunuyor Nihat Genç.

 

Bir yazar için korkunç bir gözlem gücü var Nihat Genç’in. Ama açıkçası değme bilim adamı etiketli kişi için bile söyleyemeyeceğimiz bir birikimle konuşuyor yer yer. Öyküleri böyle anlarda bir tarih, bir sosyoloji metnine dönüşüyor. Tarihle ilgilenen, tarihi çok seven biri olarak gözümü fal taşı gibi açtıran cümlelere rastladım bu öykülerde. Bazen ciltler dolusu kitap okusanız varabileceğiniz sonuçlara götürüyor bizi. Örneğin Tekkelerin işlevi neydi? Tekkelerde gün nasıl geçerdi? Neden İslam’da olmadığı halde Anadolu’da bu kadar yaygınlaştılar? Nihat Genç’in öykülerinde birdenbire çıkıp gelen cümlelerde yanıtlar var. Dinamit lokumu gibi, Borges’in Kum Kitabı gibi sımsıkı gerçeklerle dolu cümlelerle birdenbire aklınız berraklaşıyor ve birdenbire “biliyor” hale geliyorsunuz. “En Büyük Taraftar” öyküsü, küçüklüğümde benim de tanık olma ayrıcalığına sahip olduğum Trabzonspor’un art arda şampiyon olduğu yıllarda, bu şampiyonluklardan birinin olağanüstü öyküsü. O genç insanlardaki dizginlenemeyen ateşi, öfkeyi, hırsı ve gizli gücü neredeyse bir belgesel görüntüleriyle veriyor. Bir yerde, birdenbire ise bir yazar olmanın ötesinde bir filozofik cümle ile karşılaşıyorsunuz. Değme tarih kitaplarından süzemediğiniz bilgiyi süzmüş, “işin özü bu” dermişçesine veriyor size: “Bu gençlerin ateşini dindirmek için Anadolu’da binlerce dergah açıldı, yüzlerce tarikat kuruldu, bu ateşi dindirmek, ehlileştirmek için. O gün padişahlar kullanıyordu bu genç alevi… Bugün futbol heyecanıyla gençlerin delirmiş alevini büyük işadamlarını kullanıyor.” (s.100)

 

Saf gerçek bu işte. Türk-İslam tarihinin yıllardır sağcı, İslamcı üniversite hocalarının elinde çarpıtılmış, gizlenmiş halinin acı faturası, geçmişin bugünün sağcı-faşist politik düzleminin dayanağı olsun diye yazılması oldu. Nihat Genç’in özlü bir biçimde açıkladığı gerçeği hiçbiri söyleme cesareti bulamaz, bulamadı.

 

Nihat Genç’in dili öfke dolu. Anlattığı öykülerde öfkesini dile getiremeyen insanların öfkesi, ezilen ama ezikliklerini isyana dönüştüremeyen insanların isyanı olmuş Nihat Genç. Kullandığı dildeki bu öfke, öfkesiz kupkuru bir saçmalığa dönüşebilecek ironik bir anlatıma varabiliyor. Örneğin, “Allahsız bir sevinç, hüzünle dolduruyor içimi” (En Büyük Taraftar, s. 101) cümlesinde olduğu gibi. Duygular, en uç noktaya vardıklarında zıddına dönüşür. Mutluluk doruğa vardığında ağlamamız, üzüntü zirveye vardığında gülmemiz bundandır. Uçlarda yaşanan hayatların yazarı Nihat Genç.

 

205- Bazen sürekli gittiğim bir kitapçının “yeni çıkanlar” kısmını gezmeyi tatminsiz bir biçimde bitirip daha önce yayınlanmış ve aylarca yerleri değişmemiş kitaplarla dolu tanıdık rafları önünde gezindiğimde mucizevi bir şey olur. Daha önce görmediğim bir kitabın incecik sırtı gözüme çarpar. Bu garip, farklı bir heyecandır. Bir şey bulmak, bir şey keşfetmek, bir şey görmek…Yeni bir şey… Bir zamanlar her kitap gibi “yeni” olduğu halde değeri anlaşılamamış bir biçimde kendi kategorisindeki hapisliğine başlamış gibi gelir bana böyle kitaplar. Kimse konuşmamıştır hakkında zamanında, kimse aramamış, sormamış, istememiş. Unutulmuşluğa gönderilmiş bir kitap… İshak Reyna’nın Sanatçı Öyküleri, onlarca kez bakıp göremediğim bir kitap rafında çıktı karşıma. Sanatçı Öyküleri, Edebiyat, Tiyatro, Müzik, Drama, Resim, Heykel, Mimari, Fotoğraf, Sinema ve Çizgi Roman başlıklarıyla ilgili öykülerden yapılmış bir seçki. Hepsi birbirinden hoş öyküler. Sabahattin Ali’den Ses (Müzik), Gaye Boyalıoğlu’dan Mutlu Son (Sinema) ve Levent Cantek’tek Bir Çocukluk Hayalidir, Arz Ederim, (Çizgi roman) en çok sevdiğim öyküler oldu. Kuşkusuz bu başlıklar için farklı öyküler de seçilebilirdi ama derleyenin kişisel seçimleri önemli. Yine de en önemlisi binlerce öyküyü bir tema, bir fikir etrafında bir araya getirebilmek. Bunun da sanatın her alanında olduğu gibi yaratıcılık gerektiren bir eylem olduğunu düşünüyorum. Hiç umulmadık hoş bileşimler türetilebilir böylece. Bu tür denemeler ne yazık ki çok az edebiyatımızda. Örneğin 2014 yılı için En İyi Yalnızlık Öyküleri, En İyi Emekçi Öyküleri, En İyi Aylaklık Öyküleri, En İyi Buluşma Öyküleri gibi bir çok değişik toplama öykü kitapları oluşturulabilir. Yayıncılar genelde bu tür toplamlara “satmaz” diye “öykü okunmuyor” diye pek yanaşmıyor. Yıllar önce yayıncı bir arkadaşımla Klasik Suç Öyküleri başlıklı bir öykü seçkisinin editörlüğünü yapmıştım ve girişimimiz fena halde başarısız olmuştu. Ama bu tür seçkilere olan ilgim hiç kaybolmadı. Örneğin Murathan Mungan’ın Metis Yayınları tarafından yayınlanan bir çok öykü seçkisi bence Türk Edebiyatı için çok önemli kazanımlardır. Bu düşüncem hiç kaybolmadı, ama bu seçkiler nedense süreklilik kazanamadı. Ünlü isimlere hep sevdikleri 10 Roman ya da 10 Film sorulur, ama öykü ve şiir ya sorulmaz ya da ender sorulur. Türk Edebiyatı yazar ve yayıncı sayısı açısından gelişiyor ama bu tür denemelerin olmaması bir çok başka kanıt ile birlikte niceliksel genişlemenin niteliksel bir değişime henüz varamadığını da gösteriyor. Yani Türk Edebiyatı bütün o medya pompalamasına rağmen son 15 yıldır patinaj yapıyor bence.

206- Sosyalizmin amacı insanın giderek daha az çalışmasıdır. Eğer sabahtan akşama kadar çalışacaksak, 5-2-5 düzenini değiştiremeyeceksek, sevdiklerimize, hobilerimize, sanata, bilime daha çok zaman ayıramayacaksak, iş çıkışı evimize yine toplu taşım araçlarında ayakta, sıkışık vaziyette en az bir saat sürecek yolculuklarla döneceksek, kapitalizmi niye değiştireceğiz ki? Yine paranın olduğu bir düzende az para kazanıp çok parayı arzulamaya devam ederken sadece emeğimizi sömüren başka bir kişi yok diye mutlu olmamız mı gerekiyor? Bu kadar açık gerçekleri sosyalizm adına çok az kişi dile getirebildi bugüne kadar. Emekçi sözünün kutsanması, emek kavramının yüceltilmesi, büyük bir yanılsama ile çalışmayı da tabu haline getirdi. Tembellik, aylaklık yerildi. Neden? Neden her hafta 5 gün en az 8 çalışmak zorunda olalım? Bu konuları 21. Yüzyılda daha çok tartışmamız gerekiyor. Lafargue’nin Tembellik Hakkı, bu konuda bilinen en önemli eser.

Kazimir Maleviç’in İnsanın Esas Gerçekliği Tembellik, adlı makalesinin, Sel Yayıncılık tarafından küçük bir kitapçık olarak yayınlanması bizi yeniden bu temel sorunlara döndürmesi açısından önemli. Aslında yapıt bu verimli konuyu en kötü biçimde ele alıyor ve çok kez açılım fırsatlarını kullanmadan hemen bitiyor. Çok da özgün sözler söylemiyor. Aslında kısaca “Kral Çıplak” diyor. Yalçın Küçük Hoca’nın “sosyalizm yeni insanı yaratmada başarısız olduğu için çöktü” mealindeki sözünü hatırlıyorum. Yeni bir yaşam biçimi olmadan yeni bir insan olamıyor. Maleviç’in “tembellik hayatın anası olmasına rağmen ona ‘kötülüklerin anası’ dendi. Bilinçaltında özgürlüğü taşıyan sosyalizm bile, kendisini doğuran şeyin tembellik olduğunun farkında olmaksızın, ona iftira etti.” (s. 37) sözü önemli bir eleştiri noktası. Neredeyse Arşimet’in dünyayı yerinden oynatmak için ihtiyaç duyduğu dayanak değerinde bir çıkarım. Yeni bir düzen mutlaka daha az çalışmayı içermek zorunda. Maleviç’in İnsanın Esas Gerçekliği Tembellik, adlı küçük yapıtı bu konuyu tartışmak için sadece bir vesile. Yeni düzeni konuşmayacaksak neyi konuşuyoruz ki? Bu yapıtın Rusça olarak yayınlanması da 1994’ü buldu. Oysa makale 1921 gibi erken bir tarihte, Sosyalizm umudu Avrupa’da henüz bütünüyle sönmeden yayınlanmıştı. En temel konu en savsaklanan konu oldu ve hala savsaklanıyor. Çalışmak (çalıştırmak) Kapitalist sistemin özüdür. Sömürüyü o var eder. Neden onu savunmayı da ona bırakmayalım? Üstelik biz Gezi’yi yaratmış bir toplumuz. Gezi’yi, çalışmak-aylaklık bağlamında hangi eğilimin ipuçlarını taşıdığı açısından da tartışmayı ihmal etmemek gerekiyor; eğer ki yeni düzenin ve aynı anlamda yeni insanın ipuçlarını da Gezi’de arama çabasını anlamlı buluyorsak. Ben öyle görüyorum.

 

Kaldı ki, öğrenciliğimizde (25 yıl önce) İktisada Giriş kitaplarından “Tam İstihdam” diye bir kavram vardı. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu kavram, artık fiili karşılığı olan bir oluşum olmaktan çıktı, sadece teorik bir yaklaşım oldu. Kapitalizm herkese iş bulmayı amaçlamaktan çoktan vazgeçti. İşsizliği kontrol edilebilir, düzeni sarsacak kitlesel bir hareketin temel dinamiği olmasını desteklemeyecek ölçüde tutmayı temel amaç edindi. Bir taraftan da tüketim olgusu, üretim olgusunu çoktan geride bıraktı. Yani Kapitalist düzende bile çalışmak, 19. yüzyıl kalıplarının çok dışına çıktı. (Bu arada giderek 20. Yüzyılı 19. Yüzyılın bir uzantısı sayma eğilimine giriyorum. Yani 1789-1991 arası uzun bir dönemi daha anlamlı buluyorum. 20. Yüzyıl, kavramsal ve kabullenmeler açısından, büyük savaşlar yaşanmasının getirdiği yanılgıyla-örtüsüyle, aslında 19. Yüzyılın belirleyiciliği kıramadı bence. Ama 21. Yüzyıl, siyasetten ekonomiye, sosyolojiden insana ilişkin bütün kabullenmeleri yeniden düşüneceğimiz ve yaşayıp göreceğimiz bir yüzyıl olacak hissine kapılmış durumdayım. Bu konu üzerinde daha çok tartışmak durumundayız. Burada sadece not olarak eklemek istedim) İnsanın insanın sömürüsü zincirini kırıp özgür bir düzen kuracaksak çalışmayı alışıldık kalıplar dışında düşünmek gerek. Günde 3 saat ve haftada 4 gün. Neden olmasın? Doğa kanunu mu bu? Maleviç’in İnsanın Esas Gerçekliği Tembellik, adlı yapıtı bunları söylemem için vesile oldu.

 

207-1985 yılından beri Ankaralıydım. İki aydır İstanbulluyum. Bunu planlamamıştım, ama eşimin işi dolayısıyla yaşadığım şehir değişti. 2 ay, İstanbul’u bir Ankaralı olarak incelemekle geçti. Farklı bir ülke burası. Hatta farklı ülkeler içeren farklı bir kıta. İnsanları da yaşam biçimi de farklı. Çok şey söylenebilir. Bir çok yönden İstanbul’da Ankara’yı aramıyor insan, ama bir Dost ve İmge kitabevi yok burada. Onları arıyorum.

 

Gelir gelmez önce 8. Beyoğlu Sahaflar Festivali’ni gezdim, ardından İstanbul Kitap Fuarı’na yine ilk kez bir kitapsever olarak katılma fırsatı buldum. Ölçüleriyle büyük ve tatmin ediciydi. Bu arada Ankara Kitap Fuarı’na katılmayan Dost ve İmge Yayınlarını İstanbul Kitap Fuarı’nda görmek şaşırtıcı oldu. Bu iki Ankara kökenli yayınevini, Ankara Kitap Fuarı’na katılmadıkları için yadırgadığımı daha önce de belirtmiştim. Umarım bu durum 2015’te düzelir.

 

Kitap fuarlarını seviyorum. Ama bana göre büyükçe bir kitapçı gezme duygusu dışında bir şey fark etmedi. Beylikdüzü de İstanbullular için çok ama çok uzak bir nokta ulaşım açısından. Fuara gitmek için bir tam gününüzü vermeniz gerekiyor. Buna rağmen ilgi fazlaydı. 2 farklı gün gittim. İndirimler bazı yayınevleri hariç (Can Yayınları ve Doğan Yayıncılık gibi) %30 civarındaydı. Demkar gibi heryerde kitaplarını göremediğimiz yayınevleri önemli kitaplarında bile %50 indirim yaptılar. Bu önemliydi benim için. Örneğin Beyoğlu Sahaflar Festivali’nde fiyatı yüzünden alamadığım Atilla Oral’ın hazırladığı muhteşem kitap İşgalden Kurtuluşa İstanbul’u %50 indirimle almayı başardım. Sadece baskı kalitesi, fotoğraflar, sayfa düzeni, metinlerin içeriği açısından değil, dönemin olaylarına bakışta gerekeli bilgi birikimi, araştırma kapsamı, gerçeklere bağlılıkta, tarihsel olaylara bakışta vicdani duruşun ve dürüstlüğün en ileri ölçüde ve çok açık varlığı açısından da eşşiz bir kitap. Fiziksel özellikler açısından da muhteşem. Ağırlığı tam 3 kilo olan büyük boy bir kitap. Böyle bir kitabı hazırladığı için Atilla Oral’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Kitap gerçek tarihçiler için gerçek bilgiler içeriyor; belgeleriyle kaynaklarıyla. Türk tarihçiliğine son on yılda musallat olmuş ve siyasi iktidarın desteğiyle azgınlaşmış, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı, gerici yobaz pespaye sağ “tarihçi” bozuntularının (gerçek tarihçi olan Ali Birinci gibi dürüstlükten ödün vermeyen isimleri dışarda bırakıyorum. Yanına bile yaklaşamazlar) cahilce ve bilgisizce, kahramanları hain, hainleri kahraman yapmaya çalışan, aşağılık uydurmalarının önüne geçiyor. Meydanı boş bulduk sanan bu “tarihçi” bozuntularının kepazeliklerinin son örneği olan ve Atatürk’ün Nutuk’ta gerçek tarihi yerini belirlediği Vahdettin’i parlatma çabalarının da ipliğini pazara çıkarıyor. Bu açıdan s.510-565 arası ibretlik öykülerle dolu. Sadece gerçeğin peşinde olanlar için gerçeğe ulaşmak o kadar zor değil. Atatürk düşmanı beyinsizleri utandıracak bilgiler içeren bu kitabı haırladığı için Atilla Oral’ı tekrar kutluyorum.

 

208- İstanbul Kitap Fuarı’ndan çoğu indirimli olarak aldığım kitaplar ise şöyle:

 

1-İşgalden Kurtuluşa İstanbul, Haz. Atilla Oral, Demkar Yayınevi

2-Son Büyük Kuşatma, Roger Crowley, April Yayıncılık

3-İmparatorların Denizi Akdeniz, Roger Crowley, April Yayıncılık

4-AKP’nin Önlenebilir Karşı Devrimi, Taner Timur, Yordam Kitap Yayıncılık

5-Çanakkale’den Bağdat’a Esaretten Kurtuluş Savaşı’na, Hüseyin Fehmi Genişol, İş Bankası Yayıncılık

6-İmparatorluklar Şehri-İstanbul 1830, J.F.Michaud - J.J.F.Poujoulat, Say Yayınları

7-Büyük Türk, Muhteşem Süleyman’ın İzinden 1494-1566, Henk Boom, Kitap Yayınevi

8-İstanbul’a Bir Yolculuk 1657-1658, Ciaes Ralamb, Kitap Yayınevi

9-Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası, 1.Cilt, Server Tanilli, Adam Yayıncılık (1.Cildi Ankara’da bulamamıştım.)

10-Kapancızade Hamit Bey, (Haz.) Halit Eken, Yeditepe Yayıncılık

11-1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi, Nadir Devlet, Ötüken Yayıncılık

12-Türk, Margaret Meserve, April Yayıncılık

13 Tarih Öğrenelim, Dr Jacob Field, İş Bankası Yayınları (Çocuklar için çok güzel hazırlanmış bir tarih kitabı)

14-Birinci Dünya Savaşı, Basıl Liddel Hart, İş Bankası Yayınları

15-Dahi Diktatör, A.M. Celal Şengör.

 

Bunlar dışında birkaç tane çizgi roman da aldım. Hepsi birbirinden değerli, okunmayı hakeden kitaplar. Hangisine önce başlasam bilemiyorum. Birini elime alıp biraz sonra bir diğerini karıştırmaya başlıyorum. Bu, inanılmaz güzel bir duygu. Kitap bağımlılarına özgü bir duygudan söz ediyorum. Onların kütüphanemde, benimle aynı evde olduklarını bilmek çok güzel.

 

Herkese bol kitaplı günler…

 

 

Dr. Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)